“Solun krizi oldukça derin ve karmaşık bir yapıya sahip, 20. yüzyılın ezber kavramları ve alışkanlıklarıyla ve her fırsatta ‘durmadan kendine vuran’ bir ‘özeleştiri’ saplantısıyla aşılamaz. Bu basit bir hatalı tutum sorunu değil ki özeleştiriyle aşılsın. Üstelik, aşılması gereken eski dönemin yönelimleri kendi dönemlerinde ‘yanlış’ değildi ki özeleştirisi yapılsın. Sorun, içinde olduğumuz kapitalizmin yaşadığı dönüşüm ve bu dönüşümün günümüzün komünistlerine dayattığı yeni paradigma, yeni kavramlar ve yeni örgütlenme yönelimlerinin keşfedilmesidir”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP) Dönem Sözcüsü Pelin Kahiloğulları ile.
Kahiloğulları, seçimlerin kritik bir kavşak olduğunu belirterek, seçimlere girmenin özeleştiri gerektirmeyen, ülkedeki güncel durumun dayattığı devrimci bir faaliyet olduğunu söylüyor. Kahiloğulları, sosyalist hareketin krizinin seçimlerle başlamadığını belirterek, “Sol sadece seçim sürecinde yapmadıklarıyla değil, sonrasında yürüttüğü tartışma ve değerlendirmelerle de bir güçsüzlük hatta siyasal sarhoşluk içindedir” ifadelerini kullanıyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Öncelikle sorduğunuz sorular, önceden sizin belirlediğiniz belli bir “doğru” üzerinden hareketle soruluyor. Seçimler sonucunda yenildiği için “solun” kendisini yenileyecek bir özeleştiri süreci içine girmesi gerektiğini varsayıyorsunuz. Sanki seçimlere girip seçim çalışmalarını mahalle mahalle örgütlemeye çalışan yapılar, sistemin yapısal sorunlarını seçimlerin çözemeyeceğini, Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği sınıfsal-ideolojik hattı ve Erdoğan’ın galip gelme olasılığını bilmiyorlarmış ama şimdi ortaya çıkan sonuçlarla bu gerçekleri görüp özeleştiri yapmaları gerekecekmiş gibi bir alt metine sahipsiniz.
Seçimlerin kritik bir kavşak, kitlelerin moral-motivasyonunun önemli bir dönemi ve faşizmin hamlelerinin ivmesini belirleyecek önemli bir moment olduğu gerçeğini görmezden geliyorsunuz.
Biz size bir soru soralım, o zaman seçimleri “gizli” boykot kararı alan yapılar, boykot kararını bırakalım kitleler içinde örgütlemeyi, söylem gücünü bile inşa edemediler, neden? Acaba bu utangaç kararın toplumda bir karşılığı olmadığını görüyor olmalarından olabilir mi?
Bize göre, seçimlere girmek, özeleştiri gerektirmeyen, tam tersine ülkedeki siyasal ve toplumsal gerçekliğin güncel durumunun dayattığı devrimci bir faaliyetti. Eğer başarılı bir pratik yürütülseydi, zaten var olan iktidara yönelik tepkilerin yükselmesi ve toplumsal bir meşruluk kazanması gerçekleşebilir, burada biriken enerji iktidarın zirvesine yöneltilebilir, Erdoğan yenilebilir, faşizm geriletilebilirdi.
Seçim sonrası solun en temel zaafı, Erdoğan’ın gayrimeşru galibiyetini bir gerçek olarak kabul etmesi ve bunun üzerinden yenilgili bir ruh haline düşüp adeta felç olmasıdır. Erdoğan öncülüğündeki iktidar koalisyonunun devlet şiddeti, medya ablukası ve seçim gecesi yaptığı binbir hileyle aldığı sözümona “galibiyet”, solu şaşırtmış, yeniden keşfedilecek bir strateji-taktik tartışmasına yöneltmiş, yenilgici bir söylem ve ruh hali hakim hale gelmiştir.
Sosyalist hareketin örgütsel ve politik krizi seçimlerle başlamadı.
Yakın tarihten baktığımızda, Gezi isyanını döneme özgü bir paradigmaya sahip olmadığı için anlayamama ve onunla uygun ilişki kuramamanın görünür hale soktuğu solun tasfiye süreci, pandemide panikçi bir içe kapanmayla derinleşti ve bugün geldiğimiz yerde solun belli yapıları, sınırlı sayıda kadrolarla sınırlı sayıda alanda ve üstelik süreklileştirdiği ültimatomcu söylemle gerçekle kopuştuğu bir varlık-yokluk zeminine düşmüştür.
Güncel olarak da sol sadece seçim sürecinde yapmadıklarıyla değil, sonrasında yürüttüğü tartışma ve değerlendirmelerle de bir güçsüzlük hatta siyasal sarhoşluk içindedir. İktidar biraz da bu güçsüzlüğün yarattığı boşluktan yararlanarak hızlı adımlarla ilerleyebiliyor.
Solun krizi oldukça derin ve karmaşık bir yapıya sahip, 20. yüzyılın ezber kavramları ve alışkanlıklarıyla ve her fırsatta “durmadan kendine vuran” bir “özeleştiri” saplantısıyla aşılamaz. Bu basit bir hatalı tutum sorunu değil ki özeleştiriyle aşılsın. Üstelik, aşılması gereken eski dönemin yönelimleri kendi dönemlerinde “yanlış” değildi ki özeleştirisi yapılsın. Sorun, içinde olduğumuz kapitalizmin yaşadığı dönüşüm ve bu dönüşümün günümüzün komünistlerine dayattığı yeni paradigma, yeni kavramlar ve yeni örgütlenme yönelimlerinin keşfedilmesidir.
Sollar, 21. yüzyılda kapitalizmin içine girdiği yeni konumlanmaya, yeryüzünün her alanına yayılıp derinleşmesine ve bağlı olarak son sınırlarına dek güçlenen içindeki yıkıcı dinamiklerin yeryüzündeki toplumsal yaşamı hatta canlı hayatın devamını yıkıma sürükleyen güncel sonuçlarına odaklanmalıdır. Bu sonuçların artık çok net olarak açığa çıkardığı yeni çatışma alanlarına uygun yeni devrimci-komünist paradigmayı, bu paradigmanın kavramlarını, örgütsel araçlarını ve pratiklerini gündemimize almak, keşfetmek zorundayız.
Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu proleterleşirken, neredeyse artık çıplak halde kendisini gösteren emek-sermaye çelişkisi dolayımıyla ortaya çıkan çok yönlü yeni çatışma ve direniş alanları hareket halindedir. Bu yeni toplumsallaşma ve çatışma hallerine uygun, bir paradigma, örgüt ve kadro ihtiyacını tartışamadığımız; güncel olarak da halkın farklı ihtiyaçlar temelinde sürdürdüğü direnişlerin içine girip onları örgütleyip politikleştiremediğimiz oranda solun krizinden sahici bir çıkışı mümkün olmayacak.
Durum, tekrarlayalım, böylesi bir konuda özel bir anlam taşımayan bir özeleştiri ile ele alınamayacak derinlikte ve kompleks bir yapıdadır.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Süreci bütün karmaşası ve çelişkileriyle görüp değerlendirmeye ihtiyacımız var. İktidarda olan AKP-MHP-Ergenekon koalisyonu, aldıkları gayrimeşru galibiyeti egemen bir gerçeklik haline getirmeye çalışıyor. Resmi sistem içi muhalefet de süreci bir parçalanmaya-tasfiyeye götürüyor. Millet İttifakı dağıldı; İYİ Parti hızla “aslına” dönmüş, CHP de koltuk savaşları içine düşmüş, neredeyse yerel seçimleri bugünden Erdoğan’a “hediye eder” hale gelmiş durumda.
Gayrimeşru iktidar koalisyonu, toplumsal muhalefete gözdağı vermeye, korkuyu egemen kılmaya, moral ve güç kaybını kalıcılaştırmaya çabalıyor. Şiddet, yalan, hile siyasetin ve gündelik hayatın tüm alanlarında hakim hale getiriliyor.
Halk, Gezi günlerinde özel bir güç kazanan ve kimi dönem pasif kimi dönem aktif biçimde devam eden direnişini ve özneleşme çabasını kendiliğinden tamamlayamaz. Bu sürece öncülük yapıp siyasileştirmesi gereken sosyalist yapıların yaşanan hareketlilik ve özneleşme arayışlarıyla ilişkisi ise “destek vermekle” sınırlı kalıyor.
Ne yazık ki seçim sürecinde de bunu aşan bir pratik sergilenemedi. Emek ve Özgürlük İttifakı’nda uzun süre devam eden “seçime nasıl girileceği” tartışması, Sosyalist Güç Birliği ile ortak bir yan yana gelme zemininin yaratılamaması ve kimi hareketlerin “steril” kalma kaygısıyla seçim sürecinin dışında konumlanması, halka güven veren bir güç alanının oluşturulamamasına yol açtı.
Bazı sol güçler seçimlerin de bir mücadele alanı-anı olduğunu görmezden geldi ve seçimler sanki mücadelenin dışındaymış gibi gerçekliği görmeyen değerlendirmeler yaptı.
Başka bir zaaf da siyasal bir darlaşma olarak kendisini gösterdi. Devrimci-halkçı bir seçeneğin inşası için sosyalist güçler, farklı alanlara yayılan toplumsal hareketler ve Kürt halk hareketinin ittifakı bir zorunluluktur. Bu gerçekliği atlayarak süreci sırf kendini güçlendirmekle sınırlayan yapıların nesnellikte dönüştürücü olma anlamında bir karşılığı yok. Nesnellik bizden çok yönlü ve dinamik bir hareketlilik talep ediyor.
Deprem sürecinde sosyalist yapıların büyük çoğunluğunun halka iç içe geçerek oluşturduğu dayanışma zemini, halkı devrimcilere yakınlaştırmış olsa da bu durum henüz bir kalıcı kazanıma dönüştürülmüş değil. Özellikle seçim sonrası yaşanan moral kaybı ve yazın yaşanan “durma” hali, deprem sürecinde solun sınırlı da olsa aldığı inisiyatifi hızla kaybetmesine yol açabilir.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Erdoğanist rejim seçim sonrasında kendini sürdürmede ve faşizmin kurumsallaştırmada, karşısındaki resmi muhalefetin sefilliği ve ne yazık ki biz sol güçlerin de inisiyatif alamamızın bir sonucu olarak hızlı adımlarla ilerlemeye çalışıyor. Siyasal alanda halen yerleşemedikleri konumları fethetmeye çalışırken; toplumsal yaşamı da dinbaz bir söylemle daha derinden fethetmeye çalışıyorlar. Çok yönlü ve militan bir süreç yürütmeye çalıştıkları görülüyor.
Ancak iktidar koalisyonu ne kadar çırpınsa da halen toplumun bütünü üzerinde tam bir egemenlik kuramıyor ve istediği yeni düzen için yeterli meşruiyet oluşturamıyor. Özellikle toplumsal hayatta attığı her ileri adımda direnişçi toplumsal güçlerle yüzleşiyor. Yine de yoğun bir baskı ile sokağı engellemeye, cemaat ve çetelerle toplumu kuşatmaya çalışmakta kararlı görünüyor.
Barınma, beslenme gibi en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı açlık düzeniyle toplumun büyük çoğunluğu acı bir şok içine hapsediliyor. Bu acının doğurduğu öfkenin kendilerine yönelmemesi için binbir manevra yapılıyor.
Ceplerindeki üç kuruşlarını alarak ya da emeklerini sömürerek yoksullaştırdıkları halkı iktidarın farklı yollarla dağıttığı sadaka ağlarının içine alarak kontrole almaya, kendilerine bağlamaya çalışıyorlar. Cemaatler bu konuda aktifleştiriliyor. Yani, yoksullaştırma bir iktidar olma biçimi haline sokuluyor.
Ek olarak, var olan öfkesini halkın birbirine, en yakınındakine yöneltmesi isteniyor. Ev sahibi-kiracı cinayetleri, göçmenlere dönük nefret, mahalle aralarına yayılan uyuşturucu ağları ve çeteleşme üzerinden günlük kavgalar-yaralanmalar ve sonuçta neredeyse gündelik yaşamın her anında toplu taşımadan markete, işyerine, apartman dairelerine yayılan bir karşı karşıya gelme hali oluşuyor.
Toplumsal çürüme bilinçlice yaygınlaştırılarak toplumun genelinde çaresizlik ve yalnızlıkla karışık bir ruh hali , “bir içe çökme” süreci inşa ediliyor. Seçimlerde daha somut görüldüğü üzere toplumsal gerçeklik zaten kaotik ve ek olarak, toplumun bir bölümü, ırkçı-dinbaz bir çukura sokulmuş durumda.
Bütün bu hamleleri kapsayan bir yönelim olarak Erdoğanist bir dini esas alan yeni bir anayasa ve bağlı olarak bir yeni uluslaşma süreci de artık açıktan yürütülmeye başlandı.
Ama, aynı anda güncellikte farklı toplumsal dinamikler, motokuryeler, LGBTİ+’lar, kadınlar, Kürtler kendi ihtiyaçları için harekete geçiyor. Elbetteki bu harekete geçme hali, Kürtleri ayrı tutarsak, siyasal hedeflerle güçlendirilerek ve kesintisiz biçimde ilerlemiyor.
Hedefli – programatik bir ilerleyişin sorumluluğu halka havale edilemez. Halk zaten uzunca bir süredir faşizm karşısındaki direnişini bir biçimde sürdürmeye çabalıyor. Görev solun, devrimcilerin, komünistlerin omuzundadır.
Yoksulların öfkesi, işçi sınıfının güncel ihtiyaçları için yaptığı grev ve direnişler, özellikle kadınlar, gençler, ekolojistler, Aleviler ve işçi sınıfının yeni üyeleri beyaz yakalıların öncülüğünde Gezi’de ortaya çıkan “Özgürlük” talebi, ekolojistlerin yurdun dört bir yanına yayılan doğayı savunma temelli direnişleri ve Kürt halkının özgürlük arayışının ortaklaştığı yeni bir demokratik toplumsallık ve demokratik bir cumhuriyet hedefinin pratikleştirilmesi gerekiyor. Bu, iktidarın toplumu sürüklediği bataklığa karşı özgürlüğün fiilen inşa edilmesi anlamına geliyor.
Üstelik, seçim sonrasında resmi muhalefetin yaşadığı itibar ve güç kaybı, solun önünü açıyor. Fakat yol taşlı, dikenli ve faşizm ilerleyişini sürdürüp kalıcılaştırabilmek için halkın en küçük örgütlenme alanlarına bile saldırıyor. Suruç bildirisi dağıtan gençlerin tutuklanması önümüzdeki dönemin konseptine işaret ediyor.
Tekrar edecek olursak aynı anda farklı gerçeklikler iç içe geçiyor; bildiri dağıtımı “yasaklanırken”, bir halk festivalini mahalle mahalle örgütlenebiliyor; sendikalar en ufak bir açıklamadan bile imtina ederken, motokuryeler direnişe geçebiliyor; korku egemen kılınmaya çalışılırken “kaybedecek hiçbir şeyinin olmaması” duygusu da yaygınlaşıyor.
İşte bu farklı gerçekliklere müdahale edecek bir mücadele ve örgütlenme döneminin sorumluluğu omuzlarımızda duruyor. Düzenin yarattığı toplumsal çöküş karşısında yaşanan bireysel öfkeyi kolektif bir zeminde birleştirecek ve eyleme dönüştürebilecek bir ilişkilenme tarzını inşa etmek zorundayız.
Sokakta olma halimizi çeşitlendirip halkla iç içe geçeceğimiz farklı etkinlik kanallarını açmalıyız. Solun geçmişten bugüne getirdiği hareket etme biçimlerini dönüştürmesi elzemdir, kimsenin devrimcilerin cesaretinden, feda gücünden şüphesi yoktur. Ancak cesaret, dönüştürücü olduğu oranda mevzi kazanır, aksi takdirde gerçeklikten kopuk ve kendinden menkul bir “kahramanlık halesi” yaratmaktan öte gidemez.
Cemaatlerin, çetelerin “oyun” alanları mahalle mahalle, işyeri işyeri genişliyor. X cemaatine bağlı Y uyuşturucusunu kullanan, Z sendikasında üye olan ustabaşı, formen, işçiler; çek-senet silah çetelerinin kuryesi gençler; X cemaatinin dikiş kursunda ya da pikniğinde sosyalleşen kadınlar; yaz boyu XY camilerinin kuran kursuna hapsedilen çocuklar…vd. İktidar bir cehennem inşa ediyor!
Mahalle mahalle, sokak sokak, işyeri işyeri yan yana gelmeleri örgütlemek, dayanışma ve mücadele ortaklığı zeminlerini yaygınlaştırmak ve bu alanların içinden politik çıkışların yapılabileceği bir güç alanı oluşturmak mümkündür.
Bu güç alanların günlük varoluş ve hareketlerine siyasal gerçekleri ve hedefleri gösterecek aydınlatıcı siyasal hamlelerin başarılabilmesi madalyonun diğer ve olmazsa olmaz bütünleyici tarafıdır.
Bunun için yaşamın her alanında nefes alıp verme ve bu tarzda bir devrimci varoluşu yayıp derinleştirerek süreklileştirme zamanıdır.