“Devrime öncülük iddiasında samimi sosyalistler olarak bir gerçeği dürüstçe teslim etmek zorundayız: Mevcut halimiz, siyaset tarzı ve alışkanlıklarımızla hiçbirimiz kendi dışımızdakileri de arkamızdan sürükleyebilecek bir konum, güç ve etki sahibi değiliz. Başkalarıyla kıyaslandığında sahip olduğumuz göreli üstünlükler kimsenin başını döndürmemeli. İşçi sınıfı başta olmak üzere toplumdaki karşılığımız ortada. Öte yandan hayat ve tarih bizi beklemiyor. İddia ettiğimiz devrimci öncülük rolünü oynayacaksak bunu daha fazla gecikmeden bugün, bir an önce oynamalıyız”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz Alınteri yazarı H. Selim Açan ile.
Açan, ağır bir yenilgi yaşanmış olsa da bu sonucu salt seçim sürecine bağlamanın yanlış olduğuna dikkat çekerek, “Yenilginin bütün paydaşları olarak bu sonuçla tarih aslında her birimizin yüzüne ayna tuttu” diyor. Açan, sosyalist hareketin mevcut durumuyla ilerleyemeyeceğinin altını çizerek, “siyaset tarzı ve alışkanlıklarımızla hiçbirimiz kendi dışımızdakileri de arkamızdan sürükleyebilecek bir konum, güç ve etki sahibi değiliz” diyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Sadece sosyalist hareket adına değil -tabii ki onu da içeren- ama ondan da önce ‘Tayyip karşıtlığına’ indirgenmiş seçime endeksli bir “muhalefet” anlayışı adına alınmış ağır bir yenilgi var ortada. Onun yarattığı bir hayal kırıklığı ve moral çöküntü var. Fakat bu sonucu salt son seçim sürecine bağlamak kanımca yanlış olur. Yenilginin bütün paydaşları olarak bu sonuçla tarih aslında her birimizin yüzüne ayna tuttu. Yıllardır unuttuklarımızın, bıraktığımız boşlukların, yaşadığımız eksen kaymalarının sonucunu adeta yüzümüze çarptı.
Kökleri öncesine uzanmakla birlikte iyi-kötü birikmiş bir kadro kuşağının biçilmesini kolaylaştırdığımız 2000 sonrasında -devrimci sosyalistlik iddiasında olanlarımız dahil- ‘sol’ olarak biz aslında kendimiz olmaktan çıktık. Sosyalizmi unuttuk, sınıflar gerçeğini ve işçi sınıfını unuttuk, devrimci kitle çalışması anlamında “suda balık olmayı” unuttuk… Bunların yerini kimlik ve kültür politikaları, demokratik haklar savunuculuğu, gündem oluşturmayı değil gündem olmayı/popülerliği esas alan ‘gösteri siyaseti’, Taksim ve Kızılay’dan başlayarak adım adım geri sürülüp polis kalkanlarının arkasına sıkıştırılabilecek kadar azaldığımız basın açıklamaları vd. aldı.
Dünya çapında tıkanmış-iflas etmiş bir sistem gerçekliği var karşımızda. Bu sadece ekonomik bir kriz değil aynı zamanda siyasi bir kriz, sosyal bir kriz, ideolojik ve ahlâki bir kriz. Proletaryanın şahsında insanlığın kurtuluşunu amaçlayan sosyalistler olarak bu elverişli nesnel durumu devrimci stratejik ve taktik politikalarla sosyalizme -ve kendimize- kaybettiği(miz) itibarı yeniden kazandıracak bir güç toplama ve sıçramalı gelişme fırsatı olarak değerlendireceğimiz yerde, krizdeki derinleşmenin kendiliğinden devrimci sonuçlar doğuracağı beklentisine girdik. Devrime öncülük/devrimci öncülük misyonunun boşlanması anlamına gelen bu kendiliğindencilik, son seçim sürecinde “Boş tencerenin götüremeyeceği iktidar yoktur” rehaveti biçiminde karşımıza çıktı. Sonuçta kendi dışımızdaki etkenlere ve güçlere bel bağlar hale geldik.
Gücümüzü aşan etken ve dinamikler kadar kendi yetmezliklerimizin, dar görüşlülüklerimizin, akıl almaz hatalarımızın sonucu uğradığımız güç ve mevzi kayıplarının yol açtığı özgüven yitimi ve ideolojik kaymaların toplam sonucu olarak ortaya çıktı bu sürükleniş hali. Neoliberalizmin ideolojik yörüngesine girenler “değişim” adına gönüllü kapıldılar bu dalgaya. Göğüs germekte ısrarlı olanlar ise bir de bu tasfiyecilikle boğuşmak zorunda kaldılar. Bu ortamda mevcudu korumayı esas alıp çoğu kez gündelik göreli başarılarla yetinen bir konjonktür solculuğu boy verdi.
Bu siyaset tarzının karakteristik özelliklerinden biri de temsil etme iddiasında bulunduğu değerlere ve tarihsel amaçlara bağlılığını lafta sürdürüyor görünmekle birlikte pratikte başkalarına bakarak siyaset yapmak. Şu son seçim sürecinde ‘farklı bir yolu’ temsil iddiasında bulunanlar bile bağımsız bir hat izlemek yerine başkalarının ağzına baktılar. CHP’nin tutumu esas alınarak pozisyon belirlendi. Sonuçta, mülteci düşmanlığı dışında tek bir cümleleri olmayan ırkçı faşist Sinan Oğan-Ümit Özdağ ikilisi kadar etki ve ağırlık sahibi olunamadı. Dahası en komünist geçinenimizin dahi arkasına dizildiği Kılıçdaroğlu’nun 3-5 oy uğruna bunlarla girdiği iğrenç pazarlığa bile tavır alınamadı.
Sonuç olarak, tarihsel amaçlarımıza ve bizi biz yapan değerlere bağlılığı sürdürmekte ısrarı ‘dogmatik tutuculuk’ olarak hor görüp ‘gerçekçi’ olmak adına gündelik siyasetin rüzgarlarına göre yelken açmayı marifet sayan realpolitikerliğin bizi getirdiği noktanın özetidir son seçimlerin sonucu.
Dolayısıyla samimi ve ciddi bir özeleştiriye yöneleceksek “Biz kimiz” sorusunu sorarak işe başlamalıyız. Hangi tarihsel amaçları güdüyoruz, hangi iddianın sahibiyiz, hangi tarihsel miras ve geleneklerin takipçisiyiz… bunları hatırlamalıyız. Yalnız bu hatırlama nostaljik bir mistifikasyona da dönüşmemeli. Naftalin kokan bir geçmiş özlemi (ve istismarı) biçiminde yozlaştırılmasına meydan verilmemeli.
Bu hatırlamaya ihtiyacımız var, çünkü devrimci sosyalist hareketin geçmişte nicel gücünün kat kat üstünde bir politik etki ve manevi otorite sahibi olmasını sağlayan yöntem ve yönelimler o hazinede mevcut. İşin acı tarafı, ‘değişim-dönüşüm’ adına bizim bordadan atıp unuttuklarımızı bugün sınıf düşmanlarımız, politik hasımlarımız uyguluyorlar.
Bu bağlamda hatırlamamız gerekenlerin başında işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde çalışmayı esas almak, onların hayatlarına dokunmanın ötesine geçecek şekilde süreklileşmiş örgütlü ilişkiler kurma yöneliminde ısrar gelmeli. Düşünebiliyor musunuz, memlekette ‘komünist’, ‘sosyalist’, ‘işçi sınıfı devrimcisi’ olduğunu iddia eden onlarca çevre ve örgüt var. Fakat Yeniden Refah Partisi denilen geçmiş kalıntısı gerici bir parti bile üstelik Tuzla, Gebze, Kocaeli, Sakarya gibi işçi havzalarında hepimizin toplamından fazla oy alabiliyor. ‘Sosyalistlik’ iddiasında olanların takkeyi önlerine koyarak düşünmeleri -yanı sıra utanmaları- için bundan daha sarsıcı bir uyarı olabilir mi?
Dolayısıyla seçim sonuçlarının yarattığı şok ve tepkilerin basıncıyla özeleştirel bir sürece girmiş gibi görünüp sorunu hâlâ sandıklara sahip çıkamamak, ittifak siyaseti ve aday seçiminde yapılan hatalar vb. sınırları içinde ele alıp tartışmanın yanı sıra yenilgiyi kendi dışımızdaki etkenlere yani yarışın eşitsizliğine, iktidarın çevirdiği dolaplara, baskıya, hilelere vb bağlamak gaflet uykusundan uyanmamakta ısrardan başka anlam taşımıyor.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Sonuçların yarattığı hayal kırıklığı seçime yüklenen anlamların büyüklüğü ölçüsünde büyük oldu. İlerici kamuoyu düpedüz şoka girdi. İktidar şimdi bu şoku büyütüp kalıcı bir moral çöküntüye, mecalsizlik ve teslimiyete dönüştürmeye çalışacaktır. Bunun ilk adımlarını Can Atalay ve Merdan Yanardağ örneklerinde gördük zaten. Cumartesi Anneleri’ne uygulanan zulmü sürdürmekte ısrarı ya da “kaçak elektrik kullanımı” bahanesiyle Mardin ve Urfa’da halkı elektriksiz bırakma vicdansızlığı gibi örnekleri de bu kapsamda anabiliriz.
Seçim öncesi en çok duyduğumuz parlamenter budalalık örneklerinden biri de “Tayyip Erdoğan bu seçimi kazanacak olursa faşizmin kurumsallaşması hızlanacak” teziydi. Emperyalizm çağının ve neoliberal birikim modelinin karakteristik eğilimleri yanında Türk tekelci burjuvazisinin yapısal-tarihsel zaaflarından koparılarak ele alınan bir faşizm kavrayışının çarpıklığı da bir yana 2018 sonrası hızlanan parti devlete dönüşüm gerçeği ortadayken faşizmin kurumlaşması sorununu hâlâ ‘geleceğe ait’ bir tehlike olarak tanımlamak gibi bir aymazlıkla malûldü bu tez. Bu şerhi baştan düşerek şunu söyleyebiliriz: Burjuva demokrasisi gibi faşizm de hiçbir zaman donmuş, değişmeyen sabit bir biçime sahip değildir. Bu bağlamda, kendini daha fazla tahkim edip Tayyip Erdoğan’ın “Kültürel hegemonyamızı kuramadık” yakınmasında dile getirdiği gibi zayıf kaldığını düşündüğü konularda ‘fırsat bu fırsattır’ anlayışıyla yeni adımlar atması beklenmelidir.
Kürt özgürlük mücadelesi başta olmak üzere mevcut direniş dinamiklerine yönelik daha kapsamlı tasfiye saldırılarına hazırlıklı olmalıyız. Kürt özgürlük hareketine karşı bir taraftan savaş ve baskı politikalarını tırmandırırken diğer taraftan HÜDA-PAR ve tarikatlar aracılığıyla tabanda bir çözülme yaratmaya çalışacaktır.
Buna ilaveten iktidardaki faşist koalisyonun ve Meclis’teki müttefiklerinin gerici karakteri göz önüne getirilecek olursa özellikle üç konuda saldırganlığın vites büyütmesini beklemeliyiz: Laikliğin kaldığı kadarıyla da tasfiyesi, kadına yönelik saldırıların tırmanması ve emeğin sıkı bir cendereye alınması. Bunların her biri önümüzdeki dönemin sert çatışma konuları olarak karşımıza çıkacak. AKP’nin yeni Anayasa hazırlığı ile Eğitim Bakanı’nın karma eğitime son verme niyetlerini dışa vurumu bu çatışmaların habercisi olarak görülmelidir.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Sosyalist hareketin krizini aşabilmesi, teori-siyaset-örgütlenme-pratik bütünlüğü içinde ele alınmayı gerektiren kompleks bir sorun. Bu bütünlüğü gözden kaçırmamak kaydıyla günümüzde tayin edici halkayı eylem oluşturuyor.
Bu vurguyu özellikle de çözümü hâlâ yeni teorik açılımlar hatta yeni bir program ortaya koymakta gören yaklaşımları dikkate alarak yapma ihtiyacı duyuyoruz. Bu vurgu, dünya burjuvazisinin iflas etmiş kapitalist emperyalist sistemi ayakta tutup sürdürebilmek için yeni yol ve birikim modelleri aradığı bir süreçte karşımıza çıkan teknolojik ve siyasal gelişmelerin insanlığın bugünü ve geleceği açısından içerdiği riskler kadar azami kâr amacını esas alan özel mülkiyet düzenine son vererek işe başlayacak gelişkin bir sosyalizmin inşası açısından sunduğu fırsat ve olanakların çözümlemesini ihmal eden bir teoriye kayıtsızlık anlamına gelmiyor elbette. Tersine neoliberal birikim modelinin, üretimin örgütlenmesinden sınıfların yapısına, burjuva devletin dönüşümünden ideolojik-kültürel hegemonya araç ve yöntemlerinin değişimine kadar hayatın her alanında yol açtığı değişimleri zamanında öngörerek çözümlemekte sergilediğimiz kayıtsızlık ve gecikmeyi bir kez daha tekrarlamamalıyız. Sosyalist hareketin bugün dünya çapında yaşadığı krizin büyüklüğü ve derinliğinde bu aymazlığın nasıl büyük bir rol oynadığını unutmayalım.
Öte yandan “eylemi esas almalıyız” derken, devrimciliği militan bazı biçimlerin uygulanmasına indirgeyen ufuksuz dar pratikçiliğin ‘eylem’ anlayışını kastetmiyorum. Kastettiğim, hayatın her alanına müdahale, özellikle de sınıfı, emekçi kitleleri ve sistem tarafından dışlanıp ötekileştirilenleri ilgilendiren her konuda muhataplarımıza güven vermekle kalmayıp onları heyecanlandırarak motive edecek alternatiflerin temsilcisi militan sosyalist bir odak olarak görünür hale gelmek.
Bu elbette her şeyden önce sosyalizm tarihsel amacı temelinde tutarlı bir bütünlük oluşturan somut ve net politikalar ortaya koymayı gerektiriyor. Yanı sıra bu politikaların kağıt üzerinde kalmaktan çıkarılması şart. Bu noktada kendimizi standart bazı biçimlere hapsetmeden en başta ilişkilendiğimiz kitlelerin özneleşmesini esas alan biçim, araç ve yöntem zenginliği yaratmaya çalışmalıyız. Asıl faaliyet ve yaşam alanlarımız -geçmişte olduğu gibi- sanayi havzaları, organize sanayi bölgeleri, fabrikalar, şantiyeler, yoksul emekçi semtleri olmalı.
Ve elbette sermayenin ve devletin terörüne pabuç bırakmamakla kalmayıp “köpeksiz köyde değneksiz dolaşma” rahatlığını faşizmin ve gericiliğin elinden almalıyız. Bedeli ne olursa olsun bu konuda iki temel ölçüyü esas almalıyız: Birincisi devrimci açıdan meşruiyet, ikincisi ise bize henüz uzak emekçi kesimler içinde bile “yapanın eline sağlık” duygusunu uyandırmak.
“Kimle yapmalı” sorusunun yanıtını kestirme olarak “Bu ana çerçeve temelinde kimlerle yan yana gelebiliyorsak onlarla” şeklinde verebilirim. Başlangıçta bu temelde bir araya gelerek pratikte ileriye doğru atacağımız her adım, hem her birimizin tek başına yapabildiklerinin kapsama alanını ve çekim gücünü geometrik olarak artıracaktır hem de aramızdaki henüz giderilememiş ayrılıkların sağlıklı bir tarzda tartışılarak çözümünü kolaylaştırıcı olacaktır. Aksi taktirde, devrimci bir pratiğe dayanmayan her türlü ‘birlik’ ya da ‘ittifak’ çabası bir noktada tıkanıp sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Son 5-6 yıldır bunu kendi pratiğimizde tekrar tekrar yaşayarak gördük. Hem sendikal hem de siyasal alanda gelişmesi için çaba harcadığımız girişimler umduğumuz sonuçları maalesef vermedi. Gidebildiğimiz en ileri nokta, ‘varmış gibi’ görünen ama oynaması gereken rolü oynamaktan hâlâ çok uzak yakınlaşmaların ötesine geçemedi.
Devrime öncülük iddiasında samimi sosyalistler olarak bir gerçeği dürüstçe teslim etmek zorundayız: Mevcut halimiz, siyaset tarzı ve alışkanlıklarımızla hiçbirimiz kendi dışımızdakileri de arkamızdan sürükleyebilecek bir konum, güç ve etki sahibi değiliz. Başkalarıyla kıyaslandığında sahip olduğumuz göreli üstünlükler kimsenin başını döndürmemeli. İşçi sınıfı başta olmak üzere toplumdaki karşılığımız ortada. Öte yandan hayat ve tarih bizi beklemiyor. İddia ettiğimiz devrimci öncülük rolünü oynayacaksak bunu daha fazla gecikmeden bugün, bir an önce oynamalıyız. Kaldı ki bu konuma “ha” deyince gelemeyeceğimiz de açık.
Dolayısıyla devrimci bir temelde bir araya gelmeye, güçlerimizi ve olanaklarımızı bir araya getireceğimiz yoldaşlaşma süreçlerini bir an önce örmeye ihtiyacımız, daha önce hiçbir dönemde olmadığı kadar acil ve zorunlu. Bunu yapabilmek için önce bu tarihsel zorunluluğun bilincine varmalıyız, ardından güne yanıt vermeyen kireçlenmiş anlayış ve alışkanlıklarımızdan, küçük ve göreli başarılarla yetinen iktidarsızlıktan bir an önce arınmalıyız. Bu iki ‘gerek şartı’ yerine getirdikten sonra gerisini kavganın içinde görür ve getiririz.