“Bizim bir güç siyasetine ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç bugün sola hâkim olan söylem, gösteri siyasetinden kopuşu zorunlu kılar. Devrimci bir siyasal toplumsal gücü açığa çıkarmak günün en önemli görevidir. Bu görevi yerine getirmek, bu görevin en zor kısımlarını üstlenmek ara, alt kadroların, üyelerin değil merkezi kadroların, önderliğin işidir. Bizim 71 Devrimciliğinden öğrendiğimiz budur”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Komite Dergisi yazarı Başaran Aksu ile.
Sosyalist hareketin yenilgisinin 14-28 Mayıs seçimleriyle bir ilgisi olmadığını söyleyen ve bir güç siyasetine ihtiyaç olduğunun altını çizen Aksu, “Bu ihtiyaç bugün sola hâkim olan söylem, gösteri siyasetinden kopuşu zorunlu kılar” diyor. Aksu, bugün işçi sınıfı mücadelesi ve örgütlemesi görevinin bir de siyasi cephe bayrağına ihtiyacını olduğunu ifade ediyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Sosyalist hareketin yenilgisinin bu seçimle hiçbir ilgisi yok. Yenilgiyi seçim üzerinden tartışanlara dikkat etmek gerekir. Bu, doksanlardan itibaren sadece Türkiye’de de değil, tüm dünyada içine girilmiş olduğunu şimdi görebildiğimiz bir ideolojik ve örgütsel yenilgi süreci ve bu aşamada bu yenilginin terminal dönemindeyiz artık. En yüksek soyutlama düzeyinde neoliberal küreselleşme dünyasının ortaya koyduğu yeni sorunlarla başa çıkacak bir kuramsal ve örgütsel arayışa girmeye, yenilgici bir reformizmle ya da etrafındaki dönüşüme kör kalan ezberci kofti bir ortodoksiyle cesaret edememek sonucunda, saldırganlaşan her tür sağcılık karşısında devrimci hareketin gerilemesidir yaşadığımız yenilgi. Dünyada işçi ve sosyalist hareketlerinin geleneksel merkezleri sanayisizleşirken ortaya çıkan yeni sorun alanlarıyla başa çıkamamak ya da bunlarla egemen ideolojinin soysuzlaştırdığı akademik bir Marksizmin devrimci teori ve pratiği bütüncül kavrayıştan uzak kampüslerinde son çıkan modalar doğrultusunda anlamaya çalışmasıyla analiz etmeye çalışmanın çıkışsızlığını yaşıyoruz. Tüm bunları sorunun köklü olduğunun altını çizmek için biraz da sivrileştirerek ifade etmeyi tercih etmek gerekir. Ama tabii ki Türkiye’ye özgü yenilgi sebepleri de var ve Türkiyeli bir devrimci hareket öncelikle bunlarla yüzleşmelidir. Genellikle 12 Eylül karşısında yaşanılanı sadece örgütsel askeri yenilgi olarak değerlendiren sosyalist hareket gerçek çuvallamanın ideolojik ve politik planda yaşandığını kabule bugüne kadar yanaşmadı. 90’ları Sovyet yenilgisiyle karşılayanlar durumun ciddiyetini kavradıklarını gösteren tartışmalar yaptıklarını duyurdular. Fikri, stratejisi, ruhu yenik önderliklerin yeniden öne çıkması, devrimciliğin tasfiye edilmesi dışında somut bir sonuç üretmedi bu tartışmalar. 80’li yıllardan bugünlere toplumsal formasyonda kesintisiz bir dönüşüm süreci yaşandı, yaşanıyor. Devlet, rejim, tekelci sermaye, sınıflar kompozisyonu ve güç ilişkilerinde neredeyse her beş yılı birbiriyle karşılaştırılamayacak radikal dönüşüm süreçleri yaşandı, bu dönüşümün kökleşmesi bugün de sürüyor. Kemalizm yerine milliyetçi, Siyasal İslamcı pragmatik oportünist bir ideolojik harca dayanan bir siyasal alaşım, egemen sınıflara bu ‘radikal’ dönüşüm sürecine mihmandarlık yapmaya devam ediyor yirmi yılı aşkın süredir. Bugünün Türkiye’si, örneğin İbrahim Kaypakkaya’nın feodalizmle ilgili tespitlerine dayanak bulacak tek bir izin bile kalmadığı, kentlileşmiş, proleterleşmiş bir ülkedir. Ordudan polise, sanayiye, turizme, hizmet sektörüne, tarıma, ucuz işgücüne, her kentte, ilçede kurulu üniversitesinden OSB’lerine, serbest bölgelerine, enerji ve maden havzalarına, yenilenmiş cezaevi, adliye, valilik, kaymakamlık binalarına, her kenti, yaşam ve iş alanlarını kuşatan mobese ve gözetim ağlarına, teknolojik derinliği ve her zerreye erişimi yüksek istihbarat yapısından şirket insan kaynakları birimlerinin istihbarat servisine, özel güvenlik gücünün patron polisine dönüştüğü, DGM’leri aratan partizan yeni adliyesine, kölelik hukukunun işçiler, emekçilerle ilgili tüm yasalara yedirilmiş olduğu, DİSK dahil sendikaların doğrudan ya da dolaylı olarak devlet ve tekelci sermaye sınıfının kontrolü altına alınmış olduğu, KESK, TMMOB gibi kurumların buralara yön veren, olanak devşiren sosyalistlerimizin katkılarıyla entübe hale getirildiği, hikmeti kendi iddiası kadar olan çok sayıda öncü sosyalist partinin, çevrenin olduğu bir çerçevenin içindeyiz.
90’larda ihtilalci çizgisini, stratejik tutumunu Yalçın Küçük hocanın yazılı olmayan anlaşmalar dediği türden bir akıl tutulmasıyla kenara bırakan sosyalist hareket devrimci kimliğini bazen eksiklikleri çok göze batınca kullanır hale geldi. İhtilalci ruhu, stratejik duruşu yitik kadavralaşmış yapılardan dava türemezdi, türemedi. Dönemin genç devrimci enerjilerini, birikim olasılıklarını da soğurup bürokratik işletme benzeri yapılarda öğüten bir konumlanıştır bu. İdeolojik, teorik, politik olarak liberal, postmodern, post-Marksist yaklaşımların örtük biçimde programa, propagandaya, örgütsel tavra, tarza sinerek hakim hale geldiği siyasi ve örgütsel sonuçlar ortaya çıktı.
Sınıflar mücadelesinin ivme kazandığı bazı özgül tarihsel koşullarda, taktik amaçlarla parlamenter mücadele kuşkusuz değerlendirilebilir. Kürt hareketinin kendi ulusal mücadele çıkarları, ihtiyaçları doğrultusunda gündemine aldığı parlamento yolu, giderek neredeyse her çevreye yaygınlaşan ölçekte sosyalistlerin de mutlaka biz de olmalıyız dediği bir sonuç üretiyor. Ayrıca, özellikle hareket kökenli gelenekler için legal partili hayatın devrimci mücadeleye yaramadığı, geçmiş devrimci birikimleri cepten tüketerek harcandığı, devrimcilik barutunu yok ettiği, deneyimle ortadadır. Mücadelenin fiili meşru karakterini aşındıran, mevzuat sınırlarına çekilen, yavanlaştıran, tekkeleştiren, kampanyacılığa mahkûm eden, gereksiz rutinler içinde devrimcilik niyeti olanları da solduran sonuçlar üretiyor. Legal partilerin terki de dahil olmak üzere bu formlar üzerine yeniden düşünülmeli, tartışılmalıdır.
Mahir, Marksizm içi argümanları sinsice, devrimci kılıflara, söylemlere bürünerek safları bulanıklaştıran tutumları ‘Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine’ de isabetle mahkûm etmişti. Ne yazık ki bugün bu viral eğilim güçlenmiş, kimi eleştirilere dair bağışıklık kazanmış, hâkim hale gelmiştir. Kürt hareketindeki paradigma değişimi de aslında bu eğilime yeni tutamaklar, kendini saklama, aklama zeminleri sunmuştur. Radikal demokrasi, sol popülizm, teğelleme, kesişimsellik, ezilencilik, madunculuk, sosyalizmcilik ya da kimlik, kültür, çevre, cinsiyet ve benzeri alanlarındaki mücadelelere özerklik, eşitlik talebiyle proletaryanın merkezi ve öncü devrimci rolünün ortadan kaldırılarak, komünizmin tarihsel ve gerçek bir hedef olmaktan çıkarılıp ütopik bir hayale indirgenmesi üstelik bunun Marx, Engels, Lenin’den alıntılara başvurularak yapılmasına dayalı sinsi saldırı dinmeden sürüyor. Bu alıntılara bile hiçbir somut programa, devrimci stratejiye gönderme yapılmadan başvuruluyor. Kimsenin Lenin’den, devrimci bir partiden, komünizm mücadelesinin stratejisinden bahsettiği yok artık. Politik tartışma en genel anlamıyla reformizm ile radikal demokrasi arasında süregidiyor. Neredeyse hiç kimse devrimci parti ve stratejiden ya da proletarya diktatörlüğünden bahsetmiyor. Komünizmsiz sosyalizm, Lenin’siz Marksizm, devrimsiz reformizm ve demokrasi gibi anlayışlar bir sapma olarak değil, Marksizm’de bir tür ‘tashih’mişçesine yedirilmeye çalışılıyor. Bu çelişki pratikte ve teoride aşılmak zorunda. İdeolojik ayrımların bulanıklaşması ise fiili bir ayrımla yani Marksist-Leninist devrim teorisinin ve stratejisinin özgül duruma uygun biçimde gerçekleştirilmesiyle aşılabilir. Devrimciler için özeleştiri, teorik ve pratik olarak somut mücadeleler içinde yeni bir devrimci siyasal güç inşa etmektir. Bu yönde hedefi olanların halka kendi durumlarını başka türlü göstermek gibi bir etiği olamaz.
Kimi seçim değerlendirmelerinde biz aslında sonucu gördük ama halkın tepkisini çekmemek için açıklamadık gibi trajikomik ifadelerle örgüt lideri egosu olmaktan başka değeri olmayan tespitler yapıldı. Bunlar aynı zamanda seçimin hemen arifesinde zaferi ilan etmiş, kazanılan zaferde sosyalistlerin, komünistlerin payı büyük gibi inciler dizen kimselerdi. Bizim bir güç siyasetine ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç bugün sola hâkim olan söylem, gösteri siyasetinden kopuşu zorunlu kılar. Devrimci bir siyasal toplumsal gücü açığa çıkarmak günün en önemli görevidir. Bu görevi yerine getirmek, bu görevin en zor kısımlarını üstlenmek ara, alt kadroların, üyelerin değil, merkezi kadroların, önderliğin işidir. Bizim 71 Devrimciliğinden öğrendiğimiz budur. Neyin nasıl yapılacağını en öne geçerek halka, sınıfa, üyelere, kadrolarına göstermek, öğretmek ve öğrenmek burada gereken bedeli üstlenmek. Mahir, Deniz, İbo’yu bugünün sosyalist merkezlerinde yönetici olarak tahayyül etmek bu yüzden zordur. Sıkıntı, özeleştiri, tartışma ve benzeri tadilatlarla aşılamaz, güç siyaseti inşasıyla sınıf mücadelesinin siyasal gelişimi tarafından yani gerçek hareket tarafından etkisizleştirilerek aşılacaktır.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Burada yeni bir şey olacağını düşünmek için neden yok. Cumhur İttifakı iktidarı Türkiye’de gerçek anlamda politika yapan tek siyasi aktör olarak aktif bir kutuplaştırma siyaseti güdüyor. Bu kutuplaştırma siyasetinin temeli toplumun solcu ve ilerici kesimlerini kriminalize etmek, şeytanlaştırmak ve mümkün olduğunca bunlara vurarak bunlara karşı kavgayı canlı tutmaktır. Zeki Müren’in sanat güneşi olduğu ülkede LBGTİ lafının dillere pelesenk edilmesi de Merdan Yanardağ’ı ve dolayısıyla Tele1’i susturmak da Can Atalay’ı içerde tutmak da bu kutuplaştırma siyasetinin unsurudur ve tabii ki sürecektir. Bunun yanı sıra iktisadi durumun eninde sonunda (şansları yaver giderse yerel seçimlerden sonra) bir acı reçete gerektireceği ortadadır. Hükümetin birinci önceliği istihdam yani özellikle KOBİ’leri ayakta tutmaktır. Yüksek enflasyon nedeniyle düşen alım gücünü protesto etmeye dönük sert işçi, esnaf, çiftçi eylemleri gündeme gelirse bunlara da caydırıcılık için solcu muamelesi yapmaya çalışırlar. Özellikle bu tür kitle protestolarının önünü açacak örgütlenme içinde olanlara sert polisiye ve adli müdahaleler olur. Ermenek davasındaki ağır cezalar bunun bir tür ön habercisidir. Emekçi halk mücadelesi karakterine bürünen çevresine, tarlasına, toprağına, suyuna sahip çıkma mücadeleleri de yargının cezasıyla, kolluğun şiddetiyle daha yoğun karşılaşacak önümüzdeki dönem. Çünkü AKP’nin ekonomik krizden çıkış için can simidi olarak gördüğü temel zeminlerden biri doğanın sıfır maliyetle ve devletin korumasında holdinglerce metalaştırılması, talan edilmesidir ve buna direnene müsamaha göstermeyeceklerdir.
Aynı şey ucuz ve yoğun emek sömürüsü ve tahakkümünün süreğenliğini bozmaya kalkanların başına gelecektir. Kürt sorununun çözümüne dair çözümsüzlük politikası ise sürdürülür. Bu konuda çözüm için Kürt hareketinin güncel talebinin, taleplerinin ne olduğu Çözüm Süreci’nin sonrasında belirsizdir. Bu belirsizliğin sonuçları oldu. Barış talebi kritik konumunu sürdürmeye, yakıcılığını hissettirmeye devam edecektir. Önemli bir husus şudur. Toplumsal çatışmaları kavramak, müdahale etmek için düşmanın tanımını en genel düzeyde doğruya yakın somutluklar içinde yapmak ve düşmanın yerel düzeyde, örneğin il, ilçe havzalar düzeyinde sınıfsal, siyasal bileşimlerini, biçimlenişlerini ölçeklendirerek daha da somut hale getirmek şarttır. Yerel ölçeğe inince iktidar ve her türden muhalefet ilişkilerinin iç içe geçtiği görülür, halk da, işçi sınıfı da bu iç içeliği mahallesinden, işyerinden net bir şekilde görür, deneyimler. Ulusal düzeyde ayrıksıymış gibi görünen güç ilişkileri yerellerde iç içedir. Yerellerde sermayedar sınıfı, siyaset ve devlet mekanizmalarının oligarşik tarzdaki kaynaşmaları emekçi sınıfların sömürü ve tahakküme olası itirazlarının, isyanlarının önüne geçilmesi üzerinedir. Buralarda muhalefet partilerinin varsa yerel belediye temsilcilerinin sarı sendikada ya da şirket yönetim kademelerinde, muhasebesinde, avukatlığında, ya da şirket içi taşeron işlerde, ya da hizmet alım ihalelerinde bulunurlar. Bu oligarşik ilişkilerle tıpkı hakim, savcı, kolluk, istihbarat yöneticileri, kaymakam, vali, tarikatlar, mafyalar gibi konumladıkları örnekleri, öyküleri her il ve ilçe düzeyinde kanıtlamak, göstermek kolaydır. Sınıfın örgütlenmesi solu da sağı da başarılı biçimde sömürü ve tahakküm süreçlerinde kaynaştırmış bu oligarşik ilişkileri karşımıza alarak geriletmeden, parçalamadan, dağıtmadan gerçekleştirilemez. Bağımsız bir siyasal gücün toplumsal siyasal düzeylerde örgütlenmesi gerekir. Politikayı AKP karşıtlığına aşamacı gerekçelerle de olsa indirgemek bundan dolayı yanlıştı.
Açıkçası ülkemizdeki faşizan baskıların da başlangıç noktası bu yerel ilişki ağlarıdır. Kısacası, seküler muhalefetin pek sevdiği, solun merkezi rollerini bilinçli olarak görmezden geldiği tekelci sermaye sınıfının çıkarlarının gerçekleşmesinin ve yeniden üretim ve dolaşım döngülerinin somut ölçeklerinde emekçi halka güven verecek tarzda konumlanışlar başarılmadan devrimci hareket yaratılamaz. İşten atma, yargılama, cezaevine atma, yalıtma, korkutma, satın alarak içerme, yok etme kudretlerine sahip bu korkunç güç ilişkileriyle mücadeleye, savaşa tutuşma kapasitesinin inşası solun bugüne kadar yürüttüğü örgütlenme tarzı, dili ve yöntemleriyle imkânsızdır. Bu imkânsızlık her seçim sonrası değişik cümlelerle ifade edilen yeniden başlıyoruz, artık öyle değil, böyle yürüyoruz teraneleriyle temelsiz dostlar alışverişte görsün türü özeleştiriyle aşılamaz. Kopuş, aşma, köklenme için azim ve sebatla çalışılan on yıllar gerekli. Bunun için de sömürü cenderelerinde inletilen bin bir korku ve bölünmüşlük içinde yaşayan işçi sınıfından uzak durmaya dair yazılı olmayan anlaşmaya son verme iradesi zorunludur. Sonrası daha kolay gelir.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Ben hâlihazırdaki kullanımıyla sosyalist hareket, program ve benzeri denilince reformist imgelerle yüklü bir şey anlıyorum. Bunun yerine devrimci hareket, siyasal strateji ifadelerinin kullanılmasını tercih ediyorum. Bu bir tarihsel aşınma. 90’lı yılların ortalarından bu yana seçim süreçleri de dahil iki seçim arasındaki dönemde sosyalist hareket gösteri siyaseti, söylem siyaseti olarak tanımlanabilecek bir hareket tarzına sahip. Her kim nerede ne yapıyorsa bunu sosyal medyada görebiliyoruz. Bir ilçe biriminin beş kişilik toplantısını da, üyelere yapılan ev ziyaretini de, üye eğlencesini, yemeğini de görebiliyoruz. Örneğin bir sonraki seçimlerde kim vekil adayı, belediye başkanı adayı olacaksa onu katıldığı basın açıklamalarındaki önde görünme performansından ya da olası rakip gördüklerini ekarte etme adına yaptığı polemiklerden anlayabiliyoruz.
Sosyalistlerin etki alanları, mali olanakları daraldıkça mali olarak güçlü belediye, sendika, oda gibi zeminlerle ilkesiz, değersizleştirici ilişkilenmeler, konumlanma arayışlarını yaşadık, yaşıyoruz. Ciğeri beş para etmez bir sendika, oda, düzen partisi bürokratıyla ilkesiz, saygın olmayan, talepkâr, dilenci, yalvarıcı konumda olan ‘sosyalist’ kadrolardaki itibar, saygı yitirmelerinin düzeyinin değerler dünyamıza taşıdığı erozyonunun boyutlarını düşünün! İşçi direnişlerinin bazılarını hiç görmeyen, sendika bürokratlarının işçileri açıktan sattığı örneklerde onlara arka çıkan, işçilerin derdest edilip işten atılmasında MESS’le aynı konumu alan, hâlâ özeleştiri yapamayan ve bunlar unutulur sananlar var. Van’da, Şırnak’ta, Mardin’de kayyımın işten attığı işçilerin feryatlarına, işçilerin oy verdikleri partiyle aramız bozulur diye susanlar var. Van’dan atılan işçilerden Mesut işsizliğin katladığı yoksulluk nedeniyle intihar etti. Sosyalistler görmedi bile, Şişli Belediyesi önünde 1400 gündür direnen taşeron işçiler Kakil ve Turan abiyi görmedikleri gibi. Yıllarca bu işçilerden aidat alan DİSK’in Genel İş Sendikası tek kuruş dayanışma göstermedi böyle binlerce işçiyle. Ve halk bu süreci izledi. Üyesi olan işçiyi çetesiyle döverken kendi silahından çıkan kurşunla ölen gangster sarı sendikacıyı devrimci işçi önderi olarak sol yumrukları havada gömen sosyalistler gördük. Bu konular biliniyor. Ad değiştirince, örgütlenme modeli değiştirince işler düzelecek duygusunu satanlar sahtekârdır. Seçimlere aklına seçime katılmak hiç gelmemiş devrim önderleri adına oy isteme derecesine vardırıldı bu aymazlık. Bugünlerde bir sosyalistin yazısında yüz kez faşizm, AKP faşizmi, İslami faşizm, karanlık gibi ifadeler yazınca, korkutucu bir ülke manzarası çizince bundan mevcut mücadele araçlarını, stratejiyi bu koşulları dikkate alarak değiştireceklerini değil de önümüzdeki seçimlerde en geniş ittifaka destek için her şeyi feda etmeye hazır olduğunu anlıyorsunuz. Ya da Kürt halkının taleplerinden, Kürt sorununun çözümü olmadan ülkenin asla demokratik hale gelmeyeceği vurgusu artıyorsa bunun samimi bir hakikati dillendirme mi yoksa grubun önümüzdeki döneme dair vekillik hesabı mı olduğunu ayırt edemiyorsunuz. Ya da seçim tavrını Kürt hareketinden uzakta bir yerde kurmayı bağımsız duruşmuş gibi sunmayı marifet sananlar alternatif olarak laiklik siyasetçilerinin tam karşısındaki Hüda-Par’ın yükseltilişine katkıları konusunda sessiz kalacaklardır. Bu tür tespitleri durmadan tekrar edenler sınıf mücadelesi zeminlerinde siyasi güç yaratma çabası içerisinden meşakkatli yollarla devrimci siyaseti yeniden üretmeye çalışanları siyasetten kaçışla suçlarlar. İlk bakışta haklıymış gibi gelen bu kısa yolcu eleştiri sahiplerinin aslında takatten düşmüş olduğunu, konfor alanlarını, alışkanlıklarını terk etmek istemediğini, kendileri bu durumda olsa da siyasetin merkezinin hep kendi etraflarında inşa edilmesi gerektiği arzusunu gizlerler, aslında söyledikleri yalnızca reformun, seçimin, ittifakların, TBMM’nin etrafında dönen şeyin siyaset olduğu, bunun dışındaki yolların arkaik, küçük dükkancılık ve hayalcilik olduğunu ima ederler. 90lı yıllarda benzer tartışmalarda tam tersi konumlarda yer alanlar bugün yüksek siyaset uzmanı gibi bir konuma geçiyorlar… Oysa çubuk devrimin mayalanacağı temel çelişki alanlarına bükülmelidir her daim… TİP’in önceki dönemki sentetik performansını da örnek alan bu seçimci yaklaşımlar için yenilgi diye bir şey yoktur, gündemin değişmesi vardır. İşçi sınıfı ve devrimciler yenilgiye değer verirler. En yeni oportünist eğilimlerin, büyük siyaset oyununa katılıp dişleri sökülmüş, kasları büzüşmüş eski gladyatörler gibi burjuva siyaset arenasının parçası olmak için değil, kalkıp yeniden daha büyük bir kavgaya tutuşmak için yenilgiye değer veririz, öğreniriz ondan.. toplumsal gücü, dayanağı, yığınağı, caydırıcılığı olmadan, sırtını güvenle dayayacağı bir sokak, köy, ilçe, fabrika, kent olmadan sanki yüzbinlere yön veriyormuş da milyonları da acilen kapsamak gerekirmiş tripleriyle konuşan, hiç yanılmamış başarısız siyasi mucitlere devrimcilerin vereceği kulak artık olmamalıdır.
Sol birlik meselesine gelirsek. Sol birlik diye bir sorun yoktur. Daha önce de ifade ettik, halkın işçi sınıfının örgütlenmesini beklemek dışında çaresi de yoktur. Aynı mücadele alanlarına işaret edenler, bu alanlarda ortak mücadele programları ve yapabiliyorlarsa ortak mücadele birlikleri geliştirmeli. Bu birliklerin formunun ne olacağı her bir mücadele başlığında spesifik olarak düşünülmelidir. ‘Anadolu’daki Küresel Fabrikayı Birlikte Örgütleyelim’ çağrımız bizim için güncel bir çağrıdır. Çağrıyı örgütlemek, daha da somutlamak adına şöyle bir ek yapabiliriz; bugün işçi sınıfı mücadelesi ve örgütlemesi görevinin bir de siyasi cephe bayrağına ihtiyacı var. Mücadele ve örgütlenme programını temsil eden bir siyasal bayrak. Bu yolu anlamlı bulan, o ya da bu düzeyde, nitelikte fiili, somut pratik sorumluluklar, devrimci görevler üstlenmek isteyenleri kapsayan bir bayrak. Geçmiş siyasi gelenek aidiyetlerini dayatmayan, günün, güncel devrimci analizinden türeyen görevleri sırtlanmış bugünün kavgasına önderlik eden bir devrimcilik bayrağı, pratik olarak ayrışanların bayrağı, devrimciliğin, adanmışlığın, devrimci, kitlesel bir sınıf mücadelesi yaratılmasında turnusol olacak bir bayrağın yukarı doğru kaldırılmasının eşiğinde olduğumuzu görüyor, gereklerine hazırlanıyoruz. Biz şayet bu tür siyasi cephe zemininin inşası görevine talip olan dostlarımız varsa onlarla birlikte tartışarak yoğunlaşmak isteriz. Böyle bir çağrıyı kendini böylesi bir inşanın muhatabı olarak gören devrimcilere tek tek, doğrudan, yüz yüze yollarla ve gerekirse açık duyurular yoluyla yapılan toplantı ve görüşme süreçleriyle önümüzdeki aylarda yaymayı planlıyoruz.
Tarihsel maddeciliğin yolundan ilerleyenler için umutsuzluk, karamsarlık diye bir şey yoktur her daim üstlenilmesi gereken yeni görevler, yürünmesi gereken yeni yollar vardır. Ruhu Olan Yollar.. Ve bu yollar cesaret ve aklın hizmetkarı olan proletarya devrimcilerinin şan, nam, unvan beklemeyen adımlarıyla içeriklenirler… Ve bu yolda şahsi hesaba da, grup hesabına da yer yoktur. Her bir eşikte yönü tayin edecek ilke olan proletaryanın güncel kavgasının nesnel çıkarlarına yer vardır. Proletaryanın kurtuluş kavgasında yorulan geriye, gerideki işe çekilir, kavganın sırtına yorgunluğunu bırakmaz. Dün yapılan da, şimdi yapmamız gereken de, yarın yapacağımız da devrime ciddiyetle hazırlanmak, devrim için çok çalışmaktır. Gerisi tarihin ve talihin işidir.
Göreceğiz Erdoğan yönetemeyecek. Göreceğiz devrimciliğin günleri geri gelecek.