“Örgütlenme, bir siyasal yapının her günkü işi, faaliyeti, eylemi olmak durumundayken bunu özellikle içinde bulunduğumuz geri durum itibariyle bir taktik süreç bağlamına oturtmak Leninist perspektif itibariyle doğru değildir ve başarısızlığı kesindir. Örgütlenme doğrudan politik bir süreçtir ve bu anlamda öncü öznenin politik taktiklerine bağlı olarak gelişir”
“Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa” dosyası kapsamındaki söyleşilerimizin beşincisini Devrimci Parti Genel Başkan Yardımcısı Gamze Taşçı ile yaptık. 14-28 Mayıs seçimlerinin ardından, sosyalist hareketin muhasebe sürecini, sosyalist hareketin krizini nasıl aşması gerektiğini ve politik rejimin yeni saldırı hamlelerini konuştuk.
Taşçı, Türkiye sosyalizminin bunalımını, Türkiye sosyalist hareketinin ’80 yenilgisi’ ve ’90 çöküşü’ ile beraber devrimci komünizmin ideolojik ve siyasal çizgisinin dışına düşmesine, küçük burjuva yapısallığını ideolojik ve politik düzeyde sınıfsal bir çizgi olarak kurumlaştırmış olmasına bağlıyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Yakın geçmişimizdeki her önemli siyasal kavşakta olduğu gibi Türkiye sosyalist hareketi (TSH), ülkenin içinden çıktığı seçim süreci sonrasında da kendi sorunlarına yönelmek mecburiyeti duyuyor. Elbette her önemli siyasal kavşak böyle bir değerlendirmeyi gerektirir, ancak gelişmenin gereği varsayılır ki bu sorgulamalar daha farklı bağlamlar ya da aynı bağlamların ağırlık kaymalarını içerecek tarzda örgüt ve mücadele hayatımıza dair farklılıklar gösterir. Ancak eğer ki biz her siyasal kavşağın ardından aynı bağlamlar altında, aynı tartışmaları yürütüyorsak konuya yönelirken saptama ve yöntemlerde nedensel ve yapısal olanı ele almayı henüz başaramamışız demektir.
Dolayısıyla seçimler üzerinden sosyalist hareketin sorunlarına dair yönelttiğiniz soru ve sorgulamalara yanıtlarımız daha ziyade bu metodolojik eksikliği göze batırmayı da esas alacaktır.
Birinci olarak söylemeliyiz ki, bizim seçim taktiğimizde “Erdoğan’dan kurtulma motivasyonu” hiçbir şekilde belirleyici olmamıştır. Aksine biz; kırk yıllık neo-liberalizm sonrasında yığınların değişim taleplerindeki beklentinin benzer neo-liberal vaatlerle yönlendirilemeyeceğini, deprem gibi doğal afetlerin iktidar yanlısı sosyo-psikolojik yönelimlere yol açacağı ve de 2018 seçimlerinde de görüldüğü gibi “seçimlerin çalınacağı” ihtimalleri üzerinden AKP/RTE’nin seçimleri alabileceğini öngören bir değerlendirmeyle seçim çalışmalarımıza yöneldik.
“TSH, devrimci komünizmin ideolojik ve siyasal çizgisinin dışına düşmüş durumda”
Bu değerlendirme bizim siyasal enerjimizi elbette hiçbir şekilde geriletmedi, çünkü bizim seçim sürecine ilişkin değerlendirmemiz, aynı zamanda seçimlerden ister Millet İttifakı ister Cumhur İttifakı önde çıksın küresel, bölgesel ve ülke çelişkileri itibariyle önümüzdeki süreçte Türkiye’nin bir “devrim ve karşı devrim iklimi” içine gireceğini saptamış durumdaydık. Yani “muhalefet geneli”ni tanımlarken yaptığınız ikinci belirleme itibariyle biz, “Millet İttifakı’nın Erdoğan’ı seçimle alt ederek ‘güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş’ önerisini ne “doğrudan” ne de “dolaylı” olarak “destekleyenler” arasında yoktuk. Biz, parlamentoda işçinin, Kürt’ün, kadının, Alevi’nin, kısaca oligarşinin baskı ve zulmü altındaki tüm ezilenlerin sesini güçlendirmek hedefiyle HDP/YSP’yi destekledik. Düzenin kendi egemenliğini nasıl sürdüreceği meselesi elbette bir siyasal sonuç itibariyle bizi ilgilendiriyor olsa da oligarşinin sömürü, zulüm ve sömürgecilik işini nasıl “daha iyi” yürüteceğine dair bir politik tutum belirleme, proletaryanın, ezilen sınıfların ve sosyalizmin işi olmadığı için başkanlık seçimlerini boykot ettik.
Bu politik veriler itibariyle partimizin seçimlerde ortaya çıkan sisteme muhalefeti, “muhalefetin geneli” içinde tasnif edilemeyeceği üzere, terimin yabancılaştırıcı niteliği gereği elbette “özel” değil ama “özgün” bir kategori olarak; devrimci komünizmin ideolojik ve siyasal tutumu olarak öne çıktı. Devrimci proletaryanın ve ezilen halkların sınıf çizgisinin temsili oldu.
Bu belirleme itibariyle burada, Türkiye sosyalizminin seçimler sonrasında bir kez daha ortaya çıkan bunalımının bir nedeni ifade edilebilir: Türkiye sosyalist hareketi, özellikle ‘80 yenilgisi ve ’90 çöküşü itibariyle devrimci komünizmin ideolojik ve siyasal çizgisinin dışına düşmüş, küçük burjuva yapısallığını ideolojik ve politik düzeyde sınıfsal bir çizgi olarak kurumlaştırmış durumdadır.
Politika gibi bir maddi güçler alanında soyut belirlemelerin önsel gücü elbette son derece özneldir. Bizim kendi siyasal hattımızı henüz maddi bir güce çevirememiş olmamız bizi bir iddia ya da hipotez kılabilir ancak dışımızdaki solun kendi iddialarını en maddi güç haline getirdiklerinde bile yaşadıkları yenilgi onların ideolojik ve siyasal tutumlarındaki yenilginin kanıtıdır. Bu haliyle dışımızdaki sol ya da “muhalefetin geneli”ne dahil sol, içinde bulundukları krizi devrimci komünizmin ideolojik ve siyasal çizgisiyle bir yüzleşme olarak da ele almak zorundadır.
Birinci olarak, seçim süreci bağlamında partimizin bir “yenilgi”si söz konusu değildir. Bunu 14 Mayıs seçimlerinin hemen ertesinde yaptığımız değerlendirmede zaten belirtmiştik. Küçük burjuva ve burjuva solunun liberal hayallerinin yıkıldığı bu sonuç zaten bizim öngörülerimiz kapsamındaydı. Bizim buradaki zaafımız doğru öngörülerimizi politik ve örgütsel bir kazanıma dönüşebilecek güçte kitleye taşıyamamak olarak ortaya çıkmıştır. Ve bu zaaf, sadece bir seçimler gibi siyasal atmosfer yoğunlaşması açısından değil gündelik ajitasyon-propaganda faaliyeti açısından da kendini gösteren ve örgütümüzün net bir şekilde bilincinde olduğu bir durumdur. Dolayısıyla seçimler bağlamında değil, genel siyasal süreç bağlamında ele alınan değerlendirmelere tabidir. Bunları oldukça kısıtlı da olsa ilerleyen satırlarda yeniden ele alacağız ancak burada vurgu yeniden ve şöyle yapılmalıdır: Partimiz bu seçimlerde öne çıkan örnek bir kazanım elde edemediyse de herhangi bir şekilde bir yenilgi yaşamamış ya da siyasal olarak kaybetmemiştir. Bu tanım özellikle önemlidir, çünkü seçimlere girerken partimizin en büyük serveti emekçi ve ezilen sınıflardaki, giderek kendiliğinden düzen dışılığa yönelen değişim talebi idi. Bu talep oligarşinin kendi iç dengeleri ya da dengesizliği itibariyle yeni bir suni denge tahkimatına taşınamamış, 20 yıllık gerici faşist Saray yönetiminin iktisadi ve politik uygulamaları sonrasında ortaya çıkan devlet ve toplum ayrışması, yani devrim nesnelliği tümüyle katlanarak önümüzdeki sürece evrilmiştir. Bununla birlikte ve bunu tamamlayıcı olarak burjuva ve küçük burjuva liberal muhalefetin halkın değişim taleplerinin önünü açamayacağı da açığa çıktığı üzere devrimci komünizmin kendi ajitasyon-propagandasının daha doğrudan örgütlenmeye tekabül edeceği siyasal, öznel bir alan da açılmış durumdadır.
Bizim bu alanda maddi sonuçlar elde etmemiz, elbette yukarıda belirttiğimiz üzere seçim öncesi ajitasyon-propagandamızın daha etkin ve yaygın olduğu koşullarda bize büyük bir kolaylık sağlayacaktıysa da bunun eksikliğine rağmen bugün yığınların karşısına kendi tutumumuzu referans göstererek çıkma hakkına sahip durumdayız. Dışımızdaki ya da “muhalefetin geneli” içindeki sol ise yanıtını aradığınız “özeleştiri”yi öncelikle yapmak zorundadır. Bu özeleştirinin kapsamı, örneğin CHP’nin yaptığı gibi, her tarafından su alan teknenin orasını burasını yamamak gibi gündelikçi bir yaklaşımın yansıması olacaksa, şimdiden bellidir ki, önümüze çıkacak ilk siyasal kavşakta, gündeme aldığınız bu sorular ve sorgulama yine kendini tekrar edecektir.
Parti olarak bizim bu sürece ilişkin özeleştirimiz ideolojik ve siyasal çerçevede değil, zaman zaman yükselen önemine, artan ağırlığına karşın devrime kadar her günkü bir faaliyet olarak örgütlenme meselemizdeki eksik ve zaaflarımız üzerine olmuştur, olacaktır.
Dışımızdaki sol ise örgütlenmenin stratejik ve taktik merhalelerine ilişkin bir doğrultu tutturabilmek için öncelikle içinde bulundukları krizin ideolojik ve siyasal otokritiğini yapmaya mecburdurlar. Partimiz bugün bu gündeme bu yalınlıkla yaklaşabiliyorsa kendi üzerine düşen ideolojik ve siyasal özeleştiriyi Kobane sürecine bağlı olarak bölgede yükselen devrimci dalga içinde zaten yapmış olmasındandır.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Partimiz, 90’ların başından beri süren ve dışımızdaki solun hala organik ögesi olmakta ısrar ettiği ve seçimlerde bir kez daha açığa çıktığı üzere her gün yeniden ürettiği yasalcı, düzen içi ve kendiliğindenci siyasal faaliyetle ideolojik, siyasal ve örgütsel düzeylerde kopuşmasını yapmış durumdadır. Bu kopuşmayı birleşik mücadele kapsamında statejik ve taktik biçim ve yöntemlere kavuşturmuş durumdadır. Dolayısıyla, sorguladığınız üzere “yeniden inşa gündemini tartışmak” da, partimizin, keza birleşik devrim/birleşik mücadele bağlamları itibariyle geride bıraktığı bir moment olarak belirtilmelidir.
Bütün bu belirlemelerden dolayı kimse partimizin yapılacak her şeyi yaptığını ve artık sıranın devrime geldiğini sanan siyasal gerçeklere gözünü kapamış, akıl dışı bir âlemde olduğu fikrine kapılmamalıdır. Dışımızdaki soldan partimize yöneltilecek böyle bir eleştiri en iyi niyetli haliyle bile kendi bunalımından çıkma verilerinin henüz birikmediğinin, henüz kendi inkârı için yeterince olgunlaşmadığının, kendi bunalımıyla bütünleşmekte olduğunun itirafı olacaktır. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere partimiz dışımızdaki soldan ayrı olarak özgün, devrimci komünist bir çizgiyi temsil eder ve bu tartışmada öne çıkan sorularla sorgulanarak bulunmaya çalışılan kapıyı açarak ötesine geçmiş durumdadır. Bu haliyle partimiz, Türkiye sosyalist soluna 90’dan beri ülke solundaki hegemonyasını bir şekilde sürdüren yasalcı, kendiliğindenci, reformist siyasal düzlemden kopuşmayı, devrimci komünist ideolojik ve siyasal düzleme tutunmayı, bu eylemin somut bir ifadesi olarak birleşik devrim/birleşik mücadelenin stratejik kapsamına dâhil olmayı önermektedir.
Kuşkusuz ki bu düzey, tartışmada sorgulanan yenilgi, özeleştiri, yeniden inşa gibi konuların analitik kesitleri üzerinden ortaya çıkan öznel durum bildirimidir. Tanım genişliğine partimizi de alan “düzen içi seçenekler karşısında düzen dışı bir alternatif geliştirememiş olması” gibi verili bir politik nesnellik halinin kendisi ve aşılması ise sorgulamanın sentetik ve pratik çerçevesini oluşturmaktadır. Ve keza kuşkusuz ki analitik belirlemelerdeki sorunlar sentetik sonuçlarda başarısızlık olarak tezahür eder.
Partimiz, burjuva düzenin içinde bulunduğu yoğun iktisadi ve siyasi krize karşın sosyalizmin ezilen yığınlara karşı kendini bir alternatif olarak sunamıyor olmasında “işçi sınıfından ve yoksul halk kitlelerinden kopuk” olmayı bir neden olarak değil, bir sonuç olarak görür. Seçim sonrasında sol siyasal düşünce en “mütevazı” düzeye çekilerek “ev ev dolaşarak örgütlenmeye” indirgendi. Burada elbette örgütlenmenin aydınlanma yüklü mecazına takılmayacağız ama hangi düzeyde olursa olsun örgütlenme yukarıda ifade ettiğimiz gibi bir siyasal yapının her günkü işi, faaliyeti, eylemi olmak durumundayken bunu özellikle içinde bulunduğumuz geri durum itibariyle bir taktik süreç bağlamına oturtmak Leninist perspektif itibariyle doğru değildir ve başarısızlığı kesindir. Örgütlenme doğrudan politik bir süreçtir ve bu anlamda öncü öznenin politik taktiklerine bağlı olarak gelişir.
Bildiğimiz gibi bütün dünyada öncünün siyaseti ile sınıfın kendi siyasallığı başlangıçta aynı çizgilerdir, sonra öncünün faaliyetine göre bu iki çizgi birleşir. Devrimini başarmış ülkelere kıyasla, Türkiye sosyalizmi en ileri olduğu koşullarda, örneğin ’80 öncesinde ne sınıfa bilinç götürmekte Lenin’in partisinden geri kalmıştır, ne de iradeciliği öne çıkarmakta 26 Temmuz’dan. Ancak yine de yenilgiye yapılan teşhis “işçi sınıfından ve yoksul halk kitlelerinden kopukluk” olmuştu. Burada sınıfın sosyal varlığı ile siyasal varlığı arasındaki mesafe yapısal bağlamda bilince çıkarılmalıdır ve sınıf ve halk gerçeği ontolojik değerleri üzerinden değil, tarihsel şekillenişleri üzerinden ele alınmalıdır. Bütün ülkelerde devrimin tılsımı, devrimin öncü ve öz gücü olan sınıf ve emekçi halk gerçeğini anlamakta yatmaktadır. Türkiye solu kendi devlet ve halk gerçeğini kendi özgünlüğü içinde kavramaktansa başka ülkelere ait okumalardan çıkarmaya çalışıyor. Ülkede, devlet karşısındaki halk gerçekliğinin özgünlüğü “rıza üretme” gibi aktüel politik çerçevede değil, suni denge gibi tarihsel bağlamda ele alınmalıdır. Bu dengeyi kırmada öncünün bilinç+eylem taşıma işlevi 70’lerin kadro faaliyetinden yakın dönemin ve yakın çevrenin intifada, serhildan gibi başkaldırı dalgalarını üretmeye, Gezi Haziranı’ndaki gibi bu dalgaları, kendiliğinden açığa çıktıklarında derinleştirip, yaygınlaştırıp yönetmeye evrilmelidir. Birleşik devrim/birleşik mücadele kapsamı bütün bu deneyimlerin siyasal, örgütsel ve taktiksel sonuçlarından oluşmaktadır. Türkiye, Kürdistan gibi iki ülkenin iki ayrı devrim nesnelliğini, mücadelenin salt yasallığa tabi olmayan fiili ve meşru genişliğine yayılan, bileşenlerinin stratejik ve taktik ayrımlarını birbirlerinin tamamlayıcısı kılarak güçlendiren bu örgüt ve mücadele hattı siyasal hayatımız içinde vardır. Dışımızdaki solun görmezden gelmesine, görünmez kılmaya çalışmasına karşın vardır. Ama hala bu türden perdelemelerin altında kalıyorsa elbette bu da sorgulanmalıdır.
Küçük burjuva yapısallığın içinde ne kopuşma denen siyasal hamle geçmişin bulaşıklığından kendini kolayca kurtarabiliyor ne de birleşik dediğimiz mücadele geçmiş dönemlerin tekil öncülük alışkanlıklarından kolayca sıyrılabiliyor. Ama örgüt ve mücadele sürecimizde ne kadar sürtünme yaratırsa yaratsın ne düzen içi reformist dönemin perspektif, tarz ve alışkanlıklarından kopuşma ne de devrimci mücadelenin değer ve güçlerini birbirine katma çabası siyasal hayatımızda bitimsiz bir devinim halinde işleyecektir, işlemelidir.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Özellikle önümüzdeki dönem itibariyle Türkiye oligarşisinin kendi yönetemezlik krizinden çıkamadığı ve seçim travmasının kısa bir sürede aşılmasından sonra halk sınıflarının değişim taleplerinin yeniden öne çıkacağı göz önüne alınırsa her düzeyde mücadele güçlerinin birlikteliği, birleşik mücadelesinin esas alınması doğru olandır. Türk oligarşisi toplumun tam ortasından kutuplaştığı bir evrede hegemonyasını kalıcılaştırmak ve sürdürülebilir kılmak için ölçüsüz savaş ve baskı koşullarını uygulamak zorundadır. Devrimci demokratlar, Kürt halkı, kadınlar, aleviler, aydınlar, bütün ezilenler bu faşist terörün hedefi durumundadırlar. Bu terör oligarşinin kendi bekası için kaçınılmazdır. İçinde bulunduğu mali bunalım açısından ise dış yatırımlar ve yerli sermayenin bekası içinse sömürü ve sömürgecilik koşullarını derinleştirmesi kaçınılmazdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu koşullar üçüncü savaş konjonktüründe olan bölge dengelerinin de itkisiyle ülkenin sömürge demokrasisi seçeneğini devre dışı bırakan bir karşı devrim yapılanmasını zorunlu kılmaktadır.
Bunun birincil karşıtlığı devrimin, devrimci öncünün kendi yapılanmasını oluşturması, güçlendirmesidir. Bu çekirdeğin işlevi elbette hareket ettirebildiği kitle gücü ölçüsünde geçerli olacaktır. O halde birbirine koşut ve öncel kılmadan aynı anda iki süreci, birleşik öncünün tahkimi ve kitle hareketinin örgütlenmesi gündeme alınmalı, bu doğrultuda inisiyatif geliştirilmelidir. Genelde öncü inisiyatifi konusunda daha alışkan olan mücadelemizin yaygın kitle örgütlenmesi ve mücadelesindeki sorunlar öngörülmelidir. Burada devrimci öncü ya da öncülük iddiası taşıyan yapılar açısından önemli olan bu örgütlenmelerin kitlelerin değişim taleplerini burjuvazinin kendi restorasyonuna malzeme etmemeleridir. Bunun garantisi sınıf ve kitle siyasetini burjuva iktidarı devirip yerine halk meclislerini geçirecek tarzda oligarşiyi bir yanıyla ideolojik şiddetin, diğer yanıyla devrimci zorlamanın çaprazına almaktadır. Böyle bir siyasal etkinliğin varlığında, liberal sol demokratik katılımlı orta sınıfların varlığında bile geniş kapsamlı demokratik alan örgütlenmeleri yığın siyasetini düzen içi sınırlarda tutamaz yerine bu sınırları parçalayan fiili ve meşru mücadelenin örgütleri haline gelirler.
O halde, “muhalefetin geneli” içindeki sol açısından öncelikle yapılması gereken şey içinde bulunulan siyasal durumun ideolojik ve siyasal özeleştirisi ile bu düzeyden kopuşma ve ardından bu kopuşmayı birleşik devrim/birleşik mücadele kapsamına taşımadır.
Napolyon’un deyimiyle sonrası sonra gelecektir ve tarihsel kanıtları itibariyle diyebiliriz ki devrim gelecektir.