“Yakın geçmişimizden devrettiğimiz sorunların başında özne konusuna bakış geliyor. Sosyalist mücadelenin öznesi, sosyalistler ve/veya sosyalist örgütler değil, halk ve sınıftır. Mücadelemiz, mücadelemizi daha rahat koşullarda sürdürmek için değil, sınıfın ve halkın daha rahat koşullarda olması için. “Hareketin” büyümesi, güçlenmesi önemli tabii ama bir siyasal, toplumsal değişikliğe yol açacaksa”
“Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa” dosyası kapsamındaki söyleşilerimizin ikincisini Ayşe Düzkan ile yaptık. 14-28 Mayıs seçimlerinin ardından, sosyalist hareketin muhasebe sürecini, politik rejimin yeni saldırı hamlelerini ve sosyalist hareketin krizini nasıl aşması gerektiğini konuştuk.
Düzkan, iktidarın hep ileriye doğru hamleler yaparken solun mevzilerini koruyamadığını, bunun yenilgi dışında hangi sebeple açıklanacağı soruyor. Düzkan, “On yıl içinde Gezi’nin yenilgiyle sonuçlandığı dile getirilmedi, bunun sebeplerini konuşulmadı” ifadelerini kullanıyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Öncelikle şunu hatırlamak gerek: Siyaset bir muharebe değil; dolayısıyla yenilgi de bir an değil, bir süreç. Ben o süreci, Gezi’nin nihayetlenmesiyle başlatmayı doğru buluyorum. Gezi’yi sosyalistler başlatmadı, öncülüğüne talip oldular. Eğer böyle bir şeye hazırlıklı olsalardı, talip oldukları öncülüğü layıkıyla yerine getirselerdi, Gezi, Topçu Kışlası’nın yapılmaması dışında da kazanımlar elde ederdi. Gezi’nin nihayetlenmesi, şaşırtıcı bir benzerlikle, yerel seçimlerle birlikte oldu. İstanbul’da, seçimden sadece iki hafta önce, Berkin Elvan’ın cenazesini yüzbinler defnetmişti. Önceki gece ve o akşam, binlerce kişi polisle çatışmıştı, öfke ve umut ayaktaydı. İki hafta sonra oy kullandık, kimimiz Sırrı Süreyya Önder’e, kimimiz Mustafa Sarıgül’e oy verdik. Kadir Topbaş kazandı. Sonrasında sokaklarımız bir daha hiç öyle kalabalıklar görmedi. Yani seçimler her zaman bir toplumsal hareketlenme yaratmıyor, bazen de toplumsal hareketlilik sandığa gömülebiliyor.
Yenilginin işareti sadece sokaktaki kitlenin azalması değil. Ama 2010 1 Mayıs’ında Taksim’de toplananların sayısı 600 bin olarak telaffuz edilirken Bakırköy’deki kutlamalara katılım binli rakamlarla ifade ediliyorsa bu önemsiz olamaz. Ciddi bir seçim başarısına (7 Haziran 2015) rağmen, büyük saldırılar karşısında çıkan sesler caydırıcı olamadıysa, iktidar hep ileriye doğru adım atarken sol (çoğu yerleşik sendikalardan bağımsız gelişen işçi direnişleri dışında) mevzilerini dahi koruyamadıysa bunu yenilgiden başka hangi sebeple açıklayabiliriz?
Ama geçen on yıl içinde Gezi’nin yenilgiyle sonuçlandığı dile getirilmedi, bunun sebeplerini konuşulmadı. Bir bireyde görünse psikolojiyle açıklayacağımız bir tutum! Şimdi, sanki seçimlerde, zaten kerhen oy verilen Kılıçdaroğlu’nun yeterli oyu alamaması yenilginin işaretiymiş gibi konuşuyoruz. Bunu, İstanbulluların Antakya ve Maraş depremlerinin ardından evlerini yenileme telaşına benzetmek mümkün. Tehlike zaten biliniyordu, olay başka yerde geçiyor, İstanbul’u etkileyen bir yönü yok! Öyleyse neden on yıl önce değil de şimdi? Aynı şekilde, Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayımız yoktu, çoğunluk diktatörlerin seçimle gönderilmeyeceğini telaffuz ediyor. Ayrıca Türkiye tarihinin en önemli seçiminin bu olduğu da tartışılır, 2017 referandumu en az bunun kadar hayatiydi. Buraya tekrar dönmek üzere şunu söyleyeceğim: Yine de, şu spesifik anda, çok çok uzun bir süredir ilk kez, özeleştiri ifadesinin kullanılır hale gelmesinin çok büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Eleştiri ve özeleştiri sürecinin pratik sonuçları da olan bir değerlendirmeye dönüşeceği koşulların sağlanması halinde tabii. Olmadığının, böyle olmadığının kabulü ve başka nasıl olabileceği üzerine düşünmenin gerektiği tarihsel bir an bu.
Son yıllarda seçimlere, solun belli kesimlerince atfedilen önemi anlamlı bulmamakla birlikte, seçim-sokak ikiliğinin de gerçekçi olmadığına inanıyorum. Sonuç verecek bir eleştiri/özeleştiri süreci için bunlara Oda ve Salon’un eklenmesi gerektiğine inanıyorum. Oda, az sayıda kişinin katılacağı, böylece herkesin söz alabileceği küçük toplantılar için; komünistlerin hücresi ve feministlerin bilinç yükseltme grubu gibi. Salon da geniş kesimlerin bir araya gelip ortak bir dönüşümü örebileceği, yapılandırılmış toplantılar için. Bu ikisi, aslında bize sadece bu süreçte değil, her zaman gerekiyor. İlki her birimizin politize olabilmesi için, diğeri ortak siyaseti en geniş katılımla örebilmek için. Bu işin pratik yanlarından biri.
Bu noktada, 2017 referandumuna dönmek istiyorum. Sandıklarda görev alanlar, sayım aşamasında nasıl bir kaosla karşılaştıklarını ve tabii 3 milyon mühürsüz oyu unutmamıştır. Bunun üzerine sokağa çıkıldığını hepimiz hatırlıyoruz. Birkaç gün boyunca, seçim sonuçlarını tanımadığımızı ifade ettiğimiz gösteriler oldu, sonra HDP ve CHP seçim sonuçlarını kabul ettiklerini açıkladılar. Çekildik.
Keşke o zamanki tepkiler dikkate alınsaydı, bu seçime farklı bir hazırlıkla girilebilirdi. Çünkü seçim sonrası yapılan değerlendirmelerde dile getirilen “teknik” konular o sırada açığa çıkmıştı. Bu bir yana, devletin bütün mekanizmalarını ele geçirmiş, hukuksuzlukla bir derdi olmayan bir siyasal blokun seçimde işini şansa bırakması ihtimali olabilir miydi? Aynı topluluğun kamunun imkânlarını, taraftarlarını, seçmenlerini maddi olarak desteklemek için kullandığını da, büyükşehirlerin elinden alındığı günlerde çok açık biçimde ortaya çıkmıştı. Yani perşembenin gelişi çarşambadan belliydi, öngörüde bulunmak ve tedbir düşünmek gerekiyordu.
Sık sık ve haklı olarak değinilen bir noktayı ben de hatırlatacağım. Seçim odaklı siyaset, halkı, müstakbel sempatizan ve kadrolar olarak değil, seçmenler olarak konumlandırıyor. Halkın sempatizanlaşması ya da kadrolaşması bir bilinç değişikliği, politizasyon sürecini gerektirir. Seçmeni ise oy vermeye ikna etmek gerekir. Bu ikisi çok farklı hatta zaman zaman zıt dinamikler taşıyan süreçler. Politizasyon, duyguları harekete geçirmeyi değil, bilinci dönüştürmeyi hedefler. Oysa özellikle bu son seçimde, sol, seçmenin duygularına seslendi. Umut olmak, heyecan yaratmak gibi ifadeler başka ne anlama geliyor?
Bir de vaatler var tabii. Demokrasi, siyasetle doğrudan ilgisi bulunan insanlar için –ki bu tanım sadece sosyalistleri, devrimcileri değil, ulusal bilince sahip bütün Kürtleri de kapsıyor- önemli olabilir, laiklik yine toplumun bir kesimi için hayati öneme sahip olabilir ama halkın ezici çoğunluğu refahla ve huzurla ilgili gerçekçi vaatler ve taleplerle ilgileniyor. Bu açıdan CHP’nin solundaki solun doğru bir siyaset izlemediğini düşünüyorum. Bunların tamamı, aslında seçimlerle sınırlı olmayan bir perspektif ve siyaset anlayışının sonuçları.
Sonraki soruya geçmeden şunun altını çizmek istiyorum. Meclis’in yasama işlevini kaybettiği bir dönemdeyiz, “Tek Adam Rejimi” dediğimiz şey bu zaten. Reddedilen soru önergelerine bakarak bile, Meclis’in bir kürsü olmaktan öte bir işlevi olduğunu söylemek mümkün değil; vekillerin sokakta işe yarayabilen dokunulmazlıklarının da git gide önemsizleştiği görülüyor. O kürsü birden fazla şekilde kullanılabilir; bunlardan birincisi sistemi, hak ihlallerini, cinayetleri teşhir etmek ikinci ve daha ilgi gören biçimi, seçmenin, kendi söylemek isteyip de gücünün yetmediği, dilinin dönmediği şeyleri söylemek. Bu burjuva/erkek siyaseti için çok etkili bir yöntem. Çünkü taraftar kazandırır ama ne toplumda ne o insanlarda dönüşüme yol açar ve sosyalist mücadele tam da o dönüşümdür. Birinci Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis’teki performansı o kürsünün nasıl kullanılabileceği konusunda çok iyi bir örnek. O dönemde TİP’in 15 vekili var ama çok donanımlı insanlar ve Meclis’teki tartışmaları onlar belirliyor! Yani kürsü için vekillerin donanımı sayılarının fazlalığından daha önemli. Eğer Meclis’te yer alınacaksa bu ideolojik hegemonyaya ihtiyacımız var ve aday tercihlerindeki kriterler de bunu hesaba katmalı.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Şunu hatırlatarak başlamak istiyorum. Faşizm, genellikle bir baskı rejimi olarak tanımlanıyor. Oysa faşizm bir emek rejimi ve bir sermaye rejimidir. Baskı bunların hayata geçmesi için bir araç. Faşizmin bir sermaye rejimi olması, sermayenin belli bir kesiminin egemenliği yani güçlenmesi anlamına geliyor; bunun doğal bir sonucu servetin el değiştirmesi. Bizler hem servetin el değiştirdiğine (hani şu “çökme” olayları) hem de iktidar yanlısı sermayenin devletin araçlarıyla güçlendirildiğine şahit olduk. Faşizm bir emek rejimidir yani emeğin, en kötü koşullarda, en düşük ücretle sömürülmesinin önüne, mevcut yasaların dahi çıkmaması ve aynı zamanda proleterleşme süreci anlamına gelir. Bu iki hat, Türkiye’nin gerçekliğini açıklamaya yetmiyor tabii; faşizm burada sömürgeci ve işgalci politikalara mevcut yasaların dahi engel olmaması anlamına geliyor.
Muhafazakâr siyaset belli bir ideolojik paradigmaya ihtiyaç duyuyor, yoksa kendisini burjuva/erkek siyasetinin farklı çizgilerinden nasıl ayıracak? Bu her zaman, her ülkede tıpatıp aynı olmuyor. Örneğin Thatcher, kürtajın yasallaşmasını desteklerken, AKP 2012’de yasaklamaya çalışmıştı. Türkiye’deki rejimin ideolojik paradigması, İslam’ın erkeklere her hakkı tanıyan, kadınları aile içinde köleleştiren bir yorumuna dayanıyor. Bunlar zaten bilinen şeyler.
Önümüzdeki dönemde düşmanlaştırılan güçlerin en zayıf halkadan başlayarak elimine edilmesine dayanan bir politika öngörüyorum. Bu en zayıf halka görüldüğü gibi LGBTİ+’lar. Onların yanı başında Kürt Özgürlük Hareketi var. İktidarın Kürt meselesini aynı zamanda, bir yönetim aracı olarak kullandığını unutmamak gerek. Kadınların özgürleşmesini savunanlar tabii ki sırada. Sıranın en son sendikalara geleceğini düşünüyorum. Aynı şekilde, toplumun dinselleşmesi yönünde atılan adımlar güçlenecek. Okullara imam tayin edilmesi ve kız okullarının tartışmaya açılması bunun ilk adımı oldu.
Bütün bunlara karşı ne yapılabilir? Öncelikle, ilk hedeflerle, kendini özneleştirmeden dayanışmak gerekli, bunu dayanışmanın önemini vurgulamak için değil, “kendini özneleştirmeden”in altını çizmek için anıyorum. Ama sosyalist hareketin temel stratejisi dayanışma olamaz. Bu noktada üç ayrı hedef tanımlanabileceğini düşünüyorum. Emeğin mevzilerinin savunulması, işgalci politikalara karşı çıkılması ve dinselleştirmeyle mücadele. Burayı biraz açmak istiyorum.
Proleterleşme süreci yani özellikle beyaz yakalı olarak tanımladığımız emekgücünün itibar ve ücretindeki gerileme, alım gücünün daralması, hayat koşullarının zorlaşması ve bununla birlikte dinselleşme politikasının hayat tarzı üzerindeki etkilerinin yol açtığı bir tepki var; bu çok büyük ölçüde, emeğin başka kesimlerine tepki ve esas olarak geçmişe özlem olarak kendini gösteriyor. Bu, özellikle seçimlerde kolayca harekete geçirilebilir bir tepki olmakla birlikte dönüştürücü bir harekete evrilmesi için farklı bir sıçrama gerekiyor.
İşgal politikaları, bu ülkenin yoksul çocuklarının canı pahasına yürütülüyor ve milliyetçilik ve ırkçılıkla buna rıza üretiliyor. Sosyalistler bunun karşılığını Türkler ve Türkiye adına yürütülen bu politikalardan yoksulların nasıl zarar gördüğünü teşhir ederek verebilir.
Toplumun dinselleşmesi sürecini anlamaya çalışırken, Türkiye’nin, kimi Kemalistlerin hayal ettiği yer değil, çoğunluğu Sünni Müslüman olan bir ülke olduğunu akılda tutmakta yarar var. Bu, İslamcılığın attığı adımlara teslim olmak anlamına gelmiyor, onların zeminini fark etmek demek. Aynı zamanda inançlı insanların aptal ve/veya kötü olduğuna dair yargılar her ifade edildiğinde sosyalist harekete zarar veriyor. Hedefimiz inancın bütünüyle kişisel bir konu haline gelmesi olmalı. Çünkü yine Kemalist pratikler bize, dinselleştirmeyle mücadelede yasaklamanın yeterli bir etki sağlamadığını gösteriyor. “Tarikatlar kapatılsın” gibi sloganlar, devletin, kendisi adına, kendisinin hoşuna gitmeyen şeyleri ortadan kaldırmasını talep eden genişçe bir seçmen kesimini memnun edebilir ve oylarını alabilir. Ama bu gerçekçi bir talep değil, çünkü tarikatlar zaten yasal değil. Bu iktidarın, bu kurumların yasal açıklardan yararlanmasına göz yumduğu ve güçlenmesinin önünü açtığı bir gerçek ama bu iktidardan önce de bu kurumlar vardı. Halkın dine olan ihtiyacının azalması, dinselleştirmeyle mücadelenin en önemli ayağı. İnsan, kendi hayatıyla ilgili kendi iradesiyle hareket edemiyorsa, geleceği belirsizse, isyan etmeye gücünün yetmediği şeyler varsa, dine ihtiyaç duyar. Aynı şekilde, halkın tarikatlara olan ihtiyacının da ortadan kalkması mücadelesi çok önemli. Örneğin devletin burs ve yurt sunması sağlanarak… Şunu unutmamak gerek, bunlardan kurtulmak, en azından etkilerini azaltmak bugünden yarına hallolacak bir şey değil ve mücadelenin farklı cepheleri ve yöntemleri olmalı. Örneğin bugün İslam adına yapılan, savunulan şeylerin bir kısmı, “kitaba uyduruluyor”, buna karşı mücadele önemli bir cephe ve ancak İslam’ın içinden, inancı insanların güvendiği ilahiyatçılar tarafından açılabilir. Özellikle çocukları hedef alan her türden dinsel kurumun denetlenmesi gerekiyor. (Bu konularda hukuksal araçlardan başka yöntemler düşünmekte yarar var.) Ama altını tekrar çizeyim, derdimiz dinin bir yönetim aracı olarak kullanılmasında ve bu konuda teşhir edilecek onlarca şey var. Ancak inançlı insanları küçümseyen, dışlayan her türden yaklaşım onları tarikatların yanına itiyor.
Ama okullara imam atanması, kız okulları gibi uygulamalar mutlaka boşa çıkartılmalı.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Öncelikle geçici bir sıkışma değil, bir kriz olduğunu kabul etmek gerek.
Devam etmeden şunu söylemek isterim; “sosyalist”, tanımı ve sınırları belirsiz bir kavram halini aldı, o yüzden “komünist”i tercih ederim. Ama “sosyalist”i kullanacaksak da, bunu, devletten ve toplumdan, genel toplum yapısından kaynaklanan baskıların yanı sıra, sömürüye dayanan ilişkilere de karşı çıkmak olarak tanımlamayı, böylece demokrasi mücadelesinden ayırmayı doğru buluyorum. Sömürüyü, ücretli/ücretsiz (işin bu kısmı feminizmin alanı) emek sömürüsü ve başka halkların toprak ve kaynaklarına el konulması olarak tanımlamayı benimsiyorum.
Bunlar bu topraklarda ve dünyanın her yerinde tarihimiz boyunca değişmeyen ilkeler. Lafı tarihe getirmişken, bir referans olarak sık sık başvurulan, 12 Eylül öncesinin, solun asr-ı saadeti olmadığının altını çizmek istiyorum. Bu kadar ağır bir yenilgiyle sonlanmış ve bununla başa çıkamamış bir dönem mutlak referans olamaz. Bunun yanı sıra, koşulların değişmiş olması sebebiyle, geçmişte yazılmış, yapılmış şeyler bugün düşünürken mutlak biçimde işimize yaramıyor. Ama bugün adet olduğu üzere sadece Sovyet deneyimini, Avrupalıları ve Latinleri değil, Asya halklarının devrimci düşüncelerini, Arap komünistlerini de dikkate almak gerekiyor.
Yakın geçmişimizden devrettiğimiz sorunların başında özne konusuna bakış geliyor. Sosyalist mücadelenin öznesi, sosyalistler ve/veya sosyalist örgütler değil, halk ve sınıftır. Mücadelemiz, mücadelemizi daha rahat koşullarda sürdürmek için değil, sınıfın ve halkın daha rahat koşullarda olması için. “Hareketin” büyümesi, güçlenmesi önemli tabii ama bir siyasal, toplumsal değişikliğe yol açacaksa.
Rejimin sertleşeceğini öngörüyorsak, kadroları korumak gerekiyor. Bu, yüzlerin göründüğü sosyal medya paylaşımlarından vazgeçmekten, başı darda olanları koruyacak mekanizmalara ve burada anmamın gereksiz olacağı önlemlere kadar bir dizi değişiklik gerektiriyor.
Önümüzdeki döneme damgasını vuracak üç şey var: siyasal baskı, mücadele alanlarının daralması, özellikle büyükşehirlerde, gelirin sınırlanması ve çalışma sürelerinin artmasıyla insanların siyasete ayıracakları kaynak ve zamanın azalması. Üçüncü toplumsal dinamik nüfusun yer değiştirmesi olacak. Başta İstanbul olmak üzere metropollerin, özellikle de merkezlerinin mutenalaşması, belli bir gelir grubundaki emekçilerin ya şehrin kıyılarına ya da Anadolu ve Trakya’ya taşınmasına yol açacak. Pandemiyle birlikte başlayan ve evden çalışmanın kimi sektörlerde kalıcılaşmasının da kolaylaştırdığı “tersine göç” bundan sonra ekonomik sebeplerle artacak. Vadesini bilemem ama yakın bir gelecekte, merkezlerin politik anlamı değişecek. Bunun çok çeşitli sonuçları olacak; aklıma ilk gelen üretimin ve emekçilerin yoğun yaşadığı mahallelerin kentlerin eteklerine dağılması, ikincisi eşitlikçi özgürlükçü fikirlerin, hayat tarzlarının merkeze mahsus olmaktan çıkması. Bu, sosyalist hareketlerin de mesken değiştirmesini gerektirir.
Birlik konusuna değinmeden önce iki noktayı hatırlatmak istiyorum; bunlardan ilkini başka mecralarda, en son yakın bir zamanda da yazdım.[1]
Türkiye solunun bölünmüşlüğü olağanın dışında, bunu fikir akımlarıyla ve fikir ayrılıklarıyla açıklamak mümkün değil. Ve on yılların deneyimiyle görüldü ki, birlik çalışmaları bunun çaresi değil. Başta rekabet olmak üzere, bu durumun sebep olduğu zarar da az buz değil.
İkinci nokta şu; devrim iradi müdahale kadar, tarihsel koşulların ürünüdür. O yüzden bir örgütün on yıllar boyunca bir devrime yol açamamış olması hattının ya da pratiğinin yanlış olduğu anlamına gelmez. Ama toplumu dönüştürecek bir eylemlilik ve devrimci bir örgütün inşası her koşulda mümkündür. Bir yapı, on yıllar boyunca bunu başaramadıysa, ayakta ve hayatta kalması için çabalamaya gerek olmayabilir, en kibar ifadeyle.
Birlik, eğer yapıları, hiyerarşileri dağıtarak, ortak tüzük ve program etrafından yeniden bir araya gelmeyi hedeflemiyorsa, ancak spesifik işler için anlamlı olabilir. O da, masada değil, alanda olabilecek bir şey. Bu ve başka sebeplerle sendikalar, demokratik kitle örgütleri, dernekler, inisiyatifler gibi tüm taban hareketlerinin önümüzdeki dönemde çok daha önemli olacağını düşünüyorum. Örgütlülüğün böyle bir ağın genişlemesi anlamına gelmesi gerekiyor; çünkü “sokak” basın açıklaması değil sadece, grevler, direnişler, hak arama eylemleri demek.
Sosyalist hareketin sosyalist olmayan hareketlerle ilişkisi de birlik kapsamında ele alınabilir. Bu konuyu ele alırken şu üç noktayı temel alıyorum: Birinci olarak, sosyalist hareketlerin amacı, kendi tekil örgütlenmelerinin büyümesi değil, sınıf mücadelesinin yaygınlaşması, genişlemesi olmalı. Dolayısıyla, bu alanda nerede boşluk varsa, neresi örgütsüzse oraya yönelmeliler, diye düşünüyorum. Bu, uzunca bir süredir hâkim olan, canlanma ve hareketliliğin bulunduğu kadın, LGBTİ+ ya da belki aklıma gelmeyen başka alanlara yönelip buradan taraftar edinme taktiğinden farklı. (Ekoloji ve hayvan özgürlüğü hareketlerini biraz ayrı tutuyorum çünkü onlar zaten kapitalizme karşı mücadelenin bir parçası ama konunun tartışılmaya muhtaç olduğuna da inanıyorum.) İkinci olarak, bu hareketler ve oluşturdukları bilinç muhakkak ki sendikal hareketi de, sosyalist hareketi de etkileyecek ve dönüştürecek. En azından ajandalarına yeni talepler ekleyecek. Ama cinsiyet ve cinsel kimlik temelindeki hareketlerin kendilerine özgü örgütlenme, mücadele ve harekete geçme biçimleri var. Bunlar sosyalist hareketlerin mücadele yöntemleriyle tıpatıp aynı olmadığı gibi, örtüşmesi de kolay değil. Dolayısıyla, bu hareketlerle sosyalistlerin ilişkisinin birlik ya da ittifak değil, destek düzeyinde olması daha doğru bence. Destek de temsille açıklanabilecek şekillerde, -örneğin, oradakilerden başka renkte bayrak taşıyarak, örneğin bu siyasetleri de bizzat kendisinin temsil ettiğini iddia ederek- olmamalı. Bu hareketlerin meşruiyetini sınıf hareketine ve/veya Kürt hareketine verdikleri destekle açıklamak gibi, yine kendi gündemine sıkıştırmaya yönelik işler şeklinde de olmamalı. Bu hareketlerden hiçbir şey öğrenmemiş ama onlara önerilerde bulunur halde olmaya hiç girmiyorum.
Kürt hareketiyle bir araya gelme konusunu farklılaştıran şeyler var; bu hareketin hacmi, gücü, buna karşılık sistem tarafından sürekli kriminalize edilmesi gibi… Kürt Özgürlük Hareketi’nin yanında, içinde mücadele edenler, kardeşleşme yolunda önemli bir adım attı. Kriminalizasyona karşı durmak da bunun kadar önemli. Bu, hareketin bütün önceliklerini, tercihlerini benimsemek anlamına gelmiyor ama o farklı tercihlerle birlikte, meşru olduğunu savunmak mümkün. Seçimden yeni çıktığımız için söylüyorum, herhangi bir partiye özellikle de bir sol partiye müthiş oy kaybettirebilecek bir şey bu! Ama işte o kriminalizasyon, aynı zamanda bir yönetme aracı da olduğu için onu kırmadan çok mesafe kat etmek de mümkün değil.
Kürtlerin, hem örgütünün hem de seçmeninin ana gövdesini oluşturduğu partilerle “ittifak” halinde Meclis’e girmek bu konuda atılabilecek en zayıf adım; bunu son seçimde TİP sayesinde gördük. Kürt hareketine en yaygın milliyetçi-ırkçı bakış açısıyla yaklaşan birçok seçmen, TİP’in ittifakla seçime girmesini, baraj sorununu çözme yönünde, akıllıca bir taktik olarak gördüğünü açıkça ifade etti. Yani “ayrı liste”de cisimleşen “taktik” onlar için Kürt halkıyla dayanışma anlamına, zinhar gelmiyordu. Ve siz de takdir edersiniz ki bir taktiğe atfedilen anlam kadar önemli olan, onun nasıl algılandığıdır.
Bir sosyalist örgüt, bir seçimde HDP’yi, öncüllerini, ardıllarını desteklemeyi tercih edebilir, bu partinin/partilerin Meclis’te temsilini sadece bir dayanışma eylemi değil, kendi mücadelesi açısından da –yukarıda saydığım sebeplerle- yararlı görebilir. Ama bu partilerin seçmeni neden başka partilerin mensuplarının Meclis’e girmesini sağlasın?
Bence daha önemli olan soru şu: Bu partilerde, bazı sosyalist örgütler her kademede temsil ediliyor. Ama bu partilerin siyasetinde, programında sosyalizm neden aynı oranda temsil edilmiyor? Bu sorunun cevabının da özne meselesinde yattığına inanıyorum. Özneyi örgüt olarak görünce, onun temsili kâfi geliyor.
Sosyalist siyasetin ve sınıf hareketinin serpilmesi önümüzdeki dönemde en fazla ihtiyaç duyduğumuz şey olacak bence. Ve son olarak, karşımızdaki devasa zor aygıtıyla mücadele edebilmenin yolları, araçları üzerine, hiç olmazsa düşünmek gerekiyor bence.
[1] https://yeniyasamgazetesi5.com/ittifak/?fbclid=IwAR0B1Qh0gN2bT5o9-FV_r3ayQcX7CZECLO0G37l50VTLcdjSUIs-RNJtpqk