“Sosyalist hareketin büyük bölümü sınıftan kopukluk tespiti yaparken ve haklı olarak [sol] liberalizmin 90’lardan sonraki serencamını topa tutarken, liberalizmin kendi üzerindeki etkilerini görmezden geliyor. Hareketin neden basın açıklamalarına sıkıştığını tartışmıyor. Demokrasi mücadelesinin sınıfsal bağlamından nasıl koptuğunu / koparıldığını gündeme almıyor. Faşizme karşı birleşik cephe tartışmalarının hiç bitmediği şu son 10 yıl boyunca FKBC’nin kolektif öznesinin işçi sınıfı olduğunu hangi bağlamlarda gözden kaçırdığını tartışmıyor. Kendi ihtiyaçlarını sınıfın eylemine ve örgütlenmesine öncelediğini bilince çıkarmıyor”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz bağımsız feminist Hülya Osmanağaoğlu ile. Osmanağaoğlu, sosyalistler açısından 19 Aralık hapishaneler katliamı ve F tiplerine geçiş sürecinin engellenemediği 2000’lerin başından bu yana sürekli bir yenilgi durumunun söz konusu olduğunu söylüyor.
19 Aralık Katliamı’nın ve hücre tipi cezaevlerine geçişin sosyalist hareketin bütününü hedef alan bir saldırı olarak görülmemesinin ciddi bir hata olduğunu belirten Osmanağaoğlu, 2000’li yıllarda meydanın sol liberalizmin etkinliğine bırakıldığını, muhalefetin basın açıklaması ve imza metni solculuğuna daraldığını ve sosyalist hareketin politik kapasitesindeki daralmanın Gezi’de görünür hale geldiğine dikkat çekiyor.
“Sosyalist hareketin büyük bölümü sınıftan kopukluk tespiti yaparken ve haklı olarak [sol] liberalizmin 90’lardan sonraki serencamını topa tutarken, liberalizmin kendi üzerindeki etkilerini görmezden geliyor. Hareketin neden basın açıklamalarına sıkıştığını tartışmıyor. Demokrasi mücadelesinin sınıfsal bağlamından nasıl koptuğunu/koparıldığını gündeme almıyor. Faşizme karşı birleşik cephe tartışmalarının hiç bitmediği şu son 10 yıl boyunca FKBC’nin kolektif öznesinin işçi sınıfı olduğunu hangi bağlamlarda gözden kaçırdığını tartışmıyor. Kendi ihtiyaçlarını sınıfın eylemine ve örgütlenmesine öncelediğini bilince çıkarmıyor” diyen Osmanağaoğlu, toplumsal muhalefetin son seçim sürecinde de bu haliyle Kılıçdaroğlu ile kol kola yenilgiye yürüdüğünü belirtiyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Seçim sonuçları itibarıyla yenilgi en çok yapılan değerlendirme kuşkusuz. CHP ve Millet İttifakı yenilince sosyalist hareket de yenilmiş sayıldı. Aslında sosyalist hareketin yenilgi durumunu özellikle 2000’den itibaren sürekli yenilgi olarak tanımlamak daha doğru olur. Sosyalist hareket 12 Eylül’den sonraki en büyük yenilgisini 19 Aralık’a ve F tiplerine engel olamayarak, gerekli kolektif direnişi gösteremeyerek yaşadı.
90’larda sınıf hareketi reel sosyalizmin çöküşüne rağmen tümüyle bastırılamadı, 91’de ANAP 95’te ise DYP-SHP koalisyonu sınıf hareketiyle zorlandı, tasfiye oldu. 28 Şubat ile hem ortaya saçılan Susurluk çetelerine yönelik tepkiyi sonlandırmak hem de İslamcı sermayenin baskısını hafifletmek ve elbette Kürt halkının mücadelesini de tasfiye etmek için ordu, hem siyasal alana hem de aslında sermaye ilişkilerine doğrudan müdahil oldu. Bu sürecin DSP-MHP-ANAP koalisyonu ekonomik krizleri ertelemeye çalışırken sosyalist hareketin özellikle devrimci zoru hedef alan kesimlerini geriletmek için F tiplerini gündeme getirdi.
O dönem sıkça kullandığımız “içerde dışarda hücreleri parçala” gerçekliğini yirmi yıldan fazladır görüyoruz. Mevzunun sekter bir sosyalizm anlayışının kendini konsolide etmek için gösterdiği bir direniş olmadığını maalesef sosyalist hareketin bir bölümü, tarihsel rekabetçiliğin de etkisiyle, görmemekte ısrar etmişti. Meselenin doğrudan sınıf mücadelesine, sosyalist hareketin bütününe yönelik bir saldırı olarak algılanmaması, F tiplerinin tek başına insan haklarına sıkışması, mücadelenin önünü kesti.
Ertelenemeyen krizin anayasa kitapçığı fırlatılmasıyla 2001’de ortaya çıkması, bankaların 94’tekine benzer biçimde batmaya başlaması karşısında yardıma çağrılan IMF’ye ve Kemal Derviş politikalarına, sosyalist hareketin tarihsel temellerine uygun bir yanıt vermesi mümkün olmadı.
IMF’ye tam biatı kabul eden, AB hedefiyle TÜSİAD sermayesi ile uzlaşan ve Milli Görüş gömleğini çıkardığını söyleyen AKP, burjuvazinin restorasyon talebinin temsilcisi olarak iktidara geldi. Kemal Derviş 2002 seçimlerinde CHP’ye katılmıştı ama politikaları AKP ile iktidardaydı.
Bu süreçte sol liberalizm 90’ların başından, özellikle 28 Şubat’tan sonra yükselen siyasi-entelektüel etkinliğiyle, memleketin esas sorununun militarizm/ordu/devlet bürokrasisi olduğunu ve AKP iktidarının da Müslüman demokrat bir çizgide hem mazlum İslamcılara hem de Kürt halkına adım adım özgürlük getireceğini, bunun yolunun da AB’ye uyum politikalarından geçtiğini söylüyordu. AKP’nin sınıf düşmanı her politikasının militarizme zımni destek hatta Ergenekonculukla tanımlandığı 2000’lerin ilk on yılında AKP özelleştirmeleri tamamlayıp yağma için gerekli siyasal ve hukuksal altyapıyı hayata geçirmişti. Taksim’de 1 Mayıs kutlamak için yapılan eylemlerden Tekel direnişine kadar sınıfın en meşru eylemleri bile kaşlar kaldırılarak karşılanıyordu. Nedense İslamcı siyasetin alanı sürekli genişlerken Kürt hareketinin üzerindeki sistematik baskı ve devam eden savaş politikalarının, AKP’ye rağmen militarizmin etkisiyle sürdürüldüğü iddia ediliyordu.
Hiç mi değişiklik olmadı; artık sınıfla bağı pek de kalmayan sosyalist hareket ve diğer toplumsal hareketler adım adım rahatça basın açıklaması yapabilmeye başlamışlardı. Ve ilerleyen yıllar boyunca sosyalist hareketinin en önemli eylem olarak basın açıklamasını kabullendiğini gördük. Grevler yine yasaklanıyordu, savaş yine sürüyordu, Kürt hareketinin partileri yine kapatılıyordu ama basın açıklaması yapabiliyorduk ve bir de ayda bir “aydınlar ve sanatçılar” imza metinleri yayımlıyorlardı.
Sosyalist sol içindeki çok sayıda grup ve kişi ise üretim süreçlerinin bölündüğünü, eski tarz sınıf çalışmasının mümkün olmadığını, işçilerin yekpare bir toplumsal bütün olmadığını ve kimlikleri olduğunu ve bunu gören demokrasi mücadelelerin esas olduğunu tartışıyordu. Liberalleşme ve reformistleşme kol kola girmiş tüm sosyalist solu bir şekilde etkisi altına alıyordu.
AKP 2008-2009’da şimdi emekli maaşlarının açlık sınırının altında kalmasına da neden olan SSGSS ve İstihdam Yasası’nı geçirirken Emek ve Meslek örgütlerinin öncülüğünde oluşan toplumsal muhalefetin platformları, basın açıklaması ve izinli mitinglerle yetinirken, genel grev akıllardan bile geçmiyordu. Bu sırada işçi sınıfının ortalama ücret seviyesi asgari ücrete doğru inmeye devam ederken genç ve kadın işsizliği hızla yükseliyordu.
Feminist hareketin neoliberalizm-patriyarka ittifakının kadın emeği üzerinden kendini inşa ve konsolide ettiğine ilişkin sesine kulak verilmiyor, kamu kreşlerinin adım adım kapatılması bile sınıf hareketinin gündeminde kendine yer bulamıyordu.
Bu dönemde şaşırtıcı olmayan biçimde neoliberalizme karşı ses yükseltmesi, sermayeye imanı sebebiyle mümkün olmayan CHP ise, laiklik ekseninde muhalefet etmeye devam ederken Kürt sorunundaki en ufak kazanımı bile milliyetçi bir düşmanlıkla karşılıyordu. CHP’nin bu çizgisi liberalizmin entelektüel etki alanını güçlendirirken iktidar karşıtı her ses arkaik Kemalist solculukla damgalanıyordu.
2010 referandumu ve 2011 seçimlerinden sonra AKP, Arap Baharı’nın etkisiyle yükselişe geçen İhvancı hareketlerden aldığı güç ile Kürt Özgürlük Hareketi’ni, Rojava’da cihatçılarla Türkiye’de kendisiyle ittifak yapmayı zorlamak için bir çözüm süreci başlattı. KÖH’ün çözüm sürecinde ezilenlerden yana bir demokratik ulus inşası paradigmasında ısrarı, Gezi’de tüm toplumsal muhalefet ile yan yana gelişi ve sonrasında Kobanê direnişi AKP’nin barış masasını devirmesiyle ve 2015 7 Haziran seçimlerinden bu yana hızla özüne dönüşüyle sonuçlandı.
Sosyalist hareketin liberalizmin etkisi altında kendi adına siyaset sahnesinde yer alamayışının en ağır sonuçlarından biri hiç kuşku yok ki Gezi’de yaşandı. Y kuşağı, eski tarzları reddediyorlar, sosyalistlerin arkaik tarzıyla olmaz, eski tarz mücadelelerle olmaz safsatalarına eşlik eden reformizm, ülkenin bütün şehirlerinde halk her gün sokaklara dökülürken, Taksim’i devlete teslim edip Park’ın içine çekilmeyi bastırıyordu. Halkın sokağa dökülmesi karşısında genel grev hayata geçirilmezken iktidar da reformizmin içerden zayıflattığı direnişi, 11 ve 15 Haziran’da iki aşamada bastırdı. Uygulanan devlet şiddetinin ertesi gün bir genel greve yol açamayacağını bilmenin güveniyle saldırdı AKP iktidarı. Soma’da ve 17-25 Aralık sürecinde de sadece basın açıklamasıyla “direnmek” gündeme alınınca tüm toplumsal muhalefet kolayca sindirildi.
Son sürece gelirsek…
AKP ikinci on yılında neoliberalizmin en saldırgan politikalarının yanında, az çok kendi hukukuna uymaya çalışan burjuva devlet yapısına bile aykırı biçimde, devlet olanaklarını yağmalamaya açtı. Her ne kadar TÜSİAD’da simgeleşen sermaye fraksiyonu açısından işçi sınıfı karşısında güç kaybetmek söz konusu olmasa da sermayenin kendi içindeki rekabette, alan daralmasıyla karşı karşıya kaldıkları için AKP’ye alternatif yaratmak yönünde kimi adımlar da attılar. CHP ve İYİP’in merkezinde olduğu Millet İttifakı da bu eksende kuruldu ve genişlemeye çalıştı.
Neoliberalizme, NATO’ya tam biatını açıklayan Kılıçdaroğlu, devletin yağmalanmasına son verme, sermaye fraksiyonları arasında dengeyi kurma, soft İslamcılık ve katı milliyetçilikle donanmış bir ideolojik çerçeve ile burjuvazinin talep ettiği restorasyonun iktidarına talip oldu. AKP’nin her saldırgan politikası karşısında, artan yoksulluk ve yolsuzluk karşısında sokağa çıkmayı engelleyen tavrıyla sınıf mücadelesinin dalgakıranı oldu. Sınıf mücadelesinin gücünü arkasına alarak 1 Mayıs’ta Taksim’in zorlanmasıyla iktidara yürümek yerine, Maltepe’den işçi sınıfına gelecek sene Kılıçdaroğlu’nun sayesinde Taksim’e çıkılacağını müjdeleyen sendikalarla kol kola hezimete yürüdü.
Şimdi görünen o ki, seçimden sonra tıpkı 2000’lerin başındaki gibi basın açıklamaları rahatlayacaktı, atılan twitler sebebiyle gözaltılar ve tutuklamalar son bulacaktı, kimi tutuklular serbest kalacaktı ve aşırı dini baskı duracaktı. Bunlar önemsiz miydi, kuşkusuz önemliydi ancak görünen o ki bugün Mehmet Şimşek ile özdeşleşen sermaye saldırısı o zaman CHP’li bir isimle hayata geçirilecekti ve aynı 2000’lerin başındaki gibi, bu kez de aman yıpratmayalım, bunlar hep AKP’nin kalıntıları, bunlar gitsin de yeniden AKP mi gelsinciler, ortaya atlayacaktı. Ki aslında biz bunu 2019’dan sonra CHP’li belediyelerde eyleme geçen işçilere gösterilen tepkilerde ve CHP’nin belediye işverenleri sendikası kurmasında gördük. Ezcümle sosyalist sol 20 yıllık sürekli yenilgisine yeni bir halka taktı sadece.
Peki, bunca insan şimdi görülüyor ki ya tutarsa diyerek Kılıçdaroğlu’nu desteklemenin dışında ne yapabilirdi? Meseleye 14-28 Mayıs seçim süreci çerçevesinde bakınca gerçekten de yapacak bir şey kalmamıştı aslında. Ancak bu yola en sıkı 2019 yerel seçimlerinden sonra angaje olunduğu düşünülürse -haklarını teslim edelim Kılıçdaroğlu’na oy verilmesine başından itibaren hayır diyen gruplar da oldu ancak onların da sınıf içinde bu sürece etki edebilecek bir güçleri yoktu- ağır bir politik hatayla karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek gerekiyor sanırım. Bundan sosyalist hareket özeleştiri verir mi sorusuna gelirsek, sosyalist hareketin böyle bir geleneği yok maalesef. Ne 12 Eylül ile gerçek bir hesaplaşma yaşandı ne on yıllar boyunca KÖH’e yaklaşım hatalarına ilişkin ne de 40 yıldır feminist harekete yönelik tutumun erkekliği konusunda gerçek bir özeleştiri gördük.
Sosyalist hareketin büyük bölümü sınıftan kopukluk tespiti yaparken ve haklı olarak [sol] liberalizmin 90’lardan sonraki serencamını topa tutarken, liberalizmin kendi üzerindeki etkilerini görmezden geliyor. Hareketin neden basın açıklamalarına sıkıştığını tartışmıyor. Demokrasi mücadelesinin sınıfsal bağlamından nasıl koptuğunu/koparıldığını gündeme almıyor. Faşizme karşı birleşik cephe tartışmalarının hiç bitmediği şu son 10 yıl boyunca FKBC’nin kolektif öznesinin işçi sınıfı olduğunu hangi bağlamlarda gözden kaçırdığını tartışmıyor. Kendi ihtiyaçlarını sınıfın eylemine ve örgütlenmesine öncelediğini bilince çıkarmıyor. Sadece milliyetçi ya da İslamcı oldukları için değil temsil ettikleri sınıfsal katmanlar itibarıyla da İYİP’li DEVA’lı, Saadet Partili bir ittifakın demokrasi mücadelesinin parçası olabileceğini nasıl düşünebildi sosyalist hareketin büyük bölümü? Cevap basit aslında bizim sınıftan koparak sıkıştığımız basın açıklaması alanının önünün açılması öncelendiği için Kılıçdaroğlu’nun sınıf ve kadın düşmanlarıyla yaptığı ittifakla yan yana gelmekten imtina edilmedi. Kimi gruplar ise bunu Meral Akşener’in kürsüsünde olduğu Saraçhane’ye gitmeyi savunacak denli ifrata vardırdılar.
Yerel seçimler bir başka bağlamdı, AKP’ye kaybettirmek için CHP’li belediyelerin önünü açmak da yanlış olmamıştı aslında. Ancak sosyalist hareket bundan sonra oturdu ve bekledi. HDP/Kürt hareketi kendine yönelen saldırılarla uğraşırken sosyalist hareket bekledi. Ortada bir gerçek var KÖH gerek 2019 yerel seçimlerinde Türkiye metropollerinde CHP’ye gerek bu seçimlerde Kılıçdaroğlu’na oy vermeyi, yıllara dayanan örgütlülüğüyle, Kürt halkına bir taktik olarak açıklayabilecek siyasi güce sahip. Ancak Türkiye sosyalist hareketi, Türkiye işçi sınıfı nezdinde ne böyle bir organik örgütlü ilişkiye ne de siyasi prestije sahip, bu nedenle Kılıçdaroğlu kaybedince, solcular sağcılar karşısında kaybetmiş oldu, Türkiye sosyalist hareketi de CHP yenilince yenilmiş sayıldı.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Sorunun cevabı aslında bu söyleşilerin başladığı iki hafta içinde bile belirginleşti. Seçimden hemen sonra Koç ailesinin Tayyip Erdoğan’ı ziyareti, Mehmet Şimşek’in uluslararası sermayenin temsilcisi olarak yirmi yıl önce Kemal Derviş’in yetkileriyle göreve gelmesi, sınıfa saldırının boyutunu gösteriyor. Diğer yandan LGBTİ+’lara yönelik saldırılar, kız okulları girişimi ve Suruç anmasına saldırılar önümüzdeki dönemin hayatın her alanındaki göstergeleri.
Bu saldırılar karşısında sosyalist hareketin tutumu ne olmalı?
İçimden geçen ilk cevap “aman birlik olmasın birleştikçe küçülüyoruz”, açıkçası. En son EÖİ içinde HDP ve TİP’in hali bunun ispatı ki başka örnekler üzerine düşünürsek ÖDP’ye kadar gidebiliriz.
HDP bir çatı olarak demokrasi mücadelesinin, Kürt halkıyla Türkiye işçi sınıfının, kadınların, LGBTİ+’ların, Alevilerin ve ekoloji mücadelesinin merkezi olmaya devam edecek ve etmeli kuşkusuz. Ancak ortada bir gerçek var ki demokrasi mücadelesi az önce de belirttiğim gibi sınıf temelinden kopukluğu sürdüğü sürece tamamına eremiyor.
Sendika konfederasyonlarının durumu ortada, irili ufaklı işçi direnişleri pandemiden beri birkaç ayda bir yükselişe geçiyor ama sönümleniyor. Bağımsız sendikalar bu süreçte görünür olsalar da sınıf hareketinde niteliksel bir dönüşüme yol açacak etkiye sahip değiller. Kaldı ki işçi direnişlerinin kendiliğindenliği zaman zaman radikal görüntüler verse de sistematik bir sınıf bilinci yükselişine işaret etmiyor. En bilinen deyim ile söylersek; buna yönelen, dışarıdan bilinç taşımayı önüne koyan bütünlüklü bir sosyalist hareket de söz konusu değil.
Kuşkusuz dünya genelinde nasıl bir sosyalizm sorusu reel sosyalizmin yıkılışıyla tüm sosyalistleri bekleyen bir yanıtsız soru olarak duruyor ancak Türkiye’de fiilen ve/veya kuramsal olarak işçi sınıfının mücadelesinin öncelenmesi gerekir mi, sorusu da maalesef tartışılmaya devam ediliyor. Tabir yerindeyse iktidarı hedefleyen bir sosyalist hareketten söz etmek artık pek mümkün değil.
Bu noktada “sınıf çalışması” her zaman “sınıf mücadelesine” denk düşmüyor. Sınıf bilinci, sosyalizm hedefi, söz konusu olmaksızın işçi eylemleri destekleniyor, en fazla ücret sendikacılığı öne çıkabiliyor. AKP iktidarıyla patronlar arasındaki ayrılmaz bütünleşme sınıf bilinciyle ortaya konmadığı sürece, sık sık duyduğumuz, grev bitince polisin bütün baskısına rağmen işçilerin AKP’ye oy vermeye devam ettiği tespiti, sınıf çalışmasının sınıf mücadelesine dönüşmediğini yeniden gösteriyor.
30 yıldır tartışıyoruz, birleşiyoruz, bölünüyoruz sınıf değişti diyoruz o sırada sınıf bize fabrikanın tepesine çıkıp polise direnen kadın işçilerle ses veriyor. Belki de bu kez sınıf içinde derinleşen bir politik hatla yan yana düşenlerin programatik birliği önümüzü açabilir…