Ortada sol-sosyalist hareketin “neye ihtiyacı” olduğuna yönelik bir kakofoni olsa da bu kakofoniyi bir devrim senfonisine dönüştürme potansiyelimiz bugün için zayıf görünse de bu potansiyeli hayata geçirme ihtiyacımız bugün, özellikle yarın ve yarınlar için çok daha fazladır
* Bu yazı “Sosyalist hareket, yenilgi ve özeleştiri” dosyası için kaleme alınmıştır. Dosyadaki yazı ve söyleşilerin tamamına ulaşmak için tıklayınız!
Sendika.Org anlamlı bir işe imza attı. Türkiye’nin bilinen, önde gelen sol, sosyalist, devrimci siyasetlerden, kişilerden seçim üzerinden genel bir değerlendirme yapmalarını istedi. Bunu da “Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa” başlığında bir dosyada topladı.
Değerlendirmeler Sendika.Org’un dosya başlığında olduğu gibi Türkiye’deki sol, sosyalist, devrimci siyasetlerin “sosyalist hareket”, “özeleştiri” ve “yeniden inşa” başlıklarında neler düşündüklerini tam olmasa da ana hatlarıyla gösterir nitelikte.
İki nedenden dolayı tam değil. Birincisi, dosyaya katkı sunması istenip de geri dönmeyenler olabileceği gibi teklif gitmeyen de olabilir. İkinci neden ise dosyaya katkı sunanlar cevaplarında serbestlikleri olsa da doğal olarak Sendika.Org’un soruları[1] ile sınırlıydılar. Bu nedenle verdikleri cevaplarda eksik gedikler muhakkak olmuştur.
Sendika.Org’un bu çalışması ile dosyaya katkı sunan siyasetlerin, kişilerin fikirlerinin ana hatlarını gösteren hacimli bir dosya ortaya çıkmış. Böylece -yeri geldiğinde sorulardaki alt başlıkları da gözetecek biçimde- dosyada ortaya çıkan ana hattı dosyanın başlığının parçaları içinden değerlendirmek mümkün hale gelmiş: “Sosyalist hareketin” tanımı; “özeleştiri” (ve eleştirilerin) içeriği, çapı; “yeniden inşa”nın sınırları, olanakları, dayandığı zeminler.
Dosyanın tamamı ya da çoğunluğu okunduğunda mücadele içinde olan bir kişinin “Türkiye’de sol, sosyalistler, devrimciler neden birleşemiyorlar” sorusunun cevabını görmesi mümkün. Keşke bu sorunun cevabı –her ne kadar deyimin anlamı farklı olsa da- “kırk tilkinin kuyruğunun birbirine değmemesi” olsaydı. Çünkü en azından aynı türden kırk şeyden bahsetme olanağı olurdu.
Dosyaya dahil olanları -NotaBene Yayınlarından çıkan “Marx’ın Orkestrası” çalışmasına atıfla- “devrim orkestrası”nın elemanları dersek, ortaya çıkan sonuç tam bir kakofoni (ses, tını uyuşmazlığı).
Orkestra elemanlarından birisi kemanı piyano teli ile çalmaya çalışırken bir diğeri flüte kamış takıp obua gibi çalmaya çalışıyor; bir başkası çok bilinen bir notaya basmak yerine “artık şu notaya basmalı” diyerek ortada ne melodi bırakıyor ne de uyum; birkaç eleman kendilerinin çalabildiği doğru enstrümanı doğru biçimde kullanıyor derken ve başkaları ile bir uyuma sahip görünmesini beklerken herkes birden kendi müziğini çalmaya girişiyor; bir diğeri güzel bir uvertüre başlamışken birden bire kendi türküsünü çığırmaya başlıyor.
İşin ilginci -birkaç tanesi hariç- dosyadaki yazıların çoğundan uygun pasajlar, yerler alınarak tarihsel ve devrimci teorik-pratik bir program çıkarmak bile mümkün. Bu da bize şu acı durumu gösteriyor. Nesnel koşullar ne olursa olsun, Türkiye’deki sosyalist hareketin “hal-i pürmelali”, bizim ta kendimiz, paramparça. Ne kendi içinde bütünlüklü bir uyum var ne de bir başkası ile uyuma bir yakınlık.
Elbette şu gerçekliği de göz ardı edemeyiz. Dosyaya katkı sunanların tamamı Türkiye’de her yanıyla dökülen, patlayan mevcut düzene karşı çıkanlar olmakla birlikte, Türkiye’deki her türden çelişkilerin geldiği düzeyi, şiddetini analiz etmek, değerlendirme yapmak gibi zor bir iş üstlenilmiş. Dosya yazılarında ortaya çıkan bu karmaşıklığın nesnel nedeni de Türkiye’deki çelişki birikiminin had safhaya ulaşmış olması. Tam da bu yüzden en sert eleştiriler yapılsa bile bu çelişkileri doğru ve gerçek biçimde çözmek isteyenler ve buna uygun pratik içinde olanlarla, olmak isteyenlerle bir arada olmanın anlam ve önemini küçümsememek gerekir.
Sol terimi -halk gibi sıkıntı ve muğlaklıklar içerse de- en geniş bağlamda “ezilenlerden yana olan”ları tarif eden olumlu anlamı içerir.[2] Türkiye’de de sol dediğimizde “ezilenden yana olan” herkesi kapsayacak geniş bir yelpazeye işaret ediliyor.
Komünist Manifesto’da Marx ve Engels “gerici sosyalizmi, küçük-burjuva sosyalizmi, Alman sosyalizmi, tutucu sosyalizmi, burjuva sosyalizmi, ütopik sosyalizmi” eleştirse de tarihsel olarak sosyalizm kelimesinin olumlu anlamını, varlığını ve bizatihi kelimenin kendisini faşistlerin (Nasyonal Sosyalizm’in) elinden de söke söke aldık. Burjuvazinin diğer katmanları da o gün bugündür -kelime anlamı olan toplumculuk bağlamında dahi olsa- sosyalizm kelimesini kendileri için kullanmaya cüret edemedikleri gibi, sağ olsunlar sosyalistleri ve sosyalizmi çok zaman önce sınıf düşmanı ilan ettiler. Bu bağlamda sosyalizmin ne olduğu, sosyalistin kim olduğu tartışması uzun zamandır artık bizim kendi iç meselemiz.
Dosya yazılarındaki en temel sorunların başında (sol-sosyalist derken işaret edilenler az çok kestirilse de) özellikle eleştirel yaklaşıldığında sol ve sosyalistlerin tek torbaya sokuşturulmasıdır. Her ne kadar yazarlar sol ve sosyalistlerin “tümünü” kast etmeyerek bir ayrıma gittiklerini özellikle vurgulasa da kimi kast ettikleri de çoğu zaman keskin bir muğlaklığa sahip.
Durumu şöyle tarif etmek mümkün. Dosyadaki yazıları okuyan ve kendisini sol-sosyalist olarak tanımlayan birisinin, bir yazıda özellikle eleştirel olarak ifade edilen sol-sosyalistler içinde yer alıp almadığını bilmesi çoğu zaman mümkün değil. Pek çok yazar da kendisini “biz”, onları da “bizim dışımızdakiler” diye ayırmış.
Devrimci Parti’den Gamze Taşçı’nın “dışımızdaki sol”[3]; Odak Dergisi’nden Doğan Baran’ın “ne yazık ki solun büyük bir kesimi ”[4] veya Mücadele Birliği Platformu’ndan (MBP’den) Muhammed Hizmetçi’nin “devrimci komünist güçler”, “MBP’nin dışındakiler” [5] dediği, Nabi Kımran’ın yazısında[6] dile getirdiği “1980 – 2001 sürecine merkezinde DHKP-C, MLKP, TKP/ML TİKKO, TKP(ML)-TİKKO, TKP-B/TDP, TİKB gibi yapılar” mıdır yoksa aynı isimde devam eden veya bir nedenle farklı isimler alarak yollarına devam eden legal ve illegal siyasetler midir? Ve de en önemlisi hepsi “aynı” mıdır? Kendisi dışındaki siyasetleri hiç ayrım gözetmeden tek bir torbaya doluşturmak nasıl mümkün olur?
Dosyada “sol”un kim olduğu konusunda en net kafa açıklığı TKH adına katkına bulunan Kamil Tekerek’e ait. [7] Tekerek “biz ve diğerlerine” dair dar ayrımı Sosyalist Güç Birliği’ni “…oluşturan bizim dışımızdaki Sol Parti ve TKP” biçiminde; geniş ayrımı ise “Emek ve Demokrasi Güçleri” içinde tarif ediyor. Tekerek kendi siyaseti de dahil diğer siyasetlerin küme sınırlarını en azından daha net bir biçimde çizmiş.
Kendisi dışındakileri tek torbaya sokmanın bir sonucu da eleştirinin muhatabının/muhataplarının belirsizleşmesidir. Yapılan eleştiriden kimin üzerine alması gerektiği bizzat eleştiri yapanlarca da yerine getirilmediğinde durum tam da “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla”ya dönüyor.
Bu başlıkla ilişkili ikinci konu ise “kime sosyalist denir” sorusunun cevabı. Bu sorunun cevabı aslında Türkiye’deki sol-sosyalistlerin esas ayrım noktalarına işaret ettiği kadar, aynı zamanda bu ayrımdaki sıkıntının, mücadele hattının muğlaklaşmasının da kaynağını gösteriyor.
Bu sorunun cevabı dosyada çok net biçimde ortaya çıkıyor. Bir grup için sosyalist “kapitalizme karşı çıkan, ancak kapitalizme mevcut siyasal sınırlar içinde itiraz eden, stratejisini ve politikalarını bunun üzerine kuran, bu anlamda da özünde ‘kapitalizm mağduru’ olan” bir küme. İkinci grup içinse sosyalist “kapitalizmi yıkmak ve yerine sosyalist bir toplumu kurmak isteyenlerin oluşturduğu ‘sosyalist iktidar’ isteyen” bir küme.
Şayet dosyada ortaya çıkan mesele bu kadar net ve basit olsaydı, birinci kümeye “küçük burjuva sosyalizmi”, ikinci kümeye “proleter sosyalizmi” denip geçilebilirdi. Sonrasında da bu iki küme arasında veya kümeler içinde bir “birlik/ ittifak mümkün mü değil mi, diye ele alınabilirdi. İki küme bazen bir yazarın kendi yazısı içinde, çoğu zaman da yazarların kendi aralarında karman çorman, kakofonik bir hale dönüyor.
Ayşe Düzkan, “CHP’nin solundaki solun doğru siyaset izlemediğini” söyledikten sonra “TİP’in Meclis performansı o kürsünün nasıl kullanılabileceği konusunda çok iyi bir örnek” diyerek “CHP’nin solundaki solu” “sosyalist” bir örnek olarak göstermiş oluyor. “Sosyalist” tanımının belirsizleştiğini söyleyen Düzkan, “komünisti tercih ederim” dedikten sonra yine de sosyalisti “devletten-toplumdan baskı gören”, “sömürü ilişkilerine karşı çıkan” olarak “tanımlamayı” ve sosyalisti de “demokrasi mücadelesi”nden ayırmayı “doğru buluyor”.[8]
TÖP’ten Pelin Kahiloğulları[9] “proterleşmenin” dünya çapında gerçekleştiğini “emek-sermaye çelişkisi” merkezinde “yeni çatışma ve direniş” alanlarının “hareket halinde” olduğu tespitini yapıyor. Ancak Kahiloğulları, “Seçimlere girmek, özeleştiri gerektirmeyen, tam tersine ülkedeki siyasal ve toplumsal gerçekliğin güncel durumunun dayattığı devrimci bir faaliyetti” diyebiliyor. Kahiloğulları bu “devrimci” tespiti yanında yazısında “Leninist perspektif”le nelerin doğru-yanlış olduğunu, “komünistlerin” omuzlarındaki yükü de gösterebiliyor.
Yukarıdaki iki örnekte de görüleceği gibi sosyalist tanımının kendisi de nesnel bir gerçeklik ile değil, tanımlayanın gerçekliği nasıl algıladığı ile yapılıyor. Sosyalist tanımı ne ajitasyon olanağı bağlamında Meclis performansı ile sınırlandırılabilir ne de sosyalist-komünist kelimeleri Lenin alıntıları ile bu sıfatı taşıdığı iddiasında olanların kendi pratiğini meşrulaştırma aracı olarak kullanılabilir. Hal böyle olunca Aristo mantığına uygun olarak bir şeyin tanımı ona yakın şeylerle olan ilişkisine –burada pozisyonuna- bağlanmış oluyor.
Diğer taraftan kitlelerin alabildiğine politize olduğu seçim atmosferini örgütlenme ve sosyalizm propagandasının zemini haline getirmek ne kadar doğruysa, bunu mutlaklaştırarak her türlü burjuva ittifaka amenna demek, bu ittifakın peşinde dizilmek konusunda sessiz kalmak ya da bu ittifakın propagandasını yapmak da o kadar sakattır.
Sol-sosyalist tanımı, sosyalistin kim olduğu sorusunun cevapları “iktidar” meselesi ile doğrudan ilişkilidir. Sevindirici olan şu ki, dosyaya katkıda bulunanların Bolşevik kısmı (çoğunluğu) kapitalizmi ekonomik-politik-kültürel-ideolojik iktidar olarak; Menşevik kısmı (azınlık) ise iktidarı mevcut siyasi hükümet olarak algılıyor ve tanımlıyor.
Mesele bununla sınırlı kalsaydı, yukarıdaki dil oyununa bağlı kalarak, kimin Bolşevik kimin Menşevik olduğunu söylemek de kolay olurdu. [10] Ancak dosyanın dayandığı temel zemin seçim öncesi-sonrasını içerdiği için seçimlere dair yorumlar, algılar, teoriler, her şey birbirine girerek altüst oluyor. Örneğin “seçime” dair tariflerini ezelden beri negatif bir düzlemde yapanlar dahi seçimi bir sürecin parçası olarak değil, süreci seçimin bir parçası olarak değerlendirebiliyorlar.
Proleter Devrimci Duruş adına yazan Gülümser Seyitcemaloğlu[11] “seçim yenilgisi” ifadesinin “kurtuluş devrimde diyen komünistler ve tutarlı devrimciler” için değil, “reformistler için geçerli” olduğuna dair güçlü görünen bir giriş yapıyor. Ancak yazısının ilerleyen bölümlerinde kapitalizm sınırları içinde seçimlerin nasıl bir düzlemde ele alınabileceği gibi teorik bir çerçevelendirmeyi dahi es geçerek seçimi sadece AKP-MHP eliyle sandık sonuçlarına müdahale, ölü seçmenler derekesindeki hilelere indirgeyip “halkın kandırılması” üzerinden analiz edebiliyor.
Köz Gazetesi adına yazan Ömer Yıldız [12] seçimleri “rejim krizi”, “iç savaş”, “devrimci durumlar” eksenine oturtuyor. Ancak bu devrimci ve güçlü kavramlarla giriştiği seriminin ardından Yıldız, siyaset olarak kendilerinin 2019’da “Seçimleri beklemeyeceğiz” diyerek çalışmalarına başladıklarını; 2022 yazında “Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday” adlı bir eylem birliği platformunu kurarak Çetin Eren’i “bu eylem birliğinin Cumhurbaşkanı adayı” olarak belirlediklerini anlatıyor. Nerede kaldı “rejim krizi”, nerede kaldı “iç savaş”, nerede kaldı “devrimci durumlar”? İktidara mı talip olunuyor, hükümete mi?
Alıntıladığımız iki yazarda da iktidar-hükümet kavramlarının hem teorik analizde hem de pratik faaliyette nasıl ters yüz olduğunu görmek zor olmasa gerek. Mesele seçim aracılığıyla rejim krizini derinleştirip derinleştirmeme, seçim sürecini bir propaganda aracı olarak kullanıp kullanmama değildir. Ancak seçimi yok sayıp “Biz zaten seçimlerle ilgilenmedik” anlayışı ne kadar “sol” bir yaklaşımsa; “rejim krizi” gibi kavramlarla süreci analiz edip “bağımsız aday çıkarmak” da sol gösterip sağ vurmaktır.
Sendika.Org’un hazırladığı dosyada tasfiyeciliğin sağ ve sol hallerini de görmek mümkün. Lenin “…sağdaki tasfiyeciler, yasadışı bir RSDİP’e gerek olmadığını, sosyal demokrat eylemlerin özellikle ya da olabildiği ölçüde yasal olanaklar çerçevesinde toplanması gerektiğini söylüyorlar” derken; sol tasfiyeciliği “…salt yasadışı eylemler vardır, her ne pahasına olursa olsun yasadışı eylemler” biçiminde tarif eder.[13]
Tasfiyecilik çoğu zaman yenilgi dönemlerinin hemen ardından kendisini gösterir ve özünde çelişkinin uzlaşmaz ve uzlaşılabilir hallerinden birisini mutlaklaştırılarak gerçeklikten kopar. Bu bağlamda uzlaşmaz olanla uzlaşmaya çalışan sağ; uzlaşılabilir olanla uzlaşmamaya çalışan da sol bir tasfiyeciliktir. İkisinin ortak özelliği kendi çelişkiyi çözme biçimlerini mutlak ilan etmeleridir.
Lenin’in bir parti olarak öncelikle RSDİP içinde tarif ettiği tasfiyecilik bugünün Türkiye’sinde sol-sosyalist cenahın parçaları içinde kendisini göstermektedir. Lenin’in yukarıda tarifini verdiği tasfiyeciliğin içeriği hâlâ geçerli olmakla birlikte bugün tasfiyecilik farklı biçimlerde kendisini gösteriyor. Bu göstergelerden birisi de dosya konusu bağlamında seçim ile ilgilidir.
Sağ tasfiyecilik -hadi önceki seçimleri göz ardı edelim- bu seçimde AKP-MHP’nin değil, bizzat CHP’nin başında olduğu ve tüm süreci domine ettiği seçim sürecindeki ahmaklıkları; her şey bir yana, olacağı yıllar öncesinden belli bir seçimin güvenliğini sağlamadaki pespayelikleri; seçimin ikinci turuna bir hafta kala kamuoyuna bir sayfası açıklanan ve faşist Zafer Partisi ile CHP arasında oy için imzalanan karanlık mutabakat ile yapıldı. Kendisine sol-sosyalist diyenler, “bir oy bize, bir oy Kılıçdaroğlu’na” sloganı ile oylarının bizzat Kılıçdaroğlu tarafından ayaklar altına alınmasını dahi göz ardı edip hâlâ “seçim de seçim, illa seçim” diyorlar. Tabii ki ilk hedef 2024 yerel seçimleri.
Sol tasfiyecilik de aynı kör noktalara sahip. Seçimin karşısına basitçe “devrim”i koyarak seçime dahil olma günahına karışmayacaklarını söylüyor. Bu yaklaşım devrime gidecek yolda kitlelere ulaşılabilecek ve onlar nezdinde kapitalist sistemi, siyasal aygıtlarını teşhir edebilecek her araca değer veren ve bunların şu ya da bu şekilde kullanmayı esas alan Leninist anlayışla da uyuşmaz. Lenin seçimlere katılıp katılmamayı dönemin özellikleri, Bolşeviklerin gücü, sınıflar arası güç dengeleri gibi pek çok açıdan ele alır. Seçimlere parlamenter hayaller yayacak bir yaklaşımla katılmayı eleştirirken, sandıktan çıkan sonuçlar kadar sandığa gidecek süreçteki komünist çalışmanın önemine vurgu yapar. Kürsüyü de “sürgünü ya da idamı göze alacak” denli gözü pek bir sistem eleştirisi ve sosyalizm propagandası açısından sadece bir mevzi olarak görür, sistemin araçlarının en ilerisi olan parlamentonun çözüm olamayacağını göstermeyi temel amaçlardan biri olarak koyar. Devrimci politika açısından seçimler ve parlamentonun tarihimizde nasıl kullanıldığını es geçerek her koşulda “temiz” kalmak adına onu reddetmek ya da proletaryayı hepten güçsüz gösterecek koşullarda da boykot demek devrimci politika değil, olsa sadece ruhumuzun temiz kaldığı bir “sol komünist hastalık” olur.
Seçime dair alt başlığı dosyadaki hemen hemen tüm yazarların tamamını içine alacak bir eleştiri ile bitirebiliriz: HDP
Seçime HDP çatısı altına girenler, HDP çatısı altında olmasa da seçimde HDP’ye kısmi, şartlı destek verenler, HDP ile ittifak yapanlar HDP’nin seçimdeki oy kaybını sadece HDP’nin sorumluluğuna bırakmışlar ve bu oy kaybında varsa kendilerinin sorumluklarına dair tek kelime etmemişler. Kürt halkının mücadelesinin Türkiye’de ortaklaşmasında nice yol alınsa da HDP için de açık bir yenilgi olan bu seçimin analizi ağırlıklı olarak çok zayıf kalmış. Bu haliyle de Türk-Kürt halklarının ortak mücadele söylemi seçim sonuçlarının değerlendirilmesi ekseninde kayda değer bir biçimde boşa düşürülmüş. Ayrıca bu devrimci bir siyaset anlayışı açısından dürüst bir tavır değil, “Kabahat samur kürk bile olsa kimse üzerine almazmış” vecizesindeki gibi oportünizminin dik âlâsıdır.
HDP’nin 2015 Haziran’ından bu yana sergilediği en başta Kürt halkının mücadelesini parlamentoya sıkıştıran akıl çokça eleştirildi. Zaten 2023 seçimlerinde HDP’nin Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizilmesi de 2015 Haziran’ında başlayan sürecin son büyük halkası oldu. HDP’nin bu süreçteki en büyük tarihsel akıl tutulması Kürt halkının parlamento aracını kullanabilir hale gelmesinin arkasındaki bir yanı korkunç baskı, zulüm ve acı içeren diğer yanı destansı direniş tarihinin ürünü olmasını göz ardı etmesidir. HDP’nin bu tarihi, tarihin yaratılmasında Kürt halkının emekçi katmanlarının oynadığı büyük rolü “unutarak” her şeyin parlamenter siyaset usullerince belirlendiği ve bunun da giderek kendinde bir şey haline getirildiği koşullar halkın desteğinde de belirgin bir zayıflık yarattı. Kayyumlar döneminde sokağın sessiz kalmasının en önemli boyutunu bu yabancılaşma oluşturdu ve durumun kendisi yabancılaşmanın düzeyini de ortaya koydu.
HDP seçim başarısızlığı sonrası da “halka gitme” adına ciddi adımlar atmaya başlamıştır. “Halka gidişin” nereye evrileceği şimdilik belirsiz olsa da şu ana kadar kamuoyuna daha çok “ön seçimin olmaması”, “Türkiye’deki sosyalistlerle girilen ittifakın ‘fazla’ ileriye gitmesi” gibi kısımlar yansıdı. “Hayra alamet değil” demek için çok erken olsa da “halka gitme”nin bu kısımlarının yayılması pek de sağlıklı değil.
Sendika.Org’un bu dosyasında içerik olarak hakkında en fazla söz söylenecek kısım bu başlıkla ilişkilidir. Ayrıntılarda bile sayfalar dolusu yazılabilecek konuları çıkarmak, görmek mümkün. Ancak öncelikle bu yazının sınırları bu kadar geniş değil. Diğer yandan yazının temel amacı Sendika.Org’un bu dosyasında -ayrıntıların önemini göz ardı etmeden- belirgin biçimde kendisini gösteren kısımları ele almaktır.
Eleştiri ve özeleştirinin bu topraklarda sıklıkla tenkit[14] ile karıştırıldığını en başa yazmak gerekir. Eleştiri, nesneyle ilişkilenerek, o nesnenin kendisinin analizi, o nesneyi ele alanlardaki benzerlik ve farklılıkların ortaya çıkarılmasıdır. Özeleştiri de eleştirinin öznenin kendisine uygulanmasıdır. Ancak bu topraklarda eleştiri, özeleştiri adına ortaya konulan tenkit ise kötüleme, ayıplama ekseni üzerinde yükselirken, bunun karşıtı da olumlama değil, yüceltme haline bürünüyor.
Bu başlıktaki değerlendirmelerimizi iki alt başlıkta ele almak mümkün. Birincisi yöntem, nesne ile ilişki sorunu. İkincisi kibir, özne ile ilişki sorunu.
Yöntem meselesi dönüp dolaşıp Engels’in “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” çalışmasında “modern felsefenin temel sorunu” olarak veciz biçimde formüle ettiği “düşünce ve varlık” arasındaki ilişkide düğümleniyor: Varlık mı düşünceyi belirler, düşünce mi varlığı?[15]
Siyasetler adına konuşanlar “devrim”, “sınıf”, “karşı devrim”, “reformizm”, “devrimcilik”, “halk”, “kapitalizm”, “sosyalizm” vb. kavramlarla cümleler kuruyor, böylece bu kavramlar aracılığı ile yöntemin uygulandığı gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bu terimler kullanıldığında nesneye yöntem de uygulanmış sayılıyor. Hal böyle olunca Hegel’in baş aşağı durmasından farklı olarak bir hacıyatmaz gibi bir sağa, bir sola doğru sertçe salınan ama bir türlü sabitlenmeyi başaramayan bir sonuçlar, düşünceler dizgesi ortaya çıkıyor.
Dosyada yöntem konusunda siyasetler adına katkıda bulunanların çoğunluğu ile doğrudan bir siyaset ile ilişkisi olmayan veya bunu açıklamadan kişisel birikimleri ile katkıda bulunanlar arasında bir ton farkından söz edebiliriz. Öyle ki dosyaya bir siyasetin temsilcisi olarak değil, sadece bir akademisyen olarak katkı sağlayan Utku Balaban’ın yazısı[16] ile siyasetler adına hem de programatik söyleme sahip olanların çoğunun tespitleri arasından açı farkını görmemek mümkün değil.
Elbette amaç akademisyenlerin kendilerine has yetenek ve bilgi birikimleri ile siyasetlerin devrimci deneyimle harmanladıkları teorik birikimlerini karşı karşıya getirerek aralarında bir hiyerarşi kurmak değil. Ancak dosyada siyasetler adına katkıda bulunanların çoğunluğu böyle bir dosya kapsamında teorik birikimlerini ortaya çıkarmak yerine daha çok temel devrimci kavramlara dayanarak analiz yapmayı yeter saymışlar.
Utku Balaban’ın yazısında [17] eleştiri ve özeleştirinin başlangıç noktası olarak her şeyi “kuram”a daraltmasına haklı bir itiraz getirsek bile, onun kapitalizm-emperyalizmin gelişimi ve bunun Türkiye’de ortaya çıkardığı ekonomik, siyasal gelişmeler ve tüm bunların seçime ve de devrimci mücadeleye etkisinin analizinde (örneğin AKP hükümetinin istihdam sorununu çözmek için girdiği ciddi çaba ve bunun sınıf üzerindeki “olumlu etkisi” olduğu tespitini) en geniş hali ile sosyalistleri hem bir nesne (sistemin var edicisi) hem de özne (sistemin değiştiricisi) olarak “sınıf materyalini gözden kaçırma, yok sayma” eleştirisini göz ardı etmek mümkün mü?
Sosyalist Emekçiler Partisi adına yazan Güneş Gümüş’ün[18] “sınıftan, yoksul halktan kopukluk” tespitini sadece siyasetlerle sınırlı tutmadan meslek odaları, sendikaları, öğrenci hareketini de kapsayacak eleştirilerine karşı “o halde cevabımız sınıf çizgisidir” derken sınıfın güncel halinden, görünümlerinden hiç bahsetmemesini nereye koyacağız? Bu bağlamda tersten bir yaklaşımla H. Selim Açan’ın[19] “Fakat Yeniden Refah Partisi denilen geçmiş kalıntısı gerici bir parti bile, üstelik Tuzla, Gebze, Kocaeli, Sakarya gibi işçi havzalarında hepimizin toplamından fazla oy alabiliyor. ‘Sosyalistlik’ iddiasında olanların takkeyi önlerine koyarak düşünmeleri -yanı sıra utanmaları- için bundan daha sarsıcı bir uyarı olabilir mi?” vurgusu nasıl göz ardı edilebilir?
Devrimci İşçi Partisi adına yazan Sungur Savran’ın yazısında[20] “işçi sınıfı odaklı politika”, “sınıf bağımsızlığı” ve “böylece proletaryanın hegemonyasını kurmak” ifadeleri geçerken “sınıf dışı toplumsal gruplara” “proletaryanın programı etrafında toplamak” sınırları içinde dil ucuyla değinilmiş. Bunun aslında neredeyse “işçicilik” seviyesinde tarif edilecek biçimde “sadece işçi sınıfı adına ve işçi sınıfı için”, Lenin ve Troçki arasındaki hem devrim öncesi hem de devrim sonrası “devrimde ittifak sorunu” tartışmasının günümüzde bir izdüşümü olduğunu; yoksul kesimler/emekçiler, kadın ve cinsiyet, ekolojinin hem devrimde bir ittifak tartışmasında yok sayılmasını hem de işçi sınıfı dışındakileri dair çözümün “devrim sonrasına atılanlar” torbasına doldurulmasını nasıl göz ardı edebiliriz ?
Dosyaya kişisel olarak katkı sunanların (ya da siyasetlerini belirtmeyenlerin) yazılarına bakıldığında ise bilgi, birikim olarak derinlikli yanları olsa veya var gibi görünse de bilgi birikimlerine bağlı olarak kendi önemsedikleri konuları merkeze çekiyorlar, diğer yandan “çözüm önerileri” de entelektüel sınırlarını aşamıyor.
Fuat Yücel Filizler [21] emek-sermaye çelişkisinin solda “bir kutupta servet, diğer kutupta sefalet birikimi” olarak “doğru ama dar biçimde anlaşıldığını” belirtiyor. Filizler’e göre “… işçi sınıfı ne kadar genişlemiş, karmaşıklaşmış ve toplumsallaşmışsa, solun ve sol muhalefet hareketlerinin işçi sınıfına bakışı da o kadar dar, düz ve kördür” diyerek genel bir sol eleştirisi yapıyor. Devamında “üretici güçlerin toplumsallaşma niteliğini defterden silerseniz, sosyalizmi de defterden silmiş veya en azından silikleştirmiş olursunuz” diyerek uzun uzun bunun analizine girişiyor ve neler yapılması gerektiğini söylüyor.
Ancak işaret ettiklerini, eleştirilerini bir an için doğru kabul etsek bile “mütevazı öneriler” başlığında “ne yapmalı” sorusuna verdiği cevap “kapitalizmi, sınıfı durup dinlemeden döne döne analiz etmeyi önermenin” -aslında yöntem olarak akan suya sadece bakmak- ötesine geçmiyor
Sol-sosyalist ekseni daha çok TİP, TKP, TKH, Sol Parti sınırları içinde ele alan Fatih Yaşlı da yazısında[22] “ne yapmalı” sorusuna “akademik çalışmalar yapmak, entelektüelleri bir araya getirmek, konferanslar düzenlemek” cevabını veriyor. Ancak Yaşlı, örneğin Filizler’den bariz biçimde farklı olarak “İşçi çalışmasını işçi, herhangi bir sektörün çalışmasını o sektördeki çalışan, mahalle çalışmasını o mahallede yaşayan kişinin yapacağı bir örgütlenme modeline ihtiyacımız var” diyerek pratiği dıştalamayan önerilerde bulunuyor.
Yöntem konusunda ele alınabilecek son bir konu da bağlam ve/veya tarihsel “kopukluk”. Hemen her yazıda az ya da çok kopukluklar olsa da bazı yazılarda kendisini gösteren kopukluk insanın ağzını açık bırakacak düzeyde.
Marksist Teori dergisi yazarı Olcay Çelik yazısında [23] “kitleselleşme ihtiyacı”na vurgu yaparak “devrimciliği de reddetmeden” “çareyi de ilkine, yani ekonomik-demokratik mücadelelerinin dar sınırlarına geri çekilmekte ve “devrimciliğe bulaşmadan” bir süre kitleler içinde kök salmakta arayamayız” diyor. Çelik, bu konuda bir tutarlılık içinde, devrim tarihinde ekonomizm, Menşevizm’in temel savlarını öneriyor. Çelik’in bu önerisine itiraz etsek de iç tutarlılığa sahip.
Ancak Çelik paragraflar sonra ise şunu öneriyor: “Dayak yemek istemiyorsak, hukuk zeminine duyduğumuz karşılıksız aşkı sonlandırıp, dövüşmeyi öğrenmemiz ve örgütlememiz gerekiyor… mutlak yoksullaştırmaya her serzenişinde faşizmin balyozunu giderek daha dolaysız şekilde ensesinde hissedecek olan halkımızın yasadışı/gizli çalışma çağrılarımıza yanıt verme ve yeni dönemin kadroları olabilme potansiyelinin artacak olması…”
“Devrimciliğe bulaşmadan ekonomik-demokratik mücadelenin dar sınırlarına çekilme” önerisi ile “halkımızın yasadışı/gizli çalışma çağrılarımıza yanıt verme ve yeni dönemin kadroları olabilme potansiyelinin artacak olması” arasındaki bağlam kopukluğunu izah etmek cidden çok zor. Bu kopukluğun temel nedeni de Çelik’in kapitalizm ile faşizm arasındaki ilişkiyi koparak, faşizme karşı mücadeleyi dar anti-faşizm sınırları içine sıkıştırmasıdır. [24]
Yaşar Ayaşlı’nın “İp koptuğu yerden bağlanır” [25] yazısı ise sosyalistlerin tarihsel bir “kopukluğuna” işaret ediyor. 12 Eylül yenilgisinin hesabının çıkarılamamış olmasını kopmanın yeri olarak tanımlayarak, düğümün de buradan atılması gerektiğini belirtiyor. Ayaşlı’nın bu tespitinin yanlış olduğunu söylemek haksızlık olur. Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) 12 Eylül’e dair özeleştirisini yapmaktan her zaman kaçınmıştır.
Ancak Ayaşlı’nın kopukluk iddiasını sadece 43 yıl öncesine dayandırmasının kendisi de başlı başına tarihsel kopukluktur. Örneğin 19 Aralık’la cisimleşen 2000 yılında ortaya çıkan tarihsel kopukluk tek başına 12 Eylül’e bağlanamayacağı gibi sadece 12 Eylül üzerinden de tarif edilemez. Öyle ki 19 Aralık 2000’de TDH’nin cezaevlerinde olan ana gövdesinin, 12 Eylül’den farklı olarak “dövüşe dövüşe” yenilmeleri bile ciddi bir tarihsel farklılık değil midir? Ancak bu dövüşerek yenilgi tasfiyeci dalganın önüne set çekemedi. Tersine, 1990’ların ortalarından itibaren alttan alta mayalananı açığa çıkarıp kamçıladı. TDH günümüzde belini hala doğrultamadıysa ‘dönüm noktası’ asıl burada -2000 sürecinde- aranmalıdır. Tasfiyeciliğin 2000’lerdeki yıkıcısı etkisinin bir yanı Ayaşlı’nın işaret ettiği gibi elbette 12 Eylül’e dayanır ama 12 Eylül’le sınırlı değilken her şeyi, her zaman 12 Eylül’e bağlamak da pek mümkün görünmüyor. Hatta Ayaşlı 12 Eylül’e bu kadar “büyük” bir düğüm attığında, 1989’da revizyonizmin utanç biçimde çöküşünün, sadece Türkiye’de değil, dünyada da yarattığı ideolojik-ruhsal yıkımı gözden kaçırmış oluyor.
Sendika.Org’un büyük bir iyi niyetle hazırladığı bu dosyada insanı en üzen yan ise katılımcıların büyük çoğunluğunda kendisini kesif bir biçimde gösteren “kibir” oluşturmaktadır. Kibir de en çok kendisine dair özeleştiri yapmak bir kenara, lafzını dahi etmemekle kendisini gösteriyor.
Köz Gazetesi’nden Ömer Yıldız’ın yazısının başlığı olan “Bir kez daha haklı çıkmaya değil…” anlamlı bir başlıktır. Keza, Yıldız yazısının ortalarında “Reformistlerin bozgunundan sonra “Biz haklı çıktık”larla bezeli “Tek yol devrim/sınıf mücadelesi” sloganları atarak “Bize katılın!” çağrıları yükseltmek devrim fikrini itibarsızlaştırmakla kalmaz, devrimci faaliyeti lafazanlığa indirgeyerek devrimci militanların da maneviyatını bozar” diyerek çok anlamlı bir vurguda bulunuyor.
Ancak yazının çeşitli yerlerine serpişmiş (örneğin “Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da tek başımıza kalsak da” gibi) vurguları ile kendi eliyle kurduğu kibir karşıtlığının tersine düşebiliyor.
Açıkçası kibir konusunda Yıldız’ı çok net bir örnek olduğu için aktarmak durumunda kaldık. Bu anlamda dosyada yer alan hiç kimseyi rencide etmek gibi bir niyetimiz yok.
Kibir konusunu genel birkaç soru ile kapatacağız.
Dosyaya katkıda bulunanların çoğunluğu “en iyiyi, en doğrusunu, en gerçek olanı” kendisinin bildiğini, uyguladığını iddia ediyor. Ki bu iddianın doğal bir yanı var. Sonuçta en başta kitlelere öncülük iddiasına sahiplikten kaynaklanır bu doğallık.
Ancak dosyadaki yazıları okuyan birisi de yazıları okurken; madem bunları söylüyorsunuz neden yapamadınız, neden eleştirdiklerinizin aksini siz inşa edemediniz, madem en doğru politik analiz, çözümleme hatta pratik sizinkiyse neden bir avuçsunuz hâlâ, hadi kitlelerin görüş alanına bir nedenle giremediniz ama diğer siyasetler için de bir çekim gücü neden olamadınız, diye soracaktır.
Bir siyasetin kendisi ile gurur duymaması mümkün değildir. Ancak gurur ve kibrin nasıl, nerede birbirine dönüşeceğini kestirmek çok güçtür. Kibre karşı da elimizde tek bir panzehrimiz var: Eleştiri ve özeleştiri silahı. Buna açık olanlar, kibir tehlikesinden de açık biçimde korunurlar.
Dosyanın son üst başlığı sol-sosyalist hareketin gelecekte ne yapacağına dairdir. Bu başlıkta yazarlardan “yeniden inşa” sınırları içinde tartışılması istenir.
Açıkçası bu çok önemli başlık yazıların tamamında kendiliğinden bir biçimde en zayıf kalan nokta olarak kendisini hissettiriyor. Çünkü yazıların çoğunluğu “yeniden inşa” konusunda “eleştirdikleri şeyleri kendileri yapmayarak”, haliyle “kendi yolumuzda yürüyeceğiz” ekseninde şekillendiriyor. Yeniden inşa üst başlığının önemli alt konularından birisi olan “birlik/ittifak” konusu bile bu çerçevede ele alınıyor.
Birlik/ittifak sorununun negatif yanı ya Başaran Aksu gibi “Sol birlik diye bir sorun yoktur… halkın işçi sınıfının örgütlenmesini beklemek dışında çaresi de yoktur.”[26] biçiminde bir uvriyerizmle ya da Hülya Osmanoğlu gibi “içimden geçen ilk cevap ‘aman birlik olmasın birleştikçe küçülüyoruz, açıkçası” [27] biçiminde kişisel bir serzeniş olarak tarif ediliyor.
Birlik/ittifak olanaklarına dair tartışmanın bir yanında H. Selim Açan’daki gibi “…hayatın her alanına müdahale, özellikle de sınıfı, emekçi kitleleri ve sistem tarafından dışlanıp ötekileştirilenleri ilgilendiren her konuda muhataplarımıza güven vermekle kalmayıp onları heyecanlandırarak motive edecek alternatiflerin temsilcisi militan sosyalist bir odak olarak görünür hale gelmek” varken; diğer yanında “Türkiye ve Kürdistan’ın çok zengin sosyalist gelenekleri var..” gibi güçlü bir girişten sonra birlik konusunu HDP-TİP’in seçim dönemindeki vekil çıkarma gerilimine eşitleyerek “Ciddi farklılıklarımız var;… gereğinde ittifak yaparak, gereğinde (birbirimizi çiğnemeden) birbirimizi eleştirerek olgunlaşabiliriz ancak” diyen Cihan Tuğal[28] var.
Öte yandan örtük, açık ya da utangaç biçimde “birlik gerekli ya da gerekiyorsa da ancak bizde birleşiriz” diyen de az değil. (bkz: Başaran Aksu, Gamze Taşçı, Ömer Yıldız, Muhammed Hizmetçi, Gülümser Seyitcemaloğlu’nun yazıları)
Açıkçası “birlik/ittifak” konusunda başta seçim ekseni üzerinde “birlik/ittifak” kuranların kendileri de dahil olmak üzere sol-sosyalist harekette yakın bir zamanda gözle görülür bir birliğin çıkmayacağı veya 2024 Yerel Seçimi’ne endeksli olacağı bu dosyada kendisini bariz biçimde göstermektedir. Öyle ki “birlik/ittifak” konusu -Devrim Hareketi adına yazan Erçin Fırat’ın yazısında olduğu gibi-[29] 2024 yerel seçimine endeksli veya endekslenmesi gereken bir olguymuş gibi ele alınabiliyor.
“Birlik çalışmaları yapalım”, “birlik şartları şunlar olabilir” diyen de var elbette… Nabi Kımran’ın peşinen düşülecek “fikirlerin maddi kuvvete” dönüşmesinde “fiili-meşru mücadele ve örgütlenme hattını bugünün başat mecrası…” olarak göstermesi; Levent Kara’nın [30] “düzen dışı hareketleri yapabilecek biçime” özeleştiri ve “yeniden kuruluş iradesi”ni önermesi; H. Selim Açan’ın “günümüzde tayin edici halkayı” eylem vurgusunu da yaparak konunun “teori-siyaset-örgütlenme-pratik bütünlüğü içinde” ele alınması gerektiğini söylemesi “birlik/ittifak” konusunda üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken çağrılardır.
Birlik/ittifak konusunda bu dosyaya katkı sunanlar başta olmak üzere devrim, sosyalizm adına cidden silkinip kendine gelmeyi tarihsel bir görev ve sorumluluk duyanlar yakın zamanda ortaya çıkmazsa, bu dağınıklığın karşılığını hayat acı bir biçimde verecek gibi görünüyor.
Dosyanın yeniden inşa sorusu ve buna karşı oluşturulan cevaplar, tutumlar, teoriler aslında yazılarda kendisini gösteriyor. Seçim ekseni üzerinde de olsa dünün, bugünün ve yarının değerlendirilmesi “sınıf”a yaklaşım temelinde şekillenecek.
Bu konuda iki ana hat var karşımızda: Birinci hat Ayşe Düzkan’ın ifadesi ile “proleterleşme süreci, yani özellikle beyaz yakalı olarak tanımladığımız emek gücünün itibar ve ücretindeki gerileme, alım gücünün daralması, hayat koşullarının zorlaşması…” ile “orta sınıf” konumunu kaybedenleri – literatürdeki ismi prekarya konumuna düşenleri- esas sınıf ve güç olarak tanımlayan bir hat var. Diğer hat ise Utku Balaban’ın güncel verilere dayanarak işaret ettiği, çoğunluğu “ülkedeki genel gelir seviyesinin de altında ve sürekli gerileyen asgari ücret alan”, tam da Marx’ın işaret ettiği, işçi sınıfını tanımlayan bir hat. Tabii bu iki yazar dışında bu iki hattın iç içe geçtiği ya da sınıf tanımının “sınıf” kelimesi ile kendinden menkul olduğu ya da “halk” biçiminde de muğlaklaştığı hatlar da var.
Önümüzdeki sürecin politik belirlenimleri bu iki hat üzerinden yürüyecek gibi gözüküyor. Eğer sınıf hareketi, kapitalist krizin geldiği aşamada 2023 Temmuz ortasından itibaren, sergilediği dinamizmi korur, istikrarlı bir yapı kazandırarak devam ettirirse bu süreç iki hattın gelecek pozisyonlarını belirleyecektir. Aksi halde bu iki hat ya kendi algıladığı ya da gerçeklikte gördüğü “sınıflar” üzerinden varlıklarına devam edecektir.
Başa dönerek bitirecek olursak, Sendika.Org’un kayda değer bu dosya çalışması, tekrar tekrar okunması, üzerinde düşünülmesi, dersler çıkarılması gereken bir çalışmadır. Ancak böyle bir dosya çalışması sadece bu başlıkla ve sadece Sendika.Org tarafından değil, ister kendilerini birbirine yakın gören siyasetlerce, isterse birbirinden çok uzakta duranların yan yana gelebileceği platformlarda, mecralarda sürdürülmesi gereken bir çalışmadır.
Ortada sol-sosyalist hareketin “neye ihtiyacı” olduğuna yönelik bir kakofoni olsa da bu kakofoniyi bir devrim senfonisine dönüştürme potansiyelimiz bugün için zayıf görünse de bu potansiyeli hayata geçirme ihtiyacımız bugün, özellikle yarın ve yarınlar için çok daha fazladır.
[1] Dosya soruları şunlardır.
[2] En genel anlamda gerçekliğin hareketi olarak tanımlayabileceğimiz diyalektik materyalizmin hareketi önceleyenin “sol” olarak; gerçekliği önceleyenin “sağ” olarak tanımlanması konumuz dışıdır.
[3] Gamze Taşçı, “Örgütlenmeyi bir siyasal yapının her günkü işi olmaktan çıkarıp taktik süreç bağlamına oturtmak başarısızlığa mahkumdur”, ( https://sendika.org/2023/07/gamze-tasci-orgutlenmeyi-bir-siyasal-yapinin-her-gunku-isi-olmaktan-cikarip-taktik-surec-baglamina-oturtmak-basarisizliga-mahkumdur-688476/ )
[4] Doğan Baran: “Yenilgi sosyalist hareketin bağımsız ve birleşik bir güç olamamasının sonucudur”, ( https://sendika.org/2023/07/dogan-baran-yenilgi-sosyalist-hareketin-bagimsiz-ve-birlesik-bir-guc-olamamasinin-sonucudur-689097/ )
[5] Muhammed Hizmetçi: “Yenilgiden değil, sosyal reformist partilerin politik iflasından söz edilebilir”, ( https://sendika.org/2023/07/muhammed-hizmetci-yenilgden-degil-sosyal-reformist-partilerin-politik-iflasindan-soz-edilebilir-688708/ )
[6] Nabi Kımran, “Tasfiye(cilik) süreci ve kuşatmayı yarmak üzerine”, (https://sendika.org/2023/08/tasfiyecilik-sureci-ve-kusatmayi-yarmak-uzerine-689975/)
[7] Kamil Tekerek: “Solun bağımsız hattını nasıl kuracağı sorusu merkeze konmalı, Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesi tam da bunu yaraladı”, ( https://sendika.org/2023/07/kamil-tekerek-solun-bagimsiz-hattini-nasil-kuracagi-sorusu-merkeze-konmali-kilicdaroglunun-desteklenmesi-tam-da-bunu-yaraladi-688955/ )
[8] Ayşe Düzkan, “Sosyalist mücadelenin öznesi, sosyalistler değil; halk ve sınıftır”, (https://sendika.org/2023/07/ayse-duzkan-sosyalist-mucadelenin-oznesi-sosyalistler-degil-halk-ve-siniftir-688375/ )
[9] Pelin Kahiloğulları: “Seçimlere girmek, özeleştiri gerektirmeyen, ülkedeki siyasal ve toplumsal gerçekliğin dayattığı devrimci bir faaliyetti”, ( https://sendika.org/2023/07/pelin-kahilogullari-secimlere-girmek-ozelestiri-gerektirmeyen-ulkedeki-siyasal-ve-toplumsal-gercekligin-dayattigi-devrimci-bir-faaliyetti-688992/ )
[10] Örneğin kendi illegal partisini kendi elleriyle tasfiye ederek, tam da Lenin’in işaret ettiği biçimde her yönüyle ekonomizm, Menşevizm sınırları içinde birkaç on yıldır siyaset yapan, dosyaya EMEP adına katkıda bulunan İskender Bayhan’ın Lenin’den uzun uzun alıntı yapmasını nereye koyacağız ?
İskender Bayhan, “Temel sorumluluğumuz, işçi sınıfının toplumsal yaşamın her alanında mücadelesini ve bağımsız politik örgütlenmesini güçlendirmek olmalı”, ( https://sendika.org/2023/07/iskender-bayhan-temel-sorumlulugumuz-isci-sinifinin-toplumsal-yasamin-her-alaninda-mucadelesini-ve-bagimsiz-politik-orgutlenmesini-guclendirmek-olmali-688472/ )
[11] Gülümser Seyitcemaloğlu, “Bu seçimin kaybedeni, kitleleri düzen içi çözümlere yönelten, düzen dışı her tür politikayı küçümseyenlerdir”, ( https://sendika.org/2023/07/gulumser-seyitcemaloglu-bu-secimin-kaybedeni-kitleleri-duzen-ici-cozumlere-yonelten-duzen-disi-her-tur-politikayi-kucumseyenlerdir-689266/ )
[12] Ömer Yıldız: “’Bir kez daha haklı çıkmaya’ değil, liberal kuşatmayı yarmaya ihtiyacımız var”, ( https://sendika.org/2023/08/omer-yildiz-bir-kez-daha-hakli-cikmaya-degil-liberal-kusatmayi-yarmaya-ihtiyacimiz-var-689398/ )
[13] Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, Sol yayınları, Ankara, 1993, sf.32-33
[14] Tenkit: kötüleme ya da bir şeyin içindeki kötü kısmı ayırma.
[15] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ankara, 1992, sf. 20
[16] Utku Balaban: “2023 seçimlerini okuyamama hâli, bu seçime ilişkin konjonktürel bir hata değil; 1980 sonrasındaki süreci okuyamama hâlinin bir uzantısıdır”, ( https://sendika.org/2023/07/utku-balaban-2023-secimlerini-okuyamama-hali-bu-secime-iliskin-konjonkturel-bir-hata-degil-1980-sonrasindaki-sureci-okuyamama-halinin-bir-uzantisidir-688943/ )
[17] Utku Balaban: “2023 seçimlerini okuyamama hâli, bu seçime ilişkin konjonktürel bir hata değil; 1980 sonrasındaki süreci okuyamama hâlinin bir uzantısıdır”, ( https://sendika.org/2023/07/utku-balaban-2023-secimlerini-okuyamama-hali-bu-secime-iliskin-konjonkturel-bir-hata-degil-1980-sonrasindaki-sureci-okuyamama-halinin-bir-uzantisidir-688943/ )
[18] Güneş Gümüş: “Kimlikçiliğin ve postmodernizmin baskın eğilim olarak yükselmesi sosyalist solu kitlelerden daha çok kopardı”, ( https://sendika.org/2023/07/gunes-gumus-kimlikciligin-ve-postmodernizmin-baskin-egilim-olarak-yukselmesi-sosyalist-solu-kitlelerden-daha-cok-kopardi-689054/ )
[19] H. Selim Açan: “Sosyalizmi unuttuk, sınıflar gerçeğini ve işçi sınıfını unuttuk, devrimci kitle çalışması anlamında ‘suda balık olmayı’ unuttuk”, ( https://sendika.org/2023/07/h-selim-acan-sosyalizmi-unuttuk-siniflar-gercegini-ve-isci-sinifini-unuttuk-devrimci-kitle-calismasi-anlaminda-suda-balik-olmayi-unuttuk-688688/ )
[20] Sungur Savran: “Yüzünü işçi sınıfına çevirmeyen sosyalizm modern küçük burjuvazinin oyuncağı olarak kalır, AKP’ye karşı da hiçbir işe yaramaz!”, “(https://sendika.org/2023/07/sungur-savran-yuzunu-isci-sinifina-cevirmeyen-sosyalizm-modern-kucuk-burjuvazinin-oyuncagi-olarak-kalir-akpye-karsi-da-hicbir-ise-yaramaz-688723/ )
[21] Fuat Yücel Filizler, “Üretim ve mücadele yetilerinin toplumsallaşması, sınıf ve sol”, ( https://sendika.org/2023/07/uretim-ve-mucadele-yetilerinin-toplumsallasmasi-sinif-ve-sol-688338/ )
[22] Fatih Yaşlı: “Krizi aşmanın yolu ‘halka gitmek’ten geçiyor; ‘dışarıdan’ bilinç götürmek ama ‘dışarıdan’ olmamak…”, ( https://sendika.org/2023/07/fatih-yasli-krizi-asmanin-yolu-halka-gitmekten-geciyor-disaridan-bilinc-goturmek-ama-disaridan-olmamak-688600/ )
[23] Olcay Çelik, “Yenilgiyi ilan eden şey seçim sonuçları değil, seçimlerin tek başına tayin edici bir durak”, ( https://sendika.org/2023/07/olcay-celik-yenilgiyi-ilan-eden-sey-secim-sonuclari-degil-secimlerin-tek-basina-tayin-edici-bir-durak-olarak-bellenmesidir-688324/ )
[24] Diğer yandan Ayşe Düzkan, Olcay Çelik gibi illegal yanlısı olmasa da zor dönemler de kadroların korunması gerekliliğini kafayı kuma gömmek üzerinden tarif ediyor: “Rejimin sertleşeceğini öngörüyorsak, kadroları korumak gerekiyor. Bu, yüzlerin göründüğü sosyal medya paylaşımlarından vazgeçmekten, başı darda olanları koruyacak mekanizmalara ve burada anmamın gereksiz olacağı önlemlere kadar bir dizi değişiklik gerektiriyor” (agm, boldlar bana ait)
Ayşe Düzkan’a ve onun gibi, haklı da olan, “kadroları koruma” endişesine sahip olanlara, Moskova Önleri romanında General Panfilov’un Momiş Uli’ye verdiği öğüdü hatırlatmakta fayda var: “Askerini korumak mı istiyorsun ? Onları savaşa sok.”
[25]Yaşar Ayaşlı, “İp koptuğu yerden bağlanır”, ( https://sendika.org/2023/08/ip-koptugu-yerden-baglanir-689445/)
[26] Başaran Aksu: “Bir güç siyasetine ihtiyacımız var, bu ihtiyaç da sola hâkim olan söylem, gösteri siyasetinden kopuşu zorunlu kılar”, ( https://sendika.org/2023/07/basaran-aksu-bir-guc-siyasetine-ihtiyacimiz-var-bu-ihtiyac-da-sola-hakim-olan-soylem-gosteri-siyasetinden-kopusu-zorunlu-kilar-688790/ )
[27] Hülya Osmanağaoğlu: “Sosyalist sol 20 yıllık sürekli yenilgisine yeni bir halka taktı sadece”, ( https://sendika.org/2023/07/hulya-osmanagaoglu-sosyalist-sol-20-yillik-surekli-yenilgisine-yeni-bir-halka-takti-sadece-689059/ )
[28] Cihan Tuğal, “Yan yana yürüyüp beraber vurabilmek”, ( https://sendika.org/2023/07/yan-yana-yuruyup-beraber-vurabilmek-689190/ )
[29] Erçin Fırat, “Sosyalistler kendi kavgasının yolunu örmemiş ve başkalarının kavgasında figüran olduğu için yenilmiştir”, ( https://sendika.org/2023/07/ercin-firat-sosyalistler-kendi-kavgasinin-yolunu-ormemis-ve-baskalarinin-kavgasinda-figuran-oldugu-icin-yenilmistir-688967/ )
[30] Levent Kara, “Reel Sol”, ( https://sendika.org/2023/07/reel-sol-689232/ )
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.