“Sosyalizm işçi sınıfının içine girmeli, onunla birlikte mücadele etmelidir; seçim ve parlamento fetişizmi terk edilmelidir; ama sosyalistler mümkün olduğunca geniş bir birlik halinde halkın önüne bir alternatif program ve politika koymalıdır; Marksizme geri dönüş bunların koşuludur; iktidarın kemer sıkma ve yapısal reform programı karşısında güçlü bir direniş ortaya konulmalıdır”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz Devrimci İşçi Partisi (DİP) Genel Başkanı Sungur Savran ile.
Savran, sosyalist hareketin seçimlerde yenilgi alıp almadığı sorusunun önemli olmadığını, sosyalist hareketin seçimler karşısında ve seçim politikasında bir yenilgi aldığını belirtiyor. “Hepimiz “devrimler tarihin motoru”dur diyen bir geleneğe sahip çıktığımızı söylüyoruz” ifadelerini kullanan Savran, “Ama Türkiye’nin “motoru”nu seçimlerde arıyor birçoğumuz! Gezi halk isyanı gibi bir olaydan sonra bile yüzünü derhal seçime (üstelik de yerel seçime!) çeviren bir sosyalist hareketin vay haline” diyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Önce sorunumuzun ne olduğunda anlaşalım. Daha seçim öncesinden başlayarak, Sendika.Org’un seçimlere yaklaşımının, partimiz DİP gibi, seçimi halka neredeyse kurtuluş yolu gibi gösteren yaklaşıma karşı olduğunu biliyoruz. Ama bir seçimden sonra “sosyalist hareket açısından yenilgi” denir denmez herkes bir seçim yenilgisi düşünür. Oysa bugün sosyalist hareketin seçimlerde bir yenilgi alıp almadığı sorusu önemli değil. Sosyalist hareket seçimler karşısında büyük bir yenilgi aldı, seçim politikasında bir yenilgi aldı. Bunun da iki boyutu var: Biri seçimi politik hayatın merkezine koymak. Öteki sosyalizmi halkın önüne bütün burjuva partilerine karşı bir alternatif olarak koyamamış olmak.
Açık konuşalım: Türkiye sosyalist solunun ezici çoğunluğu parlamentarizm sapmasından mustariptir. Bu da yeni bir şey değildir. Sendika.Org seçimi değerlendirdiği yazısında “seçim gecesinden itibaren önümüzdeki yerel seçimler dillendirilmeye başlandı” diyor. Çok doğru. Doğruluğunun yanı sıra, bunu yapan sosyalistlerin de hiçbir deneyimden hiçbir ders almaya açık olmadığını gösteriyor.
Ama bu bir ilk mi? Çoğu sosyalistin düşündüğünden farklı olarak Gezi halk isyanı Haziran’a özgü değildi, eylülde sona erdi. Zaten Gezi şehitlerinden Ahmet Atakan’ı Antakya Armutlu’da eylül ayında yitirdik. O eylül ayında, her yıl toplanan Karaburun Konferansı’nın düzenleyicileri çok iyi bir iş yaptılar ve açılış panelinde bir dizi sosyalist parti ve hareketin temsilcilerini bir araya getirerek Gezi’yi tartıştırdılar. Orada yaklaşık bir düzine parti ve hareket vardı. Herkes, tekrarlıyorum herkes, bundan sonra yüzümüzü 2014 Mart ayında yapılacak seçimlere çevirmemiz gerektiğinde hemfikir oldu. Bir tek Devrimci İşçi Partisi adına biz, bunun bütünüyle yanlış olduğunu, seçimlerin Erdoğan’ın en güçlü olduğu alan olduğunu, Türkiye’nin isyan konjonktürünün durulmamış olduğunu, yakın dönemde yeniden önemli harlanmalar yaşanabileceğini, yüzümüzü bu alana çevirerek uyanık olmamız gerektiğini söyledik. Nitekim sadece üç ay sonra 17-25 Aralık geldi. Halk isyanının sarstığı iktidar kendi içinde bir hesaplaşmaya girişmiş, bin bir türlü pislik orta yere saçılmıştı. Sol, “hepsi gitsin” diyerek mücadeleyi yeniden ve daha güçlü şekilde yükseltmeliydi. Hiçbir hazırlığı olmayan sol kısa bir an sokağa çıktıktan sonra geri çekildi. Sonra yerel ve cumhurbaşkanı seçimlerinden karşı kamp başarıyla çıktı. Ardından Kobani Serhildanı geldi. Gezi dünyası o kadar terk edilmişti, isyan ruhu o kadar unutulmuştu ki, Kürt göstericilere, gerici İçişleri Bakanı’nın takmış olduğu “vandal” adıyla hakaret eden solcu yazarlar bile çıktı!
Şimdi “sokağı örgütlemiyoruz” ya da “örgütleyemiyoruz” demek doğru ama çok da işe yaramaz. Bir ülkenin politik hayatı böyle dönüm noktalarında belirlenir. Hepimiz “devrimler tarihin motoru”dur diyen bir geleneğe sahip çıktığımızı söylüyoruz. Ama Türkiye’nin “motoru”nu seçimlerde arıyor birçoğumuz! Gezi halk isyanı gibi bir olaydan sonra bile yüzünü derhal seçime (üstelik de yerel seçime!) çeviren bir sosyalist hareketin vay haline! (Bizi seçimleri önemsememekle eleştirecek olanlara biraz sabırla az aşağıda bu konuda söyleyeceklerimizi beklemelerini önerelim.)
Parlamentarizmi bazı siyasi gelenekler açısından anlamak kolay. Bazıları içinse insan hayretler içinde kalıyor. Burada Türkiye solunun 1971 devrimci hareketi ile yaşadığı büyük yol ayrımını kastediyorum. O yol ayrımını o günün koşullarında Che ve Çin etkisi altında yüzünü halk savaşına veya fokoculuğa dönmeye indirgeyen bence gerçek kopuşun ne olduğunu anlamamıştır. 1971 devrimcileri, Deniz’ler, Mahir’ler, İbo’lar, işin özünde, birinci TİP’in parlamentarizmine, tarihî TKP’nin Şefik Hüsnü’den beri gelen CHP kuyrukçuluğuna, Mihri Belli’nin burjuva devletinden kopamayışına karşı isyan bayrağı açmıştı. Şimdi onların geleneğinden gelen parti ve hareketlerin birinci TİP-tarihî TKP geleneği gibi parlamentarizme ve kuyrukçuluğa geri dönmesi herkesi çok düşündürmeli.
İkinci büyük sorun da işte bu kuyrukçuluktur. Türkiye solu sadece parlamentarist bir sapma içinde değildir. Aynı zamanda siyasi iradesini bir burjuva partisine teslim etmiş, adım adım oluşan istibdada karşı her seçimde, tekrarlıyoruz her seçimde, CHP’nin cumhurbaşkanı ve belediye başkanı adaylarını, faşist geçmişlerine hâlâ sahip çıkanlar dâhil olmak üzere desteklemiş, işçi sınıfına, emekçilere, ezilenlere kurtuluş yolunun CHP’nin şu ya da bu yöntemle AKP’den daha güçlü hale getirilmesi olduğu sabit fikrini aşılamıştır. Sorun bu seçime özgü değildir. Sorun stratejik bir sorun halini almıştır.
Tarihî olarak baktığımızda Türkiye solu Şefik Hüsnü’den 1971 devrimci hareketine kadar bu anlamda Menşevik bir politika izliyordu. Şimdi 1971 hareketinin sosyalizmin ve buna bağlı biçimde işçi sınıfının siyasi olarak burjuvaziden bağımsızlaşması yolundaki atılımının da terk edildiğini ve sosyalist hareketin yeniden Menşevikleşmesi yoluna girildiğini görüyoruz.
Özeleştirisi verilmesi gereken esas meseleler bunlardır. Yani çok radikal, çok kapsamlı meseleler.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
İlk sorunuza cevap verirken, seçimin sosyalistler için hiç de önemsiz olmadığını söylemiştik. Bununla kastettiğimiz, seçim ve parlamentoya, hatta belediyelere ilişkin politikanın, kitleleri devrime hazırlamak için her alanda yürütülecek politikaya hizmet etmesidir. Günbegün işçi sınıfı ve geniş emekçi kitleler içinde ve onlarla birlikte verilecek mücadeleler önceliklidir. Bu mücadeleler, odak noktasına devrimci bir proletarya partisinin inşasını yerleştirmelidir. İşçi sınıfının ve müttefiki olabilecek güçlerin en basit mücadelelerinden başlayarak en devrimci atılımlarına kadar her alanda onların yanında, bir adım önünde durmalıdır sosyalistler.
Demek ki, birincisi, parlamentarizm terk edilmeli, ikincisi, bütün burjuva partileri karşısında işçi sınıfının bağımsız politikası yükseltilmelidir. Buraya kadar söylediklerimiz sadece başlangıç noktasıdır. Sosyalist politika açısından aslidir. İşçi sınıfı odaklı politika, devrimci bir proletarya partisinin inşası, sınıf bağımsızlığı, yani bütün burjuva partilerine karşı işçi sınıfının tarihî çıkarları doğrultusunda oluşturulan bir strateji, bütün sömürülen ve ezilen sınıf, katman ve sınıf dışı toplumsal grupları proletaryanın programı etrafında toplamak üzere onların mücadelelerine omuz vermek ve böylece proletaryanın hegemonyasını kurmak. Bunlar sosyalist devrime, işçi sınıfı iktidarına giden yolda olmazsa olmaz yönelişler.
Bir de günümüzün somut koşullarına ilişkin stratejik ve taktik sorunlara çözüm getirmek gerekir. Burada çağımızın özellikleri bakımından en stratejik konu, bütün dünya solunun proletaryayı merkeze alan yaklaşımdan kopmuş olmasıdır. Berlin Duvarı’nın altında kalan bütün sol hareketler, sosyal demokrasiden ta Die Linke ya da Syriza gibi kendine sosyalist diyen “geniş partiler”e, hatta geçmişte devrimci mirası savunan nispeten daha küçük gruplara kadar, sınıf merkezli politikayı gündemlerinden çıkarmışlardır. Bu partiler proleter partisi olma çabasını bütünüyle terk ederek yüzlerini modern küçük burjuvaziye (serbest meslekler, bazen söylendiği gibi “profesyoneller”) çevirmişlerdir. Bu, bütün dünyada çağımızın stratejik sorunudur zira işçi sınıfı bu yüzden desteğini ön-faşist, faşist ya da her ülkenin geleneğine göre özgül ideolojik konumları olan sağcı, gerici, geçmişe özlem duyan partilere yöneltmiştir. İşçi sınıfını geri kazanmak, dünyada ve Türkiye’de ana stratejik görev budur. Hemen ekleyelim: Bunun ideolojik ve programatik uzantısı Marksizmin canlanması için büyük bir mücadele olmalıdır. Yüzünü işçi sınıfına çevirmeyen sosyalizm modern küçük burjuvazinin oyuncağı olarak kalır, AKP’ye karşı da hiçbir işe yaramaz!
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki durum hiç de özel veya şaşırtıcı değildir. İşçi sınıfı ve emekçilerin AKP ve MHP gibi partileri desteklemelerini bir türlü anlayamayan, Anadolu halkını doğası gereği gerici olmakla suçlayan, onu hor gören, kendini pek aydın sanan koskoca bir grup biraz kendine gelip dünyaya baksa, olan biteni belki daha iyi anlar. “Aydınlanma, aydınlanma” deyip duranlar geçmişte Aydınlanma’nın en hasının yaşanmış olduğu ülkede, Fransa’da faşist adayın son cumhurbaşkanı seçiminde ikinci turda Fransızların yüzde 42’sinin oyunu aldığının farkında değil mi hâlâ? “Bizim işçimiz, köylümüz cahil” deyip duranlar bu insanların bilincinin ve bilgisinin tarihî oluşumunun sorumluğunun o çok övdükleri burjuva cumhuriyetinin 100 koca yıllık politikalarında yattığının farkında değiller mi?
Batıcı, toptan emperyalizm yanlısı burjuva partilerini desteklemeyi strateji haline getirip bağımsız bir işçi sınıfı politikasının oluşmasını engelleyenler işçi-emekçi halkı AKP’ye doğru ittiklerini artık görseler iyi olacak!
Devrimci İşçi Partisi’nin politik faaliyetinin merkezinde işçi sınıfının bir devrimci partide örgütlenmesini sağlamayı hedefleyen bir mücadele yatıyor. İşçilerin sınıf mücadelesine girdiği andan itibaren hangi burjuva partisine oy vermiş olduklarından bağımsız olarak kendi somut çıkar ve ihtiyaçları doğrultusundaki mücadelelerinde yanlarında, önlerinde olan bir partiye büyük bir güvenle yaklaştıkları günbegün yaşadığımız deneyimin bize öğrettiğidir. Madem emekçi halk AKP’nin çoğunluğu elde etmesinin anahtarıdır, bizim bütün faaliyetimiz de emekçi halkı AKP’den koparmaya yöneliktir.
Burada Gezi dönemindeki tartışmayı yine hatırlatacağım. Kobani Serhildanı’ndan altı ay sonra, Mayıs 2015’te bir de popüler kültürde “metal fırtına” olarak bilinen dev işçi mücadeleleri başladı. Seçim önceliğini savunmuş olan arkadaşlarımız sanırım ya hiçbir şey yapmadılar ya da istisnai olarak göstermelik bir ilgi gösterdiler. Devrimci İşçi Partisi’nin bugün metal sektöründeki güçlü varlığının kökleri o mücadelelerde yaptığımız atılımda yatar. Partimizin genel olarak işçi çalışmasında pişmesini sağlayan ise 2009-2010 yılındaki 72 günlük Tekel direnişidir. Gece gündüz işçilerle birlikte mücadele ederek öğrendik proletaryanın içinde çalışmayı. Türkiye sosyalist hareketinde bu yok! Başkalarına da tavsiye ederiz.
Kısa vadeli yönelişimizde ise sosyalizmin sesini yükseltmek ve emekçi halka istibdat karşısında CHP dışında bir alternatif olduğunu gösterebilmek büyük önem taşıyor. Bize “seçimde Kılıçdaroğlu’na oy vermemekle ne kazandınız?” diye soranlar var. Biz sadece bu tutumu öne sürmedik ki. Seçimden bir yıl öncesinden başlayarak ısrarla bir bağımsız sosyalist odak kurulmasını, yeni rejimde etkili tek organ yürütme olduğuna göre bu sosyalist odağın bir sosyalist/işçi adayı göstererek, işçi emekçi ezilen halkın karşısına başka bir program ve sesle çıkmasını savunduk. Şayet bu öneri uygulanabilseydi, ikinci turun eşiğinde sosyalistler halka hitap etmek bakımından muazzam bir fırsat yakalamış olurlardı. İzlenen politikanın zararları seçimden sonra çok anlatıldı, herkes daha çok bilincinde artık. Burada seçime Menşevik yaklaşımın sınıfın bağımsız bir politikasının oluşturulmasına nasıl engel olduğunu görmüş oluyoruz.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Dört alan kendini hemen hissettiriyor. İlki elbette halkın şimdiden canını yakmaya başlayan, yerel seçimlerden sonra durumu korkunç hale getirecek olan ekonomi politikası alanıdır. Önümüzdeki bütün bir dönemin mutlak önceliği iktidarın başlattığı, burjuva muhalefetinin de mahcup biçimde desteklediği, hatta “evet ama yetmez” dediği bu politikaya karşı sınıf saflarını sıklaştırarak mücadele etmektir. Bir bakıma Türkiye’nin geleceği bu alanda belirlenecektir.
İkinci alan Kılıçdaroğlu’nun sayesinde büyük bir Meclis çoğunluğunun gerici partilerin eline geçmiş olmasının da katkısıyla Alevilerin, gençliğin ve eğitimin, kadınların ve eşcinseller, translar gibi ezilen grupların haklarına ve kazanılmış mevzilerine ağır bir saldırı olarak kendini gösteriyor. Hem bu haklar ve mevziler hem de toplumu tek bir din ve mezhebin inanç ve anlayışları doğrultusunda biçimlendirmeye yönelen bir politika karşısında laiklik elbette savunulacaktır. Ama laiklik konusunda epeyce soyut aydınlanmacı bir retorikle ve “hayat tarzı” sosuyla yürütülecek bir tartışmanın sonuç alıcı olacağını sanmıyoruz. Proleter laikliği, esas olarak, halkın sınıf temeli yerine din ve mezhep temelinde bölünmesine karşı güvenceyi ilk sıraya koyarak yürümeli, dinin, insanların kendi özel hayatlarında yerine saygılı bir tutumu kamu alanında, devlet yönetiminde, eğitimde, kadınların özgürlüklerin belirlenmesinde dünyevi kıstasların uygulanmasının savunulması ile birleştirmelidir.
Üçüncü alanı sol görmezlikten gelmeyi tercih ediyor: “Dış ilişkiler” diye anılan alan bu. İstibdat seçim kazanmak amacıyla ekonomiyi tarumar ettiği için şimdi gözü Londra City’de, Wall Street’te, Körfez gericiliğinde, Frankfurt’ta Avrupa Merkez Bankası’nda, Brüksel’de NATO’da. Sol neden görmezlikten geliyor bunu? Çünkü sol Avrupa Birliği aşkıyla anti-emperyalizmi terk ettiği, son yıllardaki stratejik yaklaşımı dolayısıyla burjuva demokrasisine teslim olduğu için Ukrayna savaşının emperyalizmin ve NATO’nun savaşı olduğunu kabul etmek işine gelmiyor. Erdoğan, bırakın Finlandiya ve İsveç’i, Ukrayna denen faşist “iltisaklı” rejim altındaki kukla rejimi NATO’ya almaya hazır olduğunu söylüyor. Emperyalizme el açmak Türkiye’nin başına savaş belaları sarabilir. Sağlam bir anti-emperyalist ve anti-Siyonist NATO karşıtı politika, üstelik İstibdadın tabanını oluşturan emekçi halk kitlelerinin de kulak vereceği bir mesele olarak bir zorunluluktur. Solun bu alandaki yalpalamalarını hızla terk etmesi gerekiyor.
Nihayet, Kürt sorunu da daha fazla tartışmaların merkezine kayacak gibi görünüyor. Bütün her şey, yeni bir burjuva partisinin kurulması, HÜDA-PAR ve onun seçim öncesi Barzani ziyareti, Galip Ensarioğlu’nun açıklamaları, bir şeylerin hazırlandığını düşündürüyor. Kürt hareketinin içinde doğan gerilimlerin de bu meselelerle ilgili olduğu tahmin edilebilir. Türkiye sosyalizminin Kürt sorununa kayıtsız kalarak, adını ağzına bile almadan düzgün bir politika yürütmesi mümkün değildir. AKP’nin yeni politikası karşısında Kürt halkının haklarını sonuna kadar savunan ama izlenen politikaların eleştirel bir değerlendirmesine dayanan bir hat izlenmelidir.
Söylediklerimi özetlemek isterim: Sosyalizm işçi sınıfının içine girmeli, onunla birlikte mücadele etmelidir; seçim ve parlamento fetişizmi terk edilmelidir; ama sosyalistler mümkün olduğunca geniş bir birlik halinde halkın önüne bir alternatif program ve politika koymalıdır; Marksizme geri dönüş bunların koşuludur; iktidarın kemer sıkma ve yapısal reform programı karşısında güçlü bir direniş ortaya konulmalıdır; anti-emperyalist bir politika AKP’nin halk nezdinde teşhiri için çok önemlidir; laiklik işçi sınıfının çıkarları ve birliği perspektifinden savunulmalıdır.
Okurlarınıza, size ve hepimize önümüzdeki dönemde yaklaşan büyük mücadelelerde başarılar dilerim.