Bak işte yan yana onlar (II): Öğrenci Dernekleri dönemi üzerine
Bu tartışmayı “33 yıl önce kim haklıydı?” konusunda hesaplaşmak için yürütmüyoruz. Aynı zamanda, önümüzdeki dönemde toplumsal muhalefetin gelişim sürecinde nelere dikkat edilmesi gerektiğini de tartışıyoruz

Giriş
Türkiye öğrenci gençlik hareketinin 1984-91 “Öğrenci Dernekleri” dönemini tartışıyoruz. Birkaç vurguyu baştan yapmakta yarar var.
1992’ye gelindiğinde yenildiği iyice belli olan şey sadece öğrenci hareketi değil, Türkiye sol hareketinin geneliydi. İşçi hareketi de yenilmiş ve ideolojik-politik etki alanı oldukça daralmıştı. Siyasal örgütsel yapılar cılızdı ve güçlenmek bir yana daha da zayıflıyordu. İstisnalar (Kürt yurtsever hareketi ve kamu çalışanları hareketi) kaideyi (yenilgi durumunu) bozamıyorlardı.
Yenilginin temel nedeni, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinden farklı olarak, baskılar değildi. Kurumsal bir faşizmin yerleşik olduğu ülkemizde elbette ki baskı vardı. Kitle eylemleri polis saldırısına uğruyor, gözaltılar ve tutuklamalar oluyor, işkence sürüyor, faşist ve/veya gerici saldırılar oluyor, dernekler kapatılıyor, gözaltında kayıplar ve yargısız infazlar oluyordu. Ancak 1991 sonuna geldiğinde krizi iyice belirginleşmiş olan öğrenci gençlik hareketi (ve işçi hareketi) bunlar nedeniyle çökmedi. Öğrenci hareketinin ilk oluşum döneminde (1984-87) gözaltı süreleri daha uzun, açık kitle çalışması yapma olanakları daha zayıftı ve bunlara rağmen öğrenci hareketi birkaç yıllık kısmi bir gelişme yaşayabilmişti. Ayrıca öğrenci hareketinin bu döneminde karşı karşıya kalınan baskılar, hemen her gün birkaç öğrencinin faşist saldırılarda öldüğü ancak önemli bir kitleselliğin olduğu 1975-80 dönemiyle karşılaştırılamaz. Yenilgi, esas olarak, sosyalist hareketin dünya çapındaki krizine Türkiye’nin özgün sorunlarının eklenmesinden kaynaklanmıştır.
Sendika.Org’da (şu an için sendika63.org) yayımlanan 14 Nisan yazısından sonra[1], işin doğrusu beklemediğim ve gerçekleşmesinden mutlu olduğum bir tartışma başladı. Demek ki dönemin dinamiklerinin bir kısmı tartışmak için zaman ve zemin bekliyormuş. Ben de kendi adıma tartışmayı sürdürmek, görüşlerimi biraz daha geniş şekilde paylaşmak için bu fırsattan yararlanacağım.
Türkiye devrimci hareketinin tarihine en baştan itibaren meraklı olan birisi olarak, bu süren tartışmadan birçok şey öğrendim. Darbeden çıkış döneminin birçok çalışmasının yazılı kayıtları maalesef yok. Dergiler yayımlanmaya başladıktan sonraki süreci farklı bakış açılarıyla izlemek biraz daha mümkün, ancak geniş kitlenin bu dergilere ulaşması zor. TÜSTAV’ın sitesinden bazı yayınlara ulaşılabilmesi döneme ilişkin inceleme ve değerlendirmeler için çok değerli bir fırsat oluşturuyor. Ancak, yine de, söz konusu dönemde çıkan yayınların küçük bir kısmına erişilebiliyor. Bu durum anıların yazılmasını daha da anlamlı kılıyor. Bu nedenle tartışmaya katkı sunan tüm arkadaşlara kendi adıma teşekkür ediyorum.
Ben, söz konusu dönemin bir bölümünde Devrimci Gençlik’te[2] yer aldım, ancak eleştirilerim de oldu. Bugünkü bakış açım da söz konusu dönemin izlerini taşır. Ancak dönemin Devrimci Gençlik çalışmasının sözcüsü değilim. Yazdıklarım kişisel görüşlerimdir.
Yazıda esas olarak İstanbul merkezli bir anlatım yapılmaktadır. Bu nedenle diğer büyük şehirlerde veya taşradaki tartışmaları yeterince yansıtmayabileceğini baştan ifade edeyim.
Bilindiğini düşünsem de, bu tartışmaya ilişkin bir not düşmekte yarar var. Bu tartışmayı “33 yıl önce kim haklıydı?” konusunda hesaplaşmak için yürütmüyoruz. Aynı zamanda, önümüzdeki dönemde toplumsal muhalefetin gelişim sürecinde nelere dikkat edilmesi gerektiğini de tartışıyoruz.
Evet, forumda ikinci tur söz hakkı için sıram geldi galiba… O zaman başlayalım.
Yarın ve Yarıncılar
Nezih Kazankaya (14.06.2020)[3], “Bak İşte Yan Yana Onlar” (E. Bilir, 14.04.2020) yazısında “Dergi TKP’ye yakındır” şeklinde yaptığım tanımı eleştirerek Yarın dergisinin, TİP’in gençlik örgütlenmesi olan, Genç Öncü tarafından çıkarıldığını belirtmektedir. Benzer eleştirileri sözlü olarak da aldım. Bu konuda hem o süreçte emeği geçen Yarıncılar’a hem de okurlara özür borcum var. Yanlış biliyormuşum ve bu konuda kafamda oluşan belirsizliği gidermek için yeterince araştırma yapmadan yazmışım. 12 Eylül darbesi gibi -bazı direnişler olsa da- solu ezip geçen bir darbe şartlarında örgütlülüğünü sürdürüp, kültürel formda da olsa, bir odak olarak devam edip, yasal faaliyetlerin olanakları oluştuğunda bu konudaki çalışmalara önemli katkıları olmuş olan bir çalışmanın siyasal kimliğine saygı göstermek, devrimciler olarak, boynumuzun borcudur.
Yarıncıları TKP’li olarak hatırlamak hatası, bir mazeret olmamakla birlikte, sadece bana ait olmayan yaygın bir hata. Örneğin Türkiye öğrenci hareketleri üzerine yapılan bir Yüksek Lisans tez çalışmasında TKP ve TİP geleneğinden gelen bir grup öğrencinin ilk kurucu özneler olduğu belirtilmektedir (Savun, 2014, s. 56)[4]. EFK Devrimci Gençlik dergisinde yayımlanan bir yazıda da (1994 Aralık, S. 16)[5] “gençlik mücadelesinin 87’lere kadar önemli bir nicel birikime sahip olmasını sağlamış olan TKP çizgisinin verdiği mücadele” ifadesi kullanılmaktadır. TİP ve TKP’nin birbirine politik yakınlığı ve 1987 Ekim ayında birleşmeleri söz konusu hatanın nedenlerinden birisi. Ancak, sanırım bir başka neden de 12 Eylül darbesi öncesinde en yaygın ve kitlesel gençlik gruplardan olan İGD’nin Öğrenci Dernekleri döneminde Yarın’dan farklı, gözle görünür bir çalışmasının olmamasıdır. Bu nedenle mantığımız “bu arkadaşlar olsa olsa TKP/İGD’lilerdir” şeklinde işlemiş olabilir. Sonuçta yanlış yapmışız.
Sosyalist hareketin farklı gelenek ve örgütleriyle, aramızdaki siyasal tartışmalara ve farklı tutumlarımıza rağmen, faşizme karşı mücadelede aynı saflarda yer aldık. Söz konusu mücadelede hem Türkiye sol hareketinden hem de Kürt solundan[6] hemen her gruptan arkadaşlar farklı biçimlerde, farklı ölçülerde yer aldılar. Emperyalizme, faşizme, şovenizme, gericiliğe karşı birlikte olduğumuz olabileceğimiz tüm güçlerle birbirimize saygılı olmaya, aramızdaki ilişkilere zarar vermemeye, özen göstermeliyiz. Bu özen, sadece mevcut zayıflığın aşılması ve mücadelenin kısa süreli ihtiyaçları için birbirimize muhtaç olmamızdan dolayı değil, aynı zamanda ve daha önemlisi, gelecekte geniş halk kitleleriyle birlikte yeni bir toplum kurabilme becerisini kazanabilmemiz için de gerekli. Böyle bir hat birbirimizi eleştirmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Her birimiz ve, varsa, örgütlerimiz açısından, politik sorunlar önemlidir. Yapılan yanlışların bedelleri ağırdır. Bu durum bizi doğru gördüğümüz tutumu hararetle savunurken hatalı gördüğümüz tutumlara hararetle karşı çıkmaya götürür. Ancak, temel ile tali olanı ayıracak, konjonktürel olan farklarımıza karşı köklü ve uzun vadeli ortaklıklarımızı göz önünde tutacak gelişmişliğe ulaşmalıyız[7].
Nezih Kazankaya’nın bir başka eleştirisi ise benim önceki yazımda 14 Nisan sonrası için yer alan “öğrenci derneklerinde Yarıncıların inisiyatifi sona erer” ifadesine yöneliktir ve bu konuda “somut örneklerden” bahsetmediğimi belirtmektedir. Kazankaya 14 Nisan sonrasında da Yarıncıların öğrenci hareketine ilişkin çalışmalarının sürdüğünü belirterek, İzmir ve Ankara’da dönemin ilk öğrenci mitinglerinin gerçekleştirildiğini ve diğer çalışmaları aktarıyor. Dönemin tarihi açısından bu bilgiler anlamlı ve yararlı olmakla birlikte benim yazımdaki ifadeyi çürütmüyor. Çünkü yazıdaki iddia “Yarıncılar 14 Nisan’dan sonra yok oldular” değil “inisiyatifleri sona erdi” iddiasıdır. Elbette ki Yarıncılar yok olmamıştır, öğrenci derneklerinde varolmaya, eylemler gerçekleştirmeye veya gerçekleştirilen eylemlere katılmaya, bazı yerlerde yönetimlerde yer almaya devam etmişlerdir. Ancak artık öğrenci hareketinde ve temsiliyette çoğunlukta olan bir konumda değillerdir. Örneğin Yıldız-Der’in Haziran 87’de yapılan genel kurulu sonucunda Yarıncılar yönetimde bulunmaya devam etmiştir. 1988’de yapılan genel kurulda ise 7 kişilik yönetime Yarıncı 3, Devrimci Gençlik’ten de 3 kişi girmiştir. 1989’da yapılan Genel Kurul’da ise DG’den 5 kişi yönetime girerken (hatırladığım kadarıyla) Yarıncılar (veya o dönemdeki TBKP’liler) yönetimde yer almamıştır. 1990 yılında ise İstanbul’da TBKP’lilerin temsilci olduğu dernek hemen hemen kalmamıştır.
Zaten Kazankaya da yazının başında “demokratik öğrenci hareketi ve sosyalist hareket ilişkisini 1984-1988 yılları arasında yaşanan tarihsel örnek temelinde yeniden hatırlatma/hatırlatma” ifadelerini kullanıyor. Bir anlamda söz konusu dönemi 1988’de bitiriyor. Benzer şekilde R. Öner Özkan da “Bugünden geçmişteki (1984-88) öğrenci hareketine baktığımızda …” yazıyor. Bu tarih Yarın dergisinin kapandığı tarihtir. Ancak öğrenci dernekleri 1992’ye kadar öğrenci hareketinin ana formu olmaya devam etmiştir. Dolayısıyla söz konusu dönem açısından 14 Nisan sonrasında öğrenci hareketi üzerindeki Yarıncıların inisiyatifinin sona erdiği tespiti geçerliliğini sürdürmektedir.
Kazankaya, benim 14 Nisan yazımın sonunda yer alan “devrimciler mücadeleye devam ediyor” ifadesine atıfla Yarıncıların da “her sol çevre ve birey gibi, kendi savaşımlarını değişen koşullar, görüşler ve beklentilerle” mücadeleyi sürdürdüğünü belirtiyor. Ben kendi adıma bu durumdan ancak memnuniyet duyarım. Hem tartışır hem de faşizme, emperyalizme ve gericiliğe karşı birlikte mücadele ederiz.
Kazankaya’nın “Gökyüzü” dergisine ilişkin yazdıkları bu derginin konum ve işlevini abartıyor gibi görünüyor. Aydınlıkçılar’ın çıkardığı Gökyüzü dergisi 1986’da yayına başlamıştı. Şimdiki kuşaklara garip gelecek ama, Aydınlıkçılar öğrenci derneklerinin ilk döneminde derneklerde vardılar. Benim öğrenci derneği çalışmalarına katıldığım 1987 yılında dernek çalışmasında birkaç Gökyüzücü vardı[8]. Ancak Gökyüzü dergisinin “muhalefetin sözcülüğüne” soyunabildiğine ilişkin hiçbir olay, tartışma vb. görmedim, okumadım.
“Dönemler” ve 87 Kuşağı üzerine
Belli özellikleri nedeniyle kendisinden önceki ve sonraki yıllara göre belirgin farklılıklar taşıyan zaman dilimlerini bir “dönem” olarak tanımlıyoruz. Oysa biliyoruz ki bu dönemler kendisinden önceki ve sonraki dönemlerden bıçakla kesilmiş gibi ayrılmazlar. Ancak bazı dönemlerde farklılıklar daha keskin, bazı dönemlerde ise daha ılımlı olabiliyor. Örneğin 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül, hangi açıdan bakarsanız bakın, iki tarihsel dönemi keskin şekilde birbirinden ayırır. Bu tarihler egemen sınıf politikaları açısından da, işçi hareketi açısından da, öğrenci hareketi açısından da, sosyalist örgütlenmeler açısından da önemli dönüm noktaları olmuştur. Türkiye’de 12 Eylül sonrasındaki süreçler ise bu kadar kesin ve topyekûn olarak birbirinden ayrılmıyorlar. Örneğin Kürt ulusal hareketi açısından 1984, 1991, 1999, 2012, 2015 gibi önemli dönüm noktaları varken, işçi hareketi açısından 1986 Netaş grevi, 1989 Bahar Eylemleri, 1991 Madenci Yürüyüşü, 2010 Tekel eylemi, 2015 Metal Eylemleri gibi önemli köşe taşları vardır. Öğrenci hareketinin 1984’te başlayan Öğrenci Dernekleri döneminin nefesinin tükendiği 1991-1992 yılları 1990’da patlak vermiş olan kamu çalışanları hareketi açısından ise yükselişin devam ettiği yıllardır. Sosyalist ve devrimci gruplar açısından ise gelişme, tıkanma, darbe alma, bölünme yılları bir çeşitlilik gösterir. Bütün bu farklılıklara rağmen 1991 yılını Türkiye solunda bir dönemin bitişi olarak değerlendirmenin çok öznel bir yargı sayılamayacağını düşünüyorum.
87 Kuşağı (veya 87’liler) ifadesine itiraz eden arkadaşlarımız da var. Olabilir. Bu kavram dünya genelindeki 68 Kuşağı veya Türkiye özelindeki 78 Kuşağı kadar yaygın ve yerleşmiş değil. Örneğin dönemin ODTÜ-ÖD Kurucu Başkanı olan Aydın Bodur[9] (16.07.2020) bu kavramlara küçümsemeyle yaklaşmış. Önce üzerinden tartışacağımız birkaç alıntıyı buraya koyalım (Aydın Bodur, 16.07.2020):
Bir türlü ne kadar değerli oldukları anlaşılmamış, ‘kayıp bir kuşak’mışlar… Aslında 87 değil de 88’li demeleri lazımmış da, mışmış!
1980 sonrasının öğrenci derneklerini kuranlar, gökten zembille inmediler. Onlar 1970’lerin lise ve üniversite mücadelelerinde yoğrulmuş gençlerdi. İlla bir isim verecekseniz, 78’li diye tabir ettiklerinizden hiç farkları yoktu. Hatta bizzat onlardı.
Normalde isimlendirmeler, tarihte yaşanmış büyük olaylara göre yapılır. Hani 1968 kuşağı derken, biliriz ki tüm dünyayı sarsan bir şeyler olmuştur… O gençler, işte o dönemin gençleridir. Peki 78 kuşağı derken? Ortada pek de önemli bir durum/olay yokken, aslında 68’lilerden ayırma gayretiyle (68’lileri de referans alarak) yapılan bir isimlendirmeyle karşı karşıya olduğunuzu anlarsınız.
Ertuğrul Bilir, 1987 14 Nisan’ında yaşadığı olaylara yer vereceğine göre 1987’liler diye anlatacaktı! Nabi Kımran ise yine kendi cephesinden 1988’liler kayıp kuşak diye vah vahlanacaktı!
Aydın Bodur “87 Kuşağı” ifadesine katılmayabilir, hatta ifade genel olarak kabul görmeyip, yerleşmeyebilir de… Ama Aydın Bodur’un bu olaya bakışı yanlıştır. Önce 78 Kuşağı’na bakalım. Yazar 68 Kuşağı’nın tüm dünyayı sarstığını ve 78 Kuşağı’nın buna öykünme olduğunu belirtmiş. Gerçekten de “78 Kuşağı” isimlendirmesi de, benim tercih ettiğim “87 Kuşağı” veya başka bazı yazılarda ifade edilen “88 Kuşağı” ifadesi de “68 Kuşağı”ndan esinlenmiştir. İnsanlar olayları anlamak ve konumlandırmak için benzetmelere eğilimlidir, ancak bu benzetmelerin hepsinin işlevsiz olduğu iddia edilemez. 78 Kuşağı ifadesini dünyanın başka bir ülkesinde kullanırsanız muhtemelen onlar için bir anlam ifade etmeyecektir. Ancak Türkiye sosyalist hareketi açısından oldukça yerleşmiştir. Bir ifadeyi kullanabilmek için mutlaka dünya çapında kullanılır olması zorunlu değil zaten. 78’in (yani 1973-80 dönemi mücadelesinin) 68’e göre (şu an girmeyeceğim) özgünlükleri vardır. Nabi Kımran arkadaş, Hobsbawn’dan esinle bir dönemi, 60’ları ve 80’leri de katarak, “uzun 70’ler” olarak tanımlamış. Üzerinde tartışmaya değer ama şimdi konumuza devam edelim, bu tanımlamayı başka zaman tartışalım.
Aydın Bodur 1980’lerdeki öğrenci derneklerini kuranların bizzat 78’li olarak tanımlananlar olduğunu ifade ediyor. Evet, yaş açısından bakıldığında 1984-86 arasında dernekleri kurmaya girişenlerin 78 Kuşağı denilen dönemle çok yakın ilişkileri olduğu açıktır. 12 Eylül darbesi öncesi politik örgütlenme yaşı ortaokul yıllarına kadar inmişti. Dernek girişimine öncülük edecek noktaya gelen öğrencilerin üniversitede 2 veya 3. seneleri olduğunu düşünürsek, 12 Eylül darbesini lisede veya hatta bazılarının üniversitede karşılamış kişiler oldukları anlaşılır. Ancak dönem 1984-86’dan ibaret değildir. Öğrenci Dernekleri dönemi (dernek formatındaki örgütlenmenin ana biçim olması, beklentileri, hareket tarzı vb. ile) 1991-1992 civarına kadar sürmüştür. Dönem biterken artık öğrenci hareketinin öncüleri haline gelmiş olan, 1989’da üniversiteye girmiş olanlar, darbe olduğunda 8-9 yaşındadır. Mesele sadece yaş meselesi olmayıp, içinde yetişilen ortam, ülke ve dünyadaki ortam, davranış biçimleri, örgüt biçimleri vb. ile düşünülmelidir. Ancak (işçi hareketinden farklı olarak) özellikle öğrenci hareketi her birkaç yılda bir kişilerin değiştiği bir alandır. Dönemi sadece kendimizden ibaret görme hatasına düşmememizde yarar var.
Aydın Bodur, benim 87’liler ifadesini kullanışımı, “1987 14 Nisan’ında yaşadığı(m) olaylara yer ver”meme bağlamış. Eğer kendimi merkeze koysaydım, dernek yöneticisi olduğum ve Yıldız İşgali’nin de yaşandığı 1990’ı isim olarak kullanıp “1990 Kuşağı” yazardım. Bu işlerde o kadar sübjektif olmamak daha doğru olur. Dönemin öğrenci hareketinin tamamını bilenlerin bildiği ve Nabi’nin yazılarında da söz edildiği gibi, söz konusu dönemde kitlesel ve daha militan eylemler de olmuştur. Ama Öğrenci Dernekleri döneminin kilit yılı 1987’dir ve sembol olay 14 Nisan eylemidir. Dönemi TİP-TKP saflarında yaşamış arkadaşlara böyle görünmemesi, kendi tarihleri açısından, doğaldır; ama bu, olguyu değiştirmemektedir.
Yine bu bahiste, Nabi Kımran, Aydın Bodur’un yazdığı gibi, “87 değil de 88’li deme” önerisinde bulunmuyor. Hatta kendisinin daha önce yayımlanmış bir kitabında da “87’li” ifadesini kullandığını belirtiyor. Ancak, Aydın Bodur arkadaş, tartıştığı kişiyi küçümserken, okuduğunu anlama açısından zaafa uğruyor[10].
1990’daki çatışmalar meselesi
Sosyalist hareket, iki kitleselleşme ve iki yenilgi döneminin ardından, 12 Eylül darbesinden çıkış sürecinde, artık çocukluk dönemini aşarak olgunlaşma dönemine ulaşmış olmalıydı. Hiçbir ilerlemenin olmadığını söylemek mümkün değilse de, sol içi ilişkiler açısından yeterli bir gelişme olamadığı ortadadır. Gerek dergilerdeki tartışma dili gerekse de az çok örgütlü olunan alanlardaki davranış tarzları uzun dönemde sosyalizm için birlikte mücadele etmeye çalışan ancak farklı politikalar önerenlerin mücadele arkadaşlığına uygun değildi.
Öğrenci dernekleri döneminde, değişik çatışmalar ve gerginlikler olmuş olmakla birlikte, sol içi çatışma olarak en fazla etki bırakan olay dışarıya “DS-DY çatışması” olarak yansıyan olay olmuştur. Öğrenci Dernekleri dönemine ilişkin sürmekte olan tartışmada Nabi Kımran “Kayıp Halka 87’liler (II): (Yükseliş ve düşüş)”[11] başlıklı yazısında bu olaylardan söz ederek şöyle yazmıştır:
Devrimci Sol ile Devrimci Yol’cuların bir üniversitedeki tartışmalarından başlayıp, semtlere ve tüm İstanbul’a yayılan çatışmalar sürüyordu. Bıçaklananlar, yaralananlar vardı. Kimse kavgayı durduracak bir şey yapamıyor, girişimler boşa çıkıyordu.
Hakan Sürmen[12] de “işlerin daha da kötüye gitmesini tahrik eden iki öznel neden” arasında söz konusu çatışmaları da saymakta ve bu çatışmaların “devrimcilere yakın duran öğrencileri hatta kendini devrimci olarak tanımlayanların bir kısmını süreçten kopardığını” belirtmektedir.
Her iki arkadaş da haklıdır; bu çatışmalar zaten zayıflamakta olan öğrenci gençlik hareketine zarar vermiştir. Bende de (hem kafamın arkasında, hem de duygusal açıdan) bir yara olarak etkileri süren bu olaylardan kısaca söz etmek gereklidir.
Yıllardır kendime tekrar tekrar “biz acaba çatışmaları kışkırtan, çatışmalara neden olan bir yanlış yaptık mı? Biz gerçekten de savunmada mıydık yoksa bu sadece bizim kendimize ilişkin algımız mıydı?” sorusunu soruyorum. Sonuçta, bu olaya ilişkin düşüncemi, bütün iç rahatlığımla, şöyle ifade edebilirim: Genel olarak DY’liler, üniversite özelinde ise DG’liler olarak biz savunmadaydık! Çatışmaları biz başlatmadık, uzamasına ve daha da şiddetlenmesine neden olacak davranışlardan kaçındık.
Olayın kısa özeti şudur: 1990 yılında DS’nin DY’lilere dönük iki saldırısı oldu. Birinci saldırı Ocak ayında cezaevinde yaşandı. Bu olay, Bayrampaşa cezaevinde bir tartışma sırasında DS’lilerin “DY liderliğinin Mamak’ta teslim olduğu” şeklindeki suçlamasına bir DY’linin “Dursun Karataş’ın emniyet ifadeleri” üzerinden cevap vermesinden sonra gerçekleşti. Bu tartışmadan birkaç gün sonra DS’liler, o dönemde 1 Aralık BYYO işgali nedeniyle DG’den de epey kişinin bulunduğu, DY’lilere cezaevinde saldırdı. Tutuklular görüşçüleriyle görüşürlerken yapılan ani baskınla her bir görüş kabinine birkaç kişi girerek görüşçülerinin gözü önünde o kabindeki DY’lileri dövmeye çalıştılar. Bu olay dışarıya yansıdığında İÜ Merkez Bina’da, her iki tarafın kitlesiyle katıldığı, birkaç yüz kişilik bir forum yapıldı. Forum sonunda kısa bir kavga olmakla birlikte kavga çok fazla büyümedi ve başka yerlere de yayılmadı. Aynı yılın Haziran ayında ise İstanbul genelinde 1 hafta süren bir saldırı dalgası gerçekleşti. Gazi Mahallesi’nde muhtarlık seçimlerindeki adaylıklarla ilgili bir sorunda, eski bir DY’linin çağrıldığı tenha bir yerde dövülmeye çalışılması ve bu arkadaşın, kendisini dövmeye çalışanlardan 4 kişiyi falçatayla yaralaması olayı meydana geldi. Bu olayın ardından DS, tanıdıkları DY’lilere, derneklere ve kurumlara dönük bir saldırı kampanyası başlattı. Bu kampanyada, DY’lileri suçlayan bir bildiri DY’lilere okunarak özeleştiri isteniyor, bu isteği kabul etmeyenler hastanelik edilinceye kadar dövülüyordu. Haziran ayının sonlarında Devrimci Gençlik Dergisi ofisine yapılan bir saldırı ve mahallelerde başlayan saldırı dalgası ertesi hafta başından itibaren okullarda sürdü. DS’liler organize olarak ekipler halinde okullara gidip DG’lilere saldırdılar. İlk anın dağınıklığından sonra DG’liler de ekipler oluşturdu ve savunmaya geçerek dengeyi, kısmen, sağladı. Ancak hem İstanbul’da DY’lilere göre daha güçlü ve örgütlü olan, hem ciddi bir saldırı motivasyonuna sahip olan, hem de teknik ve askeri açıdan daha hazırlıklı olan DS’liler kavgaların çoğunluğunda galip geldiler. Örneğin üniversitelerde hem ilk hem de son büyük kavga, aynı haftanın başında ve sonunda, Yıldız’da oldu. Her iki taraftan diğer okul ve alanların katılımıyla, toplamda 100-150 civarında kişinin katıldığı kavgalarda, DG’liler Yıldız’ı terk etmek zorunda kaldı. Çok sayıda arkadaş yaralandı. Son Yıldız kavgasında (29 Haziran Cuma) yaralanan arkadaşlara Çapa Acil Servis’te tekrar saldırı girişimi oldu. Aynı gün saldırılar, ve dolayısıyla çatışmalar, sona erdi.
Bütün bu saldırı dalgası boyunca DG’liler bir başka sol grupla çatışıyor olmanın rahatsızlığını yaşadı ve çatışmanın boyutunu artıracak araçlar (örn. demir çubuk, bıçak vd.) kullanmaktan ve saldırgan konumuna düşmekten kaçındı. Buna rağmen, bir başka sol grupla çatışmış olmak birçok arkadaşın moralini bozdu ve mücadeleden uzaklaşan arkadaşlarımız oldu.
Bir hafta süren yaygın kavgalar, zaten zayıflamakta olan öğrenci hareketine, ek bir darbe daha vurmuş ve öğrenci hareketinin çevresinde yer alan bir kısım insan daha mücadeleden uzaklaşmıştır. Kendisini mücadeleye yakın hisseden kesimler açısından bile, kavgada kimin haklı kimin haksız, kimin saldırgan kimin savunmada olduğunun önemi yoktu. Sonuçta dışarıdan bakıldığında görülen şey, ellerinde sopalarla ve kalabalık gruplar halinde birbiriyle çatışan iki sol grup idi.
Bu noktada, sol içi şiddet hakkında kısaca iki nokta üzerinde durmayı gerekli görüyorum:
Birincisi, her siyasal ekibin kendisini de özeleştirel olarak değerlendirmeden geçirmesi gerekmekle birlikte, burada söz konusu olay özelinde “herkes çatıştı, sonuçlardan eşit derecede sorumluydu” yaklaşımını gösteremeyiz. Böyle bir tavır saldırgan durumda olanların “nasıl olsa saldıran ile kendini savunan aynı kefeye konuluyor” güveniyle aynı davranışları tekrarlamalarına yol açar. Nitekim daha sonraki yıllarda yaşananlar sol kamuoyu tarafından bilinmektedir.
İkincisi, seçilen yöntemle verilen mücadele işçi sınıfı ve halkın kazanılması için verilir; kazanılamayan kesimlerinin veya halk içindeki politik rakip olarak görülenlerin korkutulup sindirilmesi için değil. Zor şartlarda mücadele ediyor olmak da, şehit veriyor olmak da kendisinin dışındaki demokrat, devrimci, sosyalist vb. güçlere karşı zor kullanma hakkını, kurum basma hakkını vd. kimseye vermez. Bunu yapanlar kısa vadede kazanım elde ediyor gibi görünse de, uzun vadede halkın güveninin kaybedilmesi kuvvetle muhtemeldir.
Edebiyat’taki pankart meselesi
Nabi Kımran sözkonusu “çatışmalar”dan söz ettikten sonra İÜ Vezneciler binasında (Edebiyat, Fen ve Kimya Fakültelerinin bulunduğu yer) DY’liler tarafından Hergele Meydanı’nda asılan, insanları telaşa sokan ve polisin üniversiteye girişini meşrulaştıran, “Dev Yol’un DS saldırıları karşısında boyun eğmeyeceğini” bildiren ses bombalı bir pankart olayı anlatıyor.
89 sonrasında DG’nin üniversitelerdeki temel sloganı “Üniversiteler Bizimdir” şeklindeydi. Buradaki “bizimdir” ifadesi DG’yi veya devrimci öğrencileri değil; öğrenci, öğretim üyesi ve çalışanlarla birlikte üniversite bileşenlerinin genelini kastetmekteydi ve öğrenci gençlik kitlesiyle açılan arayı kapatmaya çalışıyordu. DG’nin, öğrenci gençlik mücadelesine zarar verebilecek, “ses bombalı” (hem de kapalı alanda) bir pankartın asılması dönemin çizgisine denk düşmezdi. Yazıyı okuyunca, burada ifade edilen pankart olayını birkaç arkadaşa sordum. Arkadaşlar, Hergele’de o sıralarda bir pankartın asıldığını, bir miktar panik yarattığını, ancak söz konusu pankartın bahsi geçen kavgalarla ilgisi olmayan (muhtemelen bir anma pankartı), bu çatışmalardan biraz daha önce ancak polisin tekrar İÜ’ye girdiği 1990 Newroz’undan sonraki dönemde asılmış bir pankart olduğunu belirttiler. Ayrıca pankartın, o dönemde DY geleneğinin öğrenci hareketindeki ana damarı haline gelmiş olan Devrimci Gençlik (DG) grubu tarafından değil, otonom varlığını sürdüren bir DY çevresi tarafından asıldığı belirtildi. DY’nin merkezi yapısının dağılmasından sonra ortaya çıkan çok sayıda otonom ekibin bir bölümünün, üniversitelerde bulunan ancak demokratik öğrenci hareketiyle pek ilişki kurmayan taraftarları vardı. Anlaşıldığı kadarıyla bu olayda, bu ekiplerden birisinin astığı bir anma pankartı söz konusu.
Ancak olayın, Nabi Kımran’ın hatırladığından bazı farklılıkları olsa da, düşüncesizce ve öğrenci gençliğin devrimci mücadelesine zarar vermiş bir “eylem” olduğu doğrudur.
Devrimci Gençlik
Devrimci Gençlik özelinde de birkaç cümle ifade etmek yararlı olacaktır.
Deniz Derya’nın 2011 yılında yayımlanan yazısında[13] “Sözü edilen üç dönemin herhangi birisinde ‘aktif’ olarak bulunmuş herhangi bir birey bile bilir ki Devrimci Gençlik, bu süreçlere sonradan katılan, tabi olan ya da herhangi bir aşamasında dışında kalan değil tam tersine üç dönemin de doğrudan örgütleyicisi/örgütleyicilerinden olan ve her aşamasında inisiyatif alandır” iddiası yer almaktadır. Sözü edilen üç dönem Öğrenci Dernekleri, Koordinasyon ve Kolektifler dönemleridir. Bu iddia, diğer dönemler için doğru olmakla birlikte, Öğrenci Dernekleri dönemi için tartışmalı bir iddiadır.
Öğrenci Dernekleri dönemi başladığında, DY geleneği paramparçadır ve dönemin büyük çoğunluğunu böyle geçirmiştir. DY hareketi içinde 1983 yılında ortaya çıkan bölünme sonucunda kırlardaki ekipler de 1984’te dağılmıştır. Geriye “otonom” adı verilen gruplar ile bireyler kalmıştır. Otonomlar birbirleriyle güven ilişkisi bulunan belli sayıda kişiden oluşan, devrimci siyasal çalışmayı devam ettirmeye çalışan ancak bir siyasal merkez oluşturma iddiası da taşıyamayan yapılardır. Üniversitelerde bulunan DY geleneğinden öğrencilerin bazıları otonomlarla ilişkili, bazıları bu çevrelerle de ilişkisiz olarak, çalışmalar yapmaktadırlar. Hareketin geleneklerinden kaynaklı olarak “Devrimci Gençlik” ismi kullanılsa da gerçek bir örgütlülüğe dayanmamaktadır. 1987 Ekim ayında yayına başlayan Demokrat Arkadaş dergisi görünür olan ilk odaktır. Ancak Demokrat Arkadaş DY’li öğrencilerin örgütlü bir hale gelmesinde yeterince işlevli olamamış, yayına başlamasının üstünden 1 yıl geçmeden ayrılık yaşamıştır. Bu ayrılıkta “Koordinasyon” adıyla oluşan ekip, “Devrimci Gençlik” grubunu oluşturmuş ve giderek öğrenci hareketinde yer alan DY’lilerin merkezi örgütü haline gelmiştir. 1989 Mart ayında ise Demokrat Arkadaş dergisi kapanmış ve bu dergiyle birlikte hareket edenler de Devrimci Gençlik içerisinde yer almıştır. Bu gelişmelerin ardından 1989 sonlarında “Devrimci Gençlik Mücadelesi Üzerine” broşürü (Kırmızı Broşür) yayımlanmış ve 1990 Ocak ayında da Emperyalizme ve Faşizme Karşı Devrimci Gençlik (EFK Devrimci Gençlik) dergisi yayına başlamıştır. DG’nin üniversitelerdeki tüm DY’lileri kendi çevresinde topladığı söylenemezse de bu geleneğin ana gövdesi haline gelmiştir. Dolayısıyla öğrenci hareketindeki DY’liler, 1984-1991 arasındaki Öğrenci Dernekleri döneminin ancak son 3 yılında nispeten merkezi örgütlenmeye sahiptir. DY’li öğrenciler DG oluşmadan önce de öğrenci hareketinde yer almakta, bazı birimlerde öncülük yapmakta, bazı okullarda dernek yönetimlerini kazanmaktadır. Ancak öğrenci hareketindeki sayılarına oranla etkisi düşüktür ve daha erken dönemde merkezi örgütlenmeyi başarmış olanlar (örn. Çözümcüler) karşısında gerilemektedir. 1 Aralık BYYO İşgali, öğrenci hareketindeki genel yerinin yanında, DG için de kritik bir dönemde gerçekleşen, DG’lilerin bu işgaldeki yeri ve tutumuyla kendine güveni artıran bir eylemdir. Söz konusu dönemde DG’lilerin en fazla coşkuyla attıkları sloganlardan birisi “Vardık, Varız, Varolacağız” sloganıdır. Bu slogan, DG’liler açısından hem genel siyasal düzlemde hem de gençlik mücadelesinde yıllardır süren dağınıklığın sona erdiği bir aşamayı simgelemektedir. Sonuç olarak, Deniz Derya’nın Devrimci Gençlik için öne sürdüğü “üç dönemin de doğrudan örgütleyicisi/örgütleyicilerinden olan ve her aşamasında inisiyatif alandır” iddiası, Öğrenci Dernekleri sürecindeki durumu tam yansıtmamaktadır.
DG, demokratik öğrenci hareketinin genel çıkarlarını, kendi öznel çıkarlarının önünde tutan bir çizgi izlemeye çalışmıştır. Ancak dönemin rekabetçi ortamından tümüyle kopamamıştır. Öğrenci Dernekleri dönemine dair sürmekte olan tartışmayı DG’nin özel gündemiyle boğmayı yararlı bulmadığım için, sadece bir örnek vermekle yetineceğim. Örneğin DG’nin 31 Ekim 1990 günü için aldığı “boykot” kararı, dönemin genel DG çizgisine uymayan ve hatalı bir karardı. Bütün dönem boyunca “öğrencilerin zorla eyleme çıkarılamayacağını” savunan DG, ancak öğrenci kitlesinin önemli kısmının onayı ve katılımıyla uygulanabilir olan, “boykot” konusundaki önerilere genel olarak karşı çıkıyordu. Sonra birden bire DG’nin merkezi, bazı gerekçelerle, 31 Ekim için boykot kararı aldı ve uygulamaya çalıştı. Birçok okuldaki DG’lilerin bile ikna olmadığı öneri sadece 2-3 okulda öğrenci derneği kararı haline dönüştü ve buralarda etkisiz şekilde uygulandı. Aynı dönemde ve sonrasında, başını Çözümcülerin çektiği, 6 Kasım boykot eylemleri de okullarda az sayıda insanın kaldığı bir şekilde gerçekleşti. Öğrencilerin çoğunluğunun “olay çıkacak” kaygısıyla okula gelmediği bu tür eylemlerin, mücadeleyi geliştiren bir yanı olmadığı gibi, geniş öğrenci kitlesiyle aradaki mesafenin daha da açılmasında da etkisi olmuştur. DG de söz konusu boykot kararıyla böyle bir yanlışın parçası olmuştur.
Hakan Sürmen yazısında, geçmişe gitsek bile o zamanki birçok şeyin değiştirilemeyeceğini belirttikten sonra, durumun daha da kötüye gitmesine neden olan iki olaydan söz ediyor: Birisi DY/DG ve DS/DG’nin farklı süreçlerde etkisizleşmesi, diğeri de devrimciler içi çatışmalar. Devrimciler arası (hatta daha genel olarak sol içi, halk sınıfları içi) çatışmalar meselesini, düşüncelerimi yazının diğer bölümlerinde belirttiğim için, geçiyorum.
Hakan, DY/DG açısından içe kapanmanın muhtemel nedenini 91 tahliyelerinden sonraki tartışma sürecine bağlıyor. Bence, mevcut DY çevreleri ve kitlesi içinde 1992 ilkbahar aylarında başlayan bu içe kapanma ve gerilemede, “Tartışma Süreci” neden olmaktan çok sonuçlardan birisidir. O dönem DY zemininde sürmekte olan siyasal çalışmaların tıkanıklığının yanında, hem öğrenci hareketi hem de DG bir tıkanıklık ve gerileme içindeydi. Öğrenci hareketi iyice zayıflamıştı. DG öncülüğünde kurulmuş olan, İÖDF 1991 sonu-1992 başı itibariyle sönümlenmişti. DG birimlerinin birçoğu çözülmüştü. Bu çözülmedeki sembolik bir olay, 1990 Aralık ayındaki İÖDF Kuruluş Kurultayı’nda DG adına İÖDF Yönetim Kurulu Başkanı seçilen kişinin, hot-zotçu tavırlarıyla birçok insanın DG’den uzaklaşmasında etkili olduktan sonra, 1991 yılı ortalarında DG’den ayrılıp Kürt yurtsever hareketi saflarına geçmiş olmasıdır. 1992’de başlayan Tartışma Süreci ise, DG’nin yaşadığı gerilemeyi daha da katmerlendirmiştir[14].
Kitleselleşememe
Öğrenci Dernekleri, genellikle, kitleselleşememiştir. Kitleselleşme göreceli bir kavramdır. Bin kişilik bir okulda öğrenci derneği çalışmalarına katılanların sayısı 30’dan 50’ye çıktığında göreceli bir kitleselleşmeden söz edilebilir. Veya ülke genelinde öğrenci derneklerine katılım ortalaması %2-3 civarında iken kendi biriminde %10’a ulaşan bir dernek çalışmasının da göreli olarak kitlesel olduğundan söz edilebilir. Örneğin AÜ SBF’de derneğin kuruluşundan kısa süre dernek üye sayısının (300-350 kişi) öğrenci sayısının yüzde 20’si civarına yaklaştığı belirtilmektedir. Özkan bu başarının, SBF tarihi ve öğrencilerin bu nedenle de seçtikleri bir okul olmasının da etkisiyle sağlandığını belirtmektedir (Öner Özkan, 14.07.2020) [15]. Ancak, bu oran söz konusu dönem için oldukça istisnaidir. 1985 yılında kurulan ODTÜ-ÖD’nin, yaklaşık 20 bin kişinin kayıtlı olduğu okulda, kısa sürede 700 ile 1.000 civarında üyeye ulaşması (Gençlik Dünyası, Aralık 1987, s. 2[16]; Cerit, 1987, s. 4[17]) ender görülen bir başarıdır. Bu sayı ODTÜ öğrencilerinin %4-5’i civarına denk gelmektedir. Ancak daha sonraki yıllarda bu üye sayısı artmamıştır.
Öğrenci derneklerinin ilk kuruluş dönemi sayılabilecek olan 1985-87 dönemi için %2-3’lük bir katılım, darbeden çıkış süreci ve başlangıç için çok sorunlu görülemezken artık yasallaşma süreçlerinin ilerlediği, açık çalışma olanaklarının arttığı 1987-91 döneminde ise bu katılım düzeyi bir “tıkanıklık” olarak değerlendirilmektedir.
1980’li yılların en yaygın kavramları “apolitikleşme” ve “bireycileşme” idi. Darbeciler ve sermaye bu hedeflerine büyük oranda ulaşmışlardır. Darbenin açtığı alanda, dünya genelinde başlayan neoliberal rüzgârın da etkisiyle, ANAP bireycileşme ve apolitikleşmeyi geliştirici politikalar uyguladı.
Döneme ilişkin “apolitiklik” tanımlamasına Nabi şiddetle karşı çıkarak “ “12 Eylül sonrası apolitik gençlik” tekerlemesi bir şehir efsanesidir, palavradır. … Ayrıca baştan aşağı şoven-sosyal şoven bir söylemdir “80 sonrası apolitik gençlik” lakırdıları. Türkiye tarafını tarif etmekteki inkarcılığı ve körlüğü bir yana; kim apolitikti, Kürt gençliği mi?” (Kımran, 03.07.2020) ifadelerini kullanıyor. Ve hatta “Ancak “Türkiye Türklerindir” başlığıyla çıkan Hürriyet Gazetesi’ne yakışır “80 sonrası apolitik gençlik” lafları, solda düşünülmeden tekrarlanması yakışıksızdır.” yazarak iddiasını ifrata vardırıyor.
Nabi yazılarında dönemin gençlik hareketinde yer alıp daha sonra mücadelede yitirdiğimiz çok sayıda arkadaşımızı, uzun yıllarını cezaevlerinde geçiren, sürgüne giden arkadaşlarımızı örnek veriyor. Bu arkadaşlarımız ortak değerlerimizdir, saygıyla anıyorum. Ancak, şehit düşen, cezaevlerinde yıllarca tutsak kalan, sürgüne giden, parti, örgüt, sendika, meslek odası ve kitle örgütlerinde yönetici olarak ya da yönetici olmadan mücadeleyi sürdüren arkadaşlarımızın olması söz konusu dönemi kitlesel yapmadığı gibi, dönemin gençlerinin büyük kısmının siyasal mücadeleden uzak kaldığı, yani apolitik olduğu, gerçeğini değiştirmez. Kürt ulusal hareketinin, özellikle dönemin sonlarında yaşadığı kitleselleşme ve sonraki yıllarda sürdürdüğü mücadele de Türkiye’nin genelinde ve özellikle Türk halkındaki ve öğrenci gençliğindeki apolitikleşmeyi ortadan kaldırmıyor. Apolitiklik değerlendirmesi bize Hürriyet gazetesinin verdiği bir bakış değildi. Biz bu meseleyi kantinlerde, dernek toplantılarında, dergi sayfalarında, öğrenci evlerinde konuşuyor ve apolitikliği nasıl kıracağımızı tartışıyorduk. Mücadele araçlarını radikalleştirirken, gençlikten dışarıya kadro taşırken hedefimiz kitlelerdeki apolitikliği kırmaktı.
Hakan Sürmen yazısında, öğrenci hareketindeki durumun bir yönünü “biz demokrat rolü yapan devrimcilerdik” şeklinde tanımlıyor. Devrimcilik demokratlığı içeren ve aşan bir siyasal tavırdır. Bu nedenle devrimcilerin demokratik hak mücadelelerinde bulunmasında ve hatta öncülük etmesinde garip bir durum yok. Ancak Türkiye’de, hele ki 12 Eylül darbesinden çıkış koşullarında, demokrat olmanın bile gerektirdiği bedel ödeme cesaretini devrimci olmayan demokratlar genellikle gösteremedi. Demokratlar o dönemde SODEP/SHP çevresinde konumlandılar. Bu partiler birçok demokratik talebin toplumda meşrulaşmasında etkili oldu. Öğrenci hareketinin gelişiminin ilk dönemlerinde demokratlar, çoğunluk değilse de, belli bir yoğunlukla bu harekette yer aldılar. Ancak demokratların çoğunluğu gözaltına alınmayı, dayak yemeyi, bazen tutuklanmayı, bazen uzaklaştırma cezaları almayı ve bazen de okuldan atılmayı göze almayı gerektiren öğrenci hareketine girmekten imtina ettikleri için, üniversitedeki akademik demokratik mücadeleyi hemen hemen bütünüyle sosyalist, devrimci, yurtsever öğrenciler sürdürdü. Demokratlarla karşılaştırma söz konusu olduğunda “devrimciler” başlığıyla anacağım bu topluluğun siyaset tarzında “demokratları” iten unsurlar olduğu da gerçek olmakla birlikte, bu kesimlerin mücadeleden uzak durmasının asli nedeni düzenin baskılarıydı. Devrimciler açısından sorun, önce demokratları, daha sonra ise daha geniş öğrenci kesimini hareketin içine kazanabilecek olan gündemleri, ilişkileri, çalışma tarzını oluşturamamış olmaktır.
Beklenen kitleselleşmenin yaşanmadığı 1988’den itibaren açık hale geldi. Örneğin Demokrat Arkadaş dergisinin 1988 Şubat sayısı “Öğrenci Hareketinde Kriz!” başlığıyla çıktı[18]. Öğrenci kitlesinden kopukluk, geniş öğrenci kitlesinin sorunlarının yeterince gündem yapılmaması, dar grupçuluk, kültürel çalışmaların yetersizliği gibi birçok tespit öğrenci derneklerinde ve dergilerde tartışılarak sorunların aşılması hedeflendi. Ancak, öne çıkan bazı eylemler bir süre için bu sorunu perdelese de, kitleselleşememe durumu giderek kalıcılaştı.
Görece kitlesel harekete dönüşmüş başka toplumsal muhalefet hareketlerinin olabildiği yıllarda gençlik mücadelesinin çok sınırlı bir kitlesellikte kalması dönemin öğrenci hareketinin öznelerinin başarısız olduğu yan olarak değerlendirilebilir. İşçi hareketinin 1989-91 yıllarındaki kitlesel eylemleri, yasalara rağmen kitlesel hareketlerin ortaya çıkabileceğini göstermekle birlikte işçi hareketinin bu dinamizmi içinde sosyalist hareketin gelişimi sınırlı kalmıştır. 84 sonrasında mayalanan kamu çalışanları hareketi ise 1990 yılında kitlesel bir form kazanmış ve, bazı iniş çıkışlarla da olsa, 90’lar boyunca solun dinamik parçalarından birisini oluşturmuştur. Kamu çalışanları hareketinin kendi gelenekleri (TÖS, TÖB-DER, TÜM-DER vb.) önemli olmakla birlikte, aynı zamanda solun 80 öncesindeki kitleselleşmesinden sağlanan birikimin yansımasıdır. Kürt hareketi ise hem öznel hem de nesnel şartlar açısından Türkiye sol hareketinin geri kalan kısmından ayrışan bir hareket olmuştur.
Bazı Yarıncı arkadaşların, Öğrenci Dernekleri döneminde kitleselleşememiş olmayı, kendilerinin dışında kalan grupların (“muhalefetin” veya radikallerin) çizgilerine bağladığını görüyoruz.
Öner Özkan, 14 Nisan’da SBF’de %100 katılımlı yemek boykotu yaptıklarını, 2 kişinin gözaltına alınmasına karşı gözaltılar bırakılıncaya kadar oturma eylemi yaptıklarını, 15 Nisan 87’de Sıhhiye’de yapılan eyleme SBF-ÖD olarak katılmama kararı aldıklarını ancak birkaç temsilci olarak gittiklerini ve kendisinin orada gözaltına alındığını anlatıyor. Sonra ekliyor (Özkan, 14.07.2020):
… dernekler çatısı altında topladığımız kitleleri kent meydanlarına, orada sahipsiz bırakacağımızı bile bile götürmezdim. Sahipsiz bırakmayacağımız, polisin gözaltına almasına karşı direnebileceğimiz bir ortam olacağından emin olsaydık, elbette götürürdük.
Eğer onları ileride de yanımızda görmek istiyor idiysek, eğer giderek daha da kitleselleşmek istiyor idiysek, bu önemliydi, buna göre davranmak önemliydi.
… öğrenci kitlesini bizim kullanışlı birer aracımız olarak göremezdik, bu onların haklarına saygısızlık etmiş olmamız anlamına gelirdi.
Kendi cenahımızdan ifade edersem, biz zor ama kalıcı bir mücadele önerdik. Tek başına umuda değil, asıl olarak uzun soluklu sabırlı bir kitle çalışmasına, mücadeleci bir emeğe dayanan bir mücadele. Her zeminde, bitmek tükenmek bilmeyen bir şekilde her gün ve yıllarca kitle çalışması yapılmasını, emek verilmesini, bu emek sonucu giderek kitleselleşilmesini gerektiren; bizim öğrenci derneklerinde yaptığımız veya yapmayı hedeflediğimiz gibi bir mücadele. Bu demokrasi mücadelesi toplumda güçlendikçe, sosyalist demokrasiye doğru gider diye düşünmüştük.
Sırf eylem olsun diye öğrencileri 15 Nisan’da bir daha Sıhhiye’ye taşımak hataydı.
Bu yaklaşım yanlış. Eğer “kitle korumacılık” kitleselleşmeyi sağlıyorsa neden kitleyi koruyamayacağı eylemlere götürüp gözaltına alınmasına neden olanlar güçlenirken, kitleyi koruyan, riske edici eylemlere sokmayan Yarıncılar giderek destek kaybetti? Derneklerimiz, tartışma üslubundaki sorunlara rağmen, demokratik kurumlardı. Dolayısıyla, kitlenin güvenini diğerlerinden daha fazla kazanarak mücadeleye katanlar kitle toplantılarında kendi önerilerini karar olarak geçirebiliyor, yönetim veya temsilcilik seçimini kazanabiliyorlardı. Döneme daha örgütlü giren, derneklerin ilk kuruluş döneminde (tek değil) ama önemli bir odak oluşturan ve öncülük yapmanın prestijine sahip olan Yarıncıların taraftarlarının bir kısmı bu dönemde daha radikal gruplara geçmiştir. Çünkü harekette yer alan kişilere 1985’te ikna edici gelen yaklaşım 1987’de artık ikna etmiyordu.
Gerçekten de, eğer gözaltı, okuldan atılma vb. korkular olmasaydı, belki, bir miktar daha kitleselleşebilirdik. Ancak faşizm şartlarında demokratik hakların kullanımının baskıyla karşılaşmayacağının garantisi yok. Bu durum birçok insanı korkutarak uzaklaştırıyor ve zaten faşist baskılar esas olarak bunun için var. İlk dernekleşme girişimlerinde, dernek kurucularının karşılaştığı baskıları Öner Özkan ve dönemin başlarında bulunan arkadaşlar benden daha iyi bilir. Ama baskılara karşın öğrenci hareketi kendi potansiyel kitlesine doğru genişledi.
Yapılan eylem biçimi basitleştikçe ve riski azaldıkça, katılımın bir noktaya kadar artabileceği doğrudur. Ancak, bir noktaya kadar ve bir ihtimal olarak. O noktayı ise ülkedeki genel mücadele havası etkiliyor. Bazen temkinlilik, korumacılık kitlenin daha da geri çekilmesine yol açarken, baskılar karşısında rest çekmek ve ileri atılmak ise kitleselleşmenin yolunu açabiliyor. Kitle hareketinin gelişimini sağlayacak doğru hamlelerin hangi aşamada hangi adımlar ve eylem biçimleri olduğu tartışması mücadeleyle birlikte sürecek olan bir tartışmadır ve dönemi daha iyi anlayanlar yolu açar.
Özkan’ın yazısında bu konuyla bağlantılı bir başka yanlış da muhataplarını “kitleyi kullanmakla” suçlayan anlayış. Muhataplarımızı bu kadar küçümsememek gerek. Örneğin 15 Nisan Sıhhiye eylemine ilişkin aktarılanlar, eylemin iç örgütlenme biçimini bilemesem de, sorunlu görünüyor. Özkan, eylem çağrısı yapan dernekleri “sırf eylem olsun diye” öğrencileri Sıhhiye’ye taşımakla eleştiriyor. Özkan’ın yazısından, dönemin Yarın dergisinden ve gazetelerinden anlaşıldığı kadarıyla yasa tasarısının TBMM Genel Kurulu’na getirilmeyip Komisyon’a geri gönderileceği bilgisi eylem saatinde net olarak belli değildir. Özkan eylem yerinde ayaküstü yapılan görüşmede kendisinin “dernekler yasa tasarısı geri çekildi, burada (Abdi İpekçi Parkı) oturma eylemi yapalım” önerisini getirdiğini, tartışma sürerken parkın başka bir köşesinde çatışmanın başladığını belirtiyor. Eylem çağrısı ise anlık yapılan bir şey değildir, en azından sabah saatlerinde yapılmış ve çalışması yapılmış olmalıdır. Yani eylem çağrısının yapıldığı saatlerde muhtemelen TBMM’de geri adım atıldığı bilinemezdi. Dolayısıyla bu eylemin çağrısı “sırf eylem olsun diye” yapıldığı doğru görünmüyor. Ertesi günkü Hürriyet gazetesine yansıdığı kadarıyla saat 17.00’de öğrenciler parkta toplanmışlardır. Yasa teklifinin “TBMM Genel Kurul gündeminden geri çekildiğini” öğrenen öğrenciler yürüyüş yapmakta tereddüt etmiş, ancak daha sonra “tasarının görüşülmek üzere geri çekildiğini” belirterek yürüyüş kararı almışlardır. Polis öğrencilere saldırmış ve gözaltına almıştır. Gazeteden devam edelim (Hürriyet 16.04.1987):
Bu arada, kendisine telsizle bilgi verilen Başbakan Turgut Özal, ‘Bu tür gösterilerin yasaya aykırı olduğunu’ ifade ederek, ‘Gerektiği durumlarda öğrencilerin gözaltına alınması’ talimatını verdi. Emniyet güçleri postane önünde biriken öğrencileri dağıttıktan sonra yürüyüşlerin yine toplu halde devam ettiğini görünce operasyona girişti. Polis yürüyüş yapan öğrencilerin önünü keserek 47’si kız, toplam 254 öğrenciyi gözaltına aldı.
ANAP iktidarının ve şahsen Özal’ın, tepkiler karşısında geri adım atarken, bir yandan da öğrenci hareketinin gözünü korkutmak için eylemlere saldırıyı tercih ettiği anlaşılıyor. Bu eylemde gözaltına alınanların bir kısmı 10 gün gözaltında kalmış ve toplamda 56 öğrenci tutuklanmıştır. Sonuçta Sıhhiye’deki eylem çağrısını “sırf eylem olsun diye” yapılmış olarak görmek ve polis saldırısından kaynaklanan sorunları eylem için çağrı yapanlara mal etmek doğru bir tavır değil.
Özkan öğrenci derneklerinin dünyadaki sorunlara rağmen varlıklarını sürdürebilmiş olsalar yeni koşullara adapte olabileceğini belirtiyor. Dernekler sürdürülebilmiş olunsaydı iyi olacağına katılıyorum. Derneklerin “yasal” varlıkları biraz bizim dışımızdaki gelişmelere bağlı. İktidarlar, döneme ilişkin politikaları gereği bazen çok sayıda derneği keyfi olarak kapatıyorlar. 1990’lardaki kapatma dalgası sadece öğrenci derneklerini değil diğer alanlardaki birçok derneği de kapatmıştır. Öğrenci Dernekleri’nin kuruluş döneminde de birçok derneğin başvuruları yıllarca sürüncemede bırakılmış, kurulan bazı dernekler keyfi olarak kapatılmıştır. Dönem boyunca fiilen varlığını sürdüren derneklerin birçoğu yasal tüzel kişiliğe hiç ulaşamamış ya da kısa sürede kapatılmış ancak faaliyetini kendi iç dinamizmlerini ve birliklerini kaybedene kadar sürdürmüştür. Dernek kapatmalardan daha köklü olan sorun, derneklerin demokratik kitle örgütü vasfıyla varlığının sürdürülememiş olmasıdır.
Ülke siyasetini bir kenara bırakıp tümüyle akademik meselelere gömülmek de hem kitleselleşme sorununu çözmeyecekti, hem de mümkün değildi. Öğrenci hareketi uzaydan gelmediği gibi, hangi şartlarda var olacağını kendisinin belirleyebileceği doğaüstü güçlere de sahip değildi. 1960’ları, 70’leri ve 12 Eylül darbesini yaşamış olan bir ülkenin gençlik hareketi ister istemez o dönemin hareketine öykünecek, onu taklit etmeye çalışacaktı. Öte yandan, halen ağır bir baskının sürdüğü bir ülkede bu gündemlerden koparak, kitleselleşebilmek için, kendi alanına kapanması hem mümkün değildi hem de doğru değildi. Dönemin en temel talebi “Özerk- Demokratik Üniversite”, mücadele içeriğinin genel tanımı da “akademik-demokratik mücadele” şeklindeydi. Nabi’nin yazısının ilk bölümünde de belirtildiği gibi, en “okulcu”, en “akademik” taleplerde bile her girişim soruşturmalarla karşılaşıp, okuldan uzaklaştırma cezalarına gerekçe olabilmekteydi. Bu durumda, mücadelenin sürdürülebilirliği açısından, polis-idare işbirliği, polisin üniversitedeki varlığı, soruşturmalar gibi ancak hareket halindeki kitlenin birincil gündemi olan demokratik hakların savunulmasını gündemin ön sıralarına getirmekteydi. Gençlik hareketinde siyasal gündemin önceliği ilk kez görülmüyordu, ancak zemin değişmişti. Kitleselleşememe hali kronikleşirken, siyasal gruplar (biz), çözümü daha ileri örgüt, eylem ve mücadele biçimlerinde görmeye başladılar. Ancak bu adımlar temel sorunu çözmeyi sağlamadı.
Siyasal gündemlerin ön planda olmasının, hareketi otomatik olarak kitleden yalıtacağı varsayımı doğru değildir. 1960’ların gençlik hareketi aslolarak ülke gündemiyle ilgili zeminlerde, anti-emperyalizm temelinde gelişmiştir. Bu dönemde sosyalizmin dünya çapındaki prestiji ve ülkedeki, zayıf da olsa, sosyalist damar bir temel sağlamıştır. Kemalizm’in anti-emperyalist söylemi, ekonomide devletçiliği savunması, kalkınmacılığı, gericiliğe karşı tutumu, laikliği savunması ve genel olarak ülkenin Aydınlanmacı birikimi gençlik hareketinin sosyalizme doğru ilerleyişini kolaylaştırıcı rol oynamıştır. Sınıf mücadelesine, sınıf ittifaklarına, işçi sınıfının bu ittifaktaki öncülüğü tartışmalarına ve Kürt sorununa (dönemin kavramıyla “milli mesele”) yaklaşım ise ilerleyen süreçteki ayrışma noktalarını oluşturmuştur. 70’li yılların gençlik hareketinin ana gündemi ise faşist saldırılara karşı anti-faşist mücadele olmuştur. Yine bu dönemde de Aydınlanmacılığın Türkiye genelindeki birikimi, kitlesel zemine ulaşmayı kolaylaştıran bir rol oynamıştır. Kürt ulusal hareketi ise farklı kaynaklardan da beslenmiş ve Türkiye solunun genelinden giderek ayrışmıştır. Ancak 1960 ve 70’lerdekinin devamı olan gündemlerin 1980’lerde etkisiz kaldığı açıktır. Aradaki fark, dünya ölçeğinde sosyalizmin gerilemesinin belirgin hale gelmesi, ülke içinde ise buna ek olarak, 60 ve 70’lerde sosyalizmin toplumsal etkisinin yaygınlaşmasını sağlayan (kitlesel yansımasını CHP geleneğinde bulan) Aydınlanmacılığın etkisini yitirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, geçmişin sözleri etkisini yitirmiştir. Öğrenci hareketinin bileşenleri sıkıntının görüntülerinin farkında olmakla birlikte daha temeldeki nedenleri henüz fark edememişlerdi. Hem gençlik hareketi hem sosyalist hareket daha köklü sorunlarla karşı karşıya olduklarının farkına ancak birkaç yıllık denemelerin ve tıkanıklıkların sonrasında varabilmiştir. Dönem başta SSCB olmak üzere reel sosyalist ülkelerin çöktüğü ve kapitalizme geri dönüşün yaşandığı bir dönem olduğu için de, sorunun öncelikli olarak görülen yönü bu yön olmuştur.
Kitlecilik/marjinalleşme ve Suni Denge
Tartışmaya dönemin TKP’sinin saflarından ve Ege Üniversitesi’nden katılan Orhan Bilikvar[19] parti geleneği ile kitleciliği, hareket geleneğiyle de marjinalleşmeyi özdeşleştirme eğiliminde olan bir yazı yazmış. Örneğin şöyle yazıyor:
Ne kadar farklı olsalar da sosyalistler ortak bir havuzdan beslenirler. Nasıl ki ilk dönemde yarattığımız kitlesellik hareket geleneğini de beslemişse, ikinci dönemdeki marjinalleşme de bizim hareket yeteneğimizi zayıflatmıştı. (Bilikvar, 07.07.2020)
Radikalleştirme değil ama marjinalleşme 80’lerin ikinci yarısının karakteristiğidir. (Bilikvar, 07.07.2020)
İlk dönemdeki kitlesellik (TİP-TKP tarafından) radikalize edilebilir miydi? (Bilikvar, 07.07.2020)
Sosyalistlerin ortak bir havuzdan beslendiği doğrudur. Ancak söz konusu paragrafın ikinci cümlesindeki ve aktardığım diğer cümlelerdeki, kitleselliği ve marjinalliği kimin yarattığına ilişkin yaklaşımlar doğruyu yansıtmamaktadır. Bilikvar, ilk dönemin kitleselliğini kendilerine, parti geleneğine, daha özelinde TİP-TKP çizgisine, son dönemdeki zayıflamayı (marjinalleşmeyi) ise hareket geleneğine ve biraz daha ileride göreceğimiz gibi “suni denge” anlayışına mal ediyor. Dönemin gerçekleri ise Bilikvar’ı doğrulamıyor.
Öğrenci hareketinin ilk dönemindeki “kitlesellik” darbeden çıkış dönemi koşullarında “göreli” bir kitleselliktir. 1984 ve 85’te zaten kitlesellikten değil darbeden çıkış döneminin öncü adımlarından söz edilebilir. 1986 ve 87’de “kitlesel” olarak değerlendirilen eylemler 1989 ve 1990’da artık “kitleselleşememiş” eylemler olarak değerlendirilmektedir. Çünkü öğrenci kitlesinin daha geniş kesimlerinin zaman içinde harekete katılacağı beklentisi gerçekleşmemiştir.
Kitlesellik bahsi üzerinde dururken, “sayılara (niceliğe) fazla önem atfettiğim, esas olanın eylemin etkisi ve kitlelerde oluşturduğu sempati (nitelik) olduğu” eleştirilerine de peşin peşin cevap vereyim. Eğer kitleselleşmeden söz ediyorsak, eninde sonunda, niceliksel bir artıştan söz ediyoruz demektir. Bir talep, bir hareket kitlelerde sempati oluşturuyorsa bu sempati bir biçimde görünür bir mücadeleye dönüşür. Eğer böyle bir etki hiçbir biçimde, görülebilir bir zaman diliminde, ortaya çıkmıyorsa bu etki ancak “varsayım” olur. Bu nedenle, eğer öğrenci hareketinden söz ediyorsak, ya dernek üye sayılarında, ya eylemlere katılımda, ya da başka bir nicel ölçütle ölçülebilir olması gerekir.
14 Nisan’ı da baz alsak, TİP-TKP çizgisinin etkisinin kırıldığının iyice ortaya çıktığı 88 başlarını da baz alsak değişen bir şey yoktur. Yarıncıların öğrenci hareketinde etkin olduğu dönemde gerçekleşen, İsa Tanrıverdi için yapılan eyleme katılım bin civarındadır. 44. Maddeye Hayır yürüyüşünün Ankara’daki karşılamasına katılan öğrenci sayısı 1.500 civarındadır. Nezih Kazankaya’nın yazısında Yarıncıların 14 Nisan’dan sonra da faaliyetinin sürdüğü konusunda örnek verdiği mitinglerden, Milliyet’in haberlerine göre, İzmir mitingine 2 bin, Ankara mitingine ise bin öğrenci katılmıştır. Bu mitingler de demokratik hakların kullanımını genişletme, öğrencilerin taleplerini ülke gündemine taşıma gibi açılardan dönemin süren mücadelesine katkı sunmuşlardır. Ancak öğrenci hareketinin o dönemdeki eylemlerini aşan bir kitleselliği yansıtmamaktadır. 14 Nisan yürüyüşüne katılım, bir ilk olmasına ve Yarıncıların genel olarak katılmamasına rağmen, 1.500-2.000 civarındadır. TBKP’lilerin öğrenci hareketinden büyük oranda çekildikleri 1989-90 yıllarında İstanbul’da yapılan, ve dönem için “radikal” sayılacak şekilde molotofla korunan, bazı eylemlere 1.000 – 2.000 arasında katılım olmuştur. Öğrenci dernekleri döneminin İstanbul’daki son kitlesel eylemlerinden birisi olan 3 Ocak 1991 Çapa eylemine, Çözümcüler artık ayrı örgütleniyor olmasına ve bu eylemde olmamasına rağmen, 1.000 civarında katılım olmuştur.
Dolayısıyla, TİP-TKP’lilerin mücadeleyi kitleselleştirmesine karşılık, “hareket” geleneğinin ve “radikal” eylemlerin mücadeleyi “marjinalize” ettiği iddiası temelsiz bir iddiadır. Kitle mücadelesi düz bir çizgi izlemez; bazen yükselir, bazen geriler. Bazen (örn. 1986-88 civarı) toplu dilekçe vermek bile ileri bir adımdır, bazen, yine kullanılmaya devam etse de, artık aşılmış bir biçimdir. Radikal talepler ve eylem biçimleri, bazen, tıkanmış olan mücadelenin önünü açar, kitlelere cesaret verir. Devrimci hareketin fiziki olarak imhasının köşe taşlarından olan Kızıldere, ilk dönemde geride kalan kadrolarda yılgınlık ve teslimiyet eğilimini güçlendirse de, binlerce gencin devrimci olmaya karar vermesine yol açmış ve 1973 sonrasında Anadolu’nun birçok yerinde filizlenen inisiyatifler için itilim sağlamıştır. 1975 sonrasındaki faşist saldırılar karşısında, eğer ilhamını 1971 devrimci hareketlerinden alan aktif savunma çizgisi olmasaydı, öğrenci hareketi kitleselleşme sağlayamazdı. Eğer 14 Nisan’da (veya sonrasında) öğrenci hareketindeki “devrimci demokrat öğrenciler”, önceki eylem biçimlerini aşan, korsan yürüyüş adımını atmasaydı muhtemelen öğrenci hareketi sonraki yıllarda girdiği krize çok daha erken girerek sönümlenebilirdi.
Bilikvar “suni denge” yaklaşımını da tartışmaya açıyor. Her ne kadar “suni denge” değil “yapay bir denge” den söz ediyorsa da sanırım yanlış anlamıyoruz. İlgili bölümlere bakalım (Bilikvar, 07.07.2020):
… her daim geçerli yapay bir dengenin var olduğunu ve bunun öncü siyasal gücün eylemiyle bozulabileceğini düşünüyorsanız, marjinallik bir eleştiri veya hatalı bir pozisyon olmayacaktır. Aksine eylemin olağan niteliği olacaktır. Elbette ki bu yaklaşım farklı varyasyonlarla karşımıza çıkabilir. Dahası denge özel bir strateji olarak değil de belirli bir konjonktürde karşılaşabileceğimiz durum olarak ele alındığında hemen herkesin kabul edebileceği, üzerinde düşüneceği bir kavramlaştırmadır. Yani bir devrimci süreçte hangi anın kırılmaya olanak tanıdığı, kırılabilir olduğuna ilişkin bir muhakemedir. Genel olarak hareket geleneğinin yaklaşımı özel bir strateji olarak ele aldığını söyleyebiliriz.
Toplumun politize olma ve buna bağlı gerilim düzeyinden bağımsız, her zaman, her an kırılabilecek bir dengenin varlığını iddia etmiyorsanız 80’lerin ikinci dönemi açık bir başarısızlıktır. İddia ediyorsanız ‘denedik olmadı’ diyebilirsiniz.
Bir ifade yanlışını düzeltmekle başlayalım. “Suni denge” bir strateji değil bir tespittir ve stratejinin belirlenmesinde önem taşımaktadır. Suni denge, Mahir Çayan’ın Türkiye’ye ilişkin tahlilinde yer almaktadır. Mahir Çayan yenisömürge bir ülke olan Türkiye’de iktidara yönelen kitle hareketlerinin ortaya çıkmamasının nedenleri içinde “suni denge”yi de belirtmektedir. Özetleyelim: Emperyalizmin 3. Bunalım döneminde gelişen yeni sömürgecilik metodunda, emperyalizm aynı zamanda içsel bir olgu haline dönüşmüş, pazarın eski sömürgecilik dönemine kıyasla genişlemesi toplumsal üretimi ve nispi refahı artırmıştır. Bu değişiklikler geri-bıraktırılmış ülke içindeki çelişkileri (feodal döneme kıyasla) görünüşte yumuşatmış, halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. Yeni-sömürge ülkelerde genel olarak geçerli olan bu duruma Türkiye özgülünde “merkezi devlet otoritesinin baskısı altında ezilmiş, bunalmış Anadolu insanı, kaderci bir düşüncenin rijid kalıpları içinde, “böyle gelmiş, böyle gider” düşüncesi ile politik pasiflik içinde” (M. Çayan, Kesintisiz Devrim II-III) olması eklenmiş ve etkisi artmıştır. Mahir Çayan, suni dengenin kırılması ve halk kitlelerinin düzene karşı tepkilerinin açığa çıkması için Öncü Savaşı aşamasını içeren Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’ni ortaya koymuştur. THKP-C bu stratejinin hayata geçirilmesi için yapılan ilk eylemlerden sonra ağır darbeler almış ve Kızıldere��de fiilen yenilmiştir. Ancak, verilen mücadele 73-80 döneminin kitleselleşme dalgasında etkili olmuştur. Söz konusu dönemde PASS’ı hayata geçirecek bir partinin yokluğuna rağmen, bu anlayışı savunan yapılar, izledikleri faşizme karşı aktif savunma çizgisiyle, faşist terörün halk kitlelerini sindirmesine set çekilmesinde etkili olmuştur. 12 Eylül darbesinde solun ağır yenilgisi “suni denge”nin Türkiye’deki faktörlerinden olan, halk kitlelerinin “böyle gelmiş, böyle gider” anlayışını kuvvetlendirmiştir. PKK’nin 1984 sonrası eylemleri, kendi hedef kitlesi olan Kürt halkındaki yılgınlığın aşılmasında etkili olmuş ve Kürt ulusal hareketi giderek güç kazanmıştır. 1980 sonrası Türkiye’de bu çizgiye, kendi özgün yorumu içinde, en fazla yaklaşabilen hareket Devrimci Sol olmuş ve devrimci hareket içindeki gücünü artırmıştır. Ancak, DS’nin politik hattındaki sorunlar ve dünyada sosyalizmin güç ve inandırıcılık kaybı sonucunda, geniş halk kitlelerinde bir dönüşüm oluşturamamış ve başlangıçta oluşturulan nispi etki zayıflamıştır.
Bu açıklamalar üzerinden Bilikvar’ın iddialarını kısaca yanıtlayalım. Suni denge, “her daim geçerli” olan bir durum değildir. Devrimcilerin “Toplumun politize olma ve buna bağlı gerilim düzeyinden bağımsız, her zaman, her an kırılabilecek bir denge” iddiası yoktur. Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi’nde (1945 sonrası) yeni-sömürge ülkeler için yapılan “tarihsel” (belirli koşullarda geçerli olan) bir durum tespitidir. “Suni dengenin öncü siyasal gücün eylemiyle bozulması olgusu” kendiliğinden kitle hareketlerinin zayıf olduğu Türkiye’de çok açık bir ihtiyaçtır. Bilikvar suni denge anlayışının marjinalliğe (kendi tabiriyle “siyasal eylemin kitle bağından kopması”na) götürdüğünü iddia etmektedir. Oysa THKP-C kökenli olup suni denge tespitini benimseyen Devrimci Yol ve Devrimci Sol’un gerek 70’lerdeki, gerekse 80 ve 90’lardaki kitle hareketi içindeki göreli gücü bu tespiti çürütmektedir. Bu gruplar suni denge durumunu “hiçbir kitle hareketinin olmadığı” bir durum olarak değil, “düzen değişikliğine yönelen”, “kitlesel” tepkilerin ortaya çıkamadığı bir durum olarak değerlendirmiştir. Devrimci Yol ise, suni dengenin kırılması için uygulanacak politik hattı, diğer grupların “kendiliğindenlik” suçlamasına maruz kalma pahasına, esnek şekilde yorumlamış ve 1970’lerin en “kitlesel” sosyalist hareketi olmuştur.
Benim 14 Nisan yazımın sonuç kısmında yer alan “denedik” tespitine atıfla yazıldığını düşündüğüm bölüme gelelim. Evet, denedik. Evet, kitle hareketinde genel bir yükseliş oluşturamadık ve “yenildik”. Evet, dönemin ülke sınırlarının çok ötesindeki sorunlarını aşacak bir derinliğe ulaşamadık. Evet, ülkemiz solunun, genel sınırlılıklarını köklü şekilde aşacak bir beceri gösteremedik. Ama, kendi adıma söylüyorum, “biz” başarısızlığın sorumlusu değil, başarısızlığı aşamamanın sorumlusuyuz.
İslamcıların güçlenmesi
Bu dönem siyasal İslamcıların görünürlüğünün ve çalışmalarının yoğunlaştığı, siyasal İslamcılara karşı alınacak tavrın öğrenci hareketi içinde tartışma yarattığı bir dönem oldu. İslamcılar giderek güçlendi ve dönemin sonlarında çatışmalar giderek yoğunlaştı. Ancak, bir yanlış anlamayı önlemek açısından, İslamcı hareketin söz konusu dönemde İstanbul üniversitelerinde solun gelişmesini önleyecek kitlesellikte olmadığını belirtmekte yarar var. İslamcıların hareket halindeki kitlesi de, değişik okullarda farklılıklar olsa da, soldan pek kalabalık değildi. Öğrencilerin büyük kısmı apolitik konumdaydı. Dönemin sonlarına doğru İslamcılarla çatışmaların artması, çatışmaların geniş öğrenci kitlesini itmesi etkisi nedeniyle, öğrenci hareketinin kitleselleşememesindeki bileşenlerden birisi olarak değerlendirilebilir. Durum bir başka açıdan şöyle ifade edilebilir: Eğer öğrenci gençlik hareketi güçlenebilecek bir dinamizme sahip olsaydı, gericilerle çatışmalar, hareketi geriletmek bir yana ileri doğru bile götürebilirdi.
İslamcılar 12 Eylül darbecilerinin ve sonra gelen ANAP’ın ülkeyi dindarlaştırma çabalarından yararlanarak toplumsal tabanlarını geliştirmekteydiler. Dünya genelinde İran Devrimi, Afganistan Savaşı, Filistin’de inisiyatifin giderek FKÖ’den İslamcılara doğru geçmesi gibi faktörler de Türkiye’deki İslamcıları güçlendirmekteydi. Bu ortamda üniversitelerde türban eylemleri yaygınlaşıyordu. Şeriatçı örgütlenmeye ceza içeren TCK’nın 163. maddesinin kaldırılması talebi ve şeriat propagandası güçlenmekteydi. Anadolu şehirlerinde dindar olmayanlara baskılar daha da arttı. 3 Mayıs 1987’de Van’da, Ramazan ayında yemek yenildiği için bir kafeteryaya yapılan saldırıda Mehmet Şirin Tekin katledildi. Bu cinayete karşı Öğrenci Dernekleri değişik yerlerde ve biçimlerde eylemler yaptı. Bu eylemlerden birisi 8 Mayıs’ta Beyazıt Meydanı’nda 500 öğrencinin katılımıyla yapıldı.
Sonraki yıllarda, İslamcıların önlerinde engel olarak gördükleri aydınlar öldürülmeye başlandı. 31 Ocak 1990 tarihinde Muammer Aksoy, 4 Eylül 1990’da Turan Dursun öldürüldü. Devrimci öğrenci hareketinin genelinde, ülkücü faşistlerin, hem dünyada hem Türkiye’de gerçekleştirdiği katliamlardan dolayı, propaganda ve siyasal faaliyet hakkı olmadığı konusunda fikir birliği vardı. Ancak siyasal İslamcılara tutum konusunda bu ortaklık kalmıyordu. Bazı gruplar İslamcıların da “faşist” olduğunu, dolayısıyla çalışmalarının engellenmesi gerektiğini savunurken, İslamcıların propaganda hakkını ve türban talebini “özgürlük” talebi olarak değerlendiren çevreler de vardı.
DG ise İslamcıları faşistlerle aynı kategoriye koymamakla birlikte taleplerinin de “özgürlük” olarak değerlendirilemeyeceğini ifade etmiştir. DG’deki bir yazı şöyle ifade etmektedir (DG, S. 2, Mart 1990, s. 11):
Devrimciler “hak” ve “özgürlük” kavramlarıyla taçlandırılan her talebin yanında değildirler. Bugünkü tarihsel koşullarda devrimciler demokratik hak ve özgürlüklerden, yanadırlar. Ortaya atılan hak ve özgürlük istemlerinin demokratikliğinin belirleyen temel kriter emperyalizm ve oligarşi ile çatışması içerisinde halka güç kazandırıp kazandırmadığı yani halkı özgürleştirip özgürleştirmediğidir. Taşları bağlayıp itleri salma özgürlüğünü asla savunmayacağız.
İslamcıların o dönemdeki çatı örgütü olan “Müslüman Gençlik” ile yapılan çatışmalar giderek yoğunlaştı. İslamcılar, devrimcilerin afiş, bildiri ve duvar gazetelerinde “gerici” ifadesi geçtiğinde bunun kaldırılmasını isteyip, kaldırılmadığında devrimci öğrencilere saldırıya geçmekteydiler. 1990 Mayıs ayında Yıldız’da yaşanan çatışma solun yalpalamaları ve Müslüman Gençlik’in güçlenme şartlarını gösteren ipuçları barındırmaktadır. Yıldız’da Çözümcüler’in astığı (ve esas içeriği DY/DG’yi mücadele kaçkını olmakla suçlayan) bir duvar gazetesinde İslamcılar için “gerici faşist” ifadesi kullanılmıştı. İslamcılar bu gazetenin indirilmesini istedi, ancak biz (okulda bulunan devrimci öğrenciler) bu isteği kabul etmedik. Bu ortamda, İslamcılar saldırıya geçerek kantin duvarlarındaki bütün sol afişleri yırttılar. Hem saldıran taraf onlar olduğu için daha hazırlıklıydılar hem de Yıldız işgali nedeniyle çok sayıda tutuklu arkadaşımızın olması bizi biraz daha zayıflatmıştı ve o çatışmada yenildik. Çatışmanın ardından Yıldız-Der adına bir konuşma yaparak “bundan sonra Müslüman Gençlik’in okulda çalışma yapmasına izin verilmeyeceğini ve bu tavrın açıklanması için ertesi gün okulda bir forum düzenleneceğini” belirttim. Ancak forum günü geldiğinde bazı grupların tavır değiştirdikleri görüldü. Müslüman Gençlik’in saldırısına neden olan afişi asan, Çözümcüler, dindarların tümüyle faşist olmadıklarını, Latin Amerika’da devrimcilerle birlikte savaşan dindarların olduğunu vb. belirterek tavır değiştirdi. Başka bazı grupların da benzer şekilde tavır alması üzerine, kararı tek başımıza uygulamaya gücümüz yetmeyeceği ve bizim öncelikli tercihimiz İslamcılarla çatışma olmadığı için, biz de kararı geri çektik ve forumun gündemi değiştirildi. Bu çatışmada solun yalpalaması ve geri adım atması Müslüman Gençlik’in Yıldız’daki hareket alanını genişletti. Sonraki yıllarda hem Yıldız’da hem de diğer üniversitelerde daha geniş çaplı ve uzun süreli çatışmalar gerçekleşti.
Kürt sorunu
Dönemin başlarından (1985-86) sonlarına doğru gidilirken Kürt yurtsever hareketinin sosyalist/devrimci/yurtsever öğrenciler üzerindeki etkisi giderek artmıştır. Bu etki artışının yansımaları birkaç şekilde olmuştur:
- Öğrenci hareketinin ilk dönemlerinde, siyasal olarak darbe öncesinin aidiyetlerinin etkilerinin daha canlı olması nedeniyle, Kürt öğrenciler Türkiye sol hareketi içinde de yer alırken 1990-91’e gelindiğinde, Dersim ve Sivas gibi yerlerden gelen Alevi-Kürtler dışında, yeni katılım iyice istisna haline dönüşmüştür.
- İlk dönemlerde eski Kürt yurtsever örgütlerinin (Kawa, Rızgari vb.) devamcıları öğrenci hareketinde görülürken dönemin sonlarında bu gruplar buharlaşmışlardır.
- Kürt hareketinin etkisi genişledikçe diğer bazı gruplar temel politikalarını Kürt ulusal hareketine destek zeminine doğru değiştirmişler ve bazıları zaman içinde bu harekete katılmıştır.
- Kürt ulusal hareketinin dışında kalan siyasal grupların gündeminde, ülke gündemine de paralel olarak, ulusal sorun giderek daha fazla yer almış ve 1990’a gelindiğinde başat gündemlerden birisi olmuştur.
M. Balpetek ve M. Eşilmez[20] (05.08.2020) Kürtlerin varlığı ve anadilde eğitim hakkını savunmanın o dönemde gözden kaçırılmış olduğunu belirtiyorlar. Balpetek ve Eşilmez öğrenci derneklerinin kuruluş dönemini muhtemelen benden daha iyi biliyorlar ancak dönemin sonlarını gözden kaçırıyorlar. Kuruluş dönemi, sadece Kürt sorunu değil, birçok konunun açıktan konuşulmadığı/konuşulamadığı, dernek çalışmalarının okulcu taleplerle sınırlı olduğu bir dönem. Örneğin 1987 yılının 1 Mayıs’ında Emek Sineması’nda, Yalçın Küçük çevresinin Dönem Yayınevi tarafından salon etkinliği yapıldı. Ancak Öğrenci Dernekleri olarak o sene 1 Mayıs için herhangi bir etkinlik yapıldığını hatırlamıyorum, taradığım dergilerde de (Yarın, Gençlik Dünyası, Mayıs, Demokrat Arkadaş, EFK Devrimci Gençlik) bu konuda bir habere rastlamadım. 1987 sonrasında baskı ikliminin etkilerinin giderek daha fazla kırılması ve Kürt yurtsever hareketinin gelişimiyle birlikte, Kürt sorunu Öğrenci Dernekleri’nin gündeminde zamanla daha fazla yer almaya başladı. Anti-faşist, anti-emperyalist ilkelerin yanına “anti-şovenist” ilkenin eklenmesi önerileri yapıldı ve tartışıldı. 1988’deki Halepçe Katliamı sonrasında protesto eylemleri yapıldı. 1989’dan itibaren Newroz’lar İstanbul üniversitelerinde kutlanmaya başlandı. Dönemin sonlarına doğru ise Kürt halkının ve gençliğinin talepleri toplantı ve eylemlerde daha yoğun olarak yer aldı.
Kürt ulusal hareketi 1984 sonrasında giderek gelişirken, ilk yıllarda öğrenci hareketine doğrudan müdahil olmamıştır. Kürt yurtsever öğrenciler, faşistlerle kavgalar ve Kürt ulusal sorunuyla doğrudan ilgili konular dışında, çalışma ve mücadelelerin dışında kalmayı tercih etmişlerdir. Müdahil oldukları noktalarda da, öğrenci hareketinin genel gelişmesini pek gözetmeyen, pragmatik tavırlar almışlardır.
Kürt ulusal hareketinin sivillere de yönelen eylem çizgisi, Türk halkına Kürt ulusal sorununun anlatılmasını zorlaştırmıştır. Örneğin, korucuların ailelerinin öldürülmesine yapılan eleştirileri üniversitedeki Kürt yurtsever öğrenciler “kurşun adres sormaz”, “Bizim halkımız feodaldir. Kendi canından korkmaz, ancak, ailesinin canından korkarsa koruculuktan, işbirlikçilikten vazgeçer.” şeklinde cevaplamaktaydı. Dönemin sonlarında bu çizgi metropollerde sivillerin ölümüne neden olan eylemlerle daha da derinleşmiştir.
Süreç içinde Kürt ulusal hareketinin yükselişi karşısında, egemenlerin de pompalamasıyla, Türk halk kitlelerinde şovenizmin etkileri giderek artmıştır. Hem Türkiye devrimci hareketinin geneli hem de öğrenci gençlik hareketi bu şovenist dalganın etkilerini kıramamış ve mevcut hareketin gerilemesinde bu faktör de etkili olmuştur. Ancak, Kürt hareketine yakın çevreler tarafından sıklıkla dile getirilen, Türkiye devrimci hareketinin bu dalgaya karşı çaba harcamamış olduğu iddiası gerçek dışıdır. Devrimci ve sosyalist hareketin içinde birbirinden epey farklı tavırlar olmakla birlikte, genel olarak Kürt halkının hakları savunulmuş, şovenizme karşı halkların kardeşliği savunulmuş, Kürt halkına karşı uygulanan baskı ve katliamlara karşı çıkılmış, kirli savaşa karşı barış talep eden çalışmalar yapılmıştır. Türkiye devrimci hareketinin, gerek 90’larda gerekse de bugün, Kürt halkından esirgediği bir gücü yoktur. Mevcut gücü bu kadardır. Türkiye devrimci hareketi, şovenizme karşı durmanın ancak şovenizmin etkilerini kıramamanın bedelini ödemektedir.
Bazı değerlendirmeler
Öğrenci gençlik hareketinin 87 kuşağının yaptıkları ve yapamadıkları, katkıları ve tıkanıklıkları tartışılıyor. Bu tartışmaları gereksiz veya yararsız bulanlar da var. Örneğin, bir sohbette, kendini sosyalist gruplardan birisine yakın olarak tanımlayan bir kişi “bugün sürmekte olan eylemler varken dikkati bu eylemlere vermek gerekir” dedi. Güncelden koparak hiçbir şey yapılamaz ama dar pratikçilik de sorunu çözmez. Güncelin tıkanıklıklarını aşmak için bazen daha uzun perspektiften bakmak gerekir.
Kendi çıkarımlarımı yazının içinde yaptığım için burada tekrar etmeyeceğim. Ancak birkaç noktanın altını çizmekte yarar görüyorum.
Birlik gerçekten büyük bir davadır. Devrimciler, sosyalistler, demokratlar, yurtseverler aramızdaki farkları bilerek, ancak bu farkların gündemlerin çok büyük kısmında birlikte yürümemize engel olmayacağını da bilerek, hareket etmeli ve mümkün olan en geniş birliktelikler için samimiyetle çaba gösterilmelidir.
Devrimciler açısından militanlık olmazsa olmazdır. Militanlık dümdüz bir eylem çizgisi anlamına gelmez. Mücadeleyi ileriye çekmek için bedel ödemeyi göze alır. Ancak, kitlelerin ve onların nispeten ileri unsurlarının genel durumunu hiçbir şekilde gözetmeyip sürekli en ileri eylem biçimlerine çağrı yapmak değildir. Bazen aşağıdan uzun süreli çalışma yapmayı gerektirir. Devrim yolu dümdüz yükseklere tırmanmaz, “engebeli, dolambaçlı ve sarptır”.
Kapitalizm içinde sosyalist adacıklar kurulamazsa da sosyalist ilişkilerin nüveleri kurulabilir. Kendi dışındaki düşüncelere de saygılı olan, tartışma üslubunu bilen, dışlamayı değil geliştirmeyi hedefleyen tartışmalar yapabilen ilişkiler kurulmalıdır.
Dipnotlar:
[1] Ertuğrul Bilir. 14.04.2020. 14-15 Nisan 1987: Bak İşte Yanyana Onlar! (Erişim: sendika63.org)
[2] Burada Devrimci Yol geleneğinden gelen ve gençlik hareketinde kendisini “Devrimci Gençlik” olarak tanımlayan çevreden söz edilmektedir. Devrimci Sol geleneğinden gelen ve kendisini aynı isimle tanımlayan çevre ise Çözümcüler olarak ifade edilmektedir. Her iki gelenek de hem 69’da kurulan TDGF (Dev-Genç), hem de 1976’da kurulan DGDF örgütlenmelerinin, birbirinden farklılaşmış, devamcılarıdır.
[3] Nezih Kazankaya. 14.06.2020. Yarın ve Yarıncılar. Erişim: sendika63.org.
[4] Begüm Savun. (2014). 1980-2000 Dönemi Türkiye Öğrenci Hareketleri: Öğrenci Dernekleri ve Öğrenci Koordinasyonu Deneyimleri. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). MSGSÜ SBE Sosyoloji ABD. İstanbul.
[5] EFK Devrimci Gençlik. 1994 Aralık. 80 Sonrası Gençlik Mücadelesi-5. S. 16. (Erişim: EFK Devrimci Gençlik Seçme Yazılar. (Tarih yok). Tayfun Koç (Derleyen). İstanbul: Okyanus.
[6] Bu yazıdaki kavram tercihleriyle ilgili bazı açıklamalar yararlı olabilir. “Kürt solu” veya “Kürt ulusal/yurtsever hareketi” ifadeleri, başını PKK’nin çektiği ancak yasal örgütlenmeler ve partileri de içeren bir toplam için kullanılmaktadır. Kürt ulusal hareketi dönemin öğrenci gençliği içinde “Yurtsever Devrimci Gençlik” (YDG) ismini kullanmakta ve “yurtseverler” olarak anılmaktadır. Ancak, o dönemde giderek zayıflamakla birlikte, Türkiye solunun bazı akımları da “yurtseverlik” kavramını kullandığı için karışıklık olmaması amacıyla yazıda “Kürt yurtsever hareketi” ifadesi kullanıldı. “Türkiye devrimci/sosyalist/sol hareketi” ifadeleri, Kürt sorununu ve Kürtlerin örgütlenmesini siyasetinin merkezine almayan, Türkiye’nin genelinde faaliyet sürdürmeye çalışan kesimler için kullanıldı. Kürt ulusal hareketinin Kürt yurtseverlerini kendi bünyesinde topladığı şartlarda, geri kalan örgütler için “Türk devrimci/sosyalist/sol hareketi” ifadeleri bazı açılardan durumu daha iyi yansıtan bir ifade olabilirdi. Ancak, fiili durum farklı olsa da, bu hareketlerin önemli bir bölümü ülkenin genelinde başta Türk ve Kürt halkı olmak üzere tüm uluslar içinde çalışma yapmayı hedeflemektedir. Öte yandan Türkiye’deki “ulusalcı solun” varlığı ve yakın geçmişte “Türk Solu” isminde ırkçı bir dergi (1967-1970 döneminde MDD’cilerin yayınladığı Türk Solu dergisiyle karıştırılmamalıdır.) çıkardığı şimdiki durumda, “ulusalcı” olmayan devrimcileri ayırt edebilmek için de “Türkiye” kavramı kullanılması tercih edilmiştir. Kürt ulusal hareketinin, kendi kısa vadeli ihtiyaçlarının perspektifinden bakarak, Kürt ulusal hareketinin stratejik ve taktik tüm politikalarını, tüm gücüyle desteklemeyen her hareketi “ulusalcı” ilan etmesi ise bu yazının konusu dışında kalmaktadır.
[7] 1980 ve 90’ları tartışırken savunduğum, genel olarak doğru olan, bu tutumu 2000’ler ve 2010’lar için aynı soğukkanlılıkla uygulamak mümkün olmuyor. Bugün liberallerin veya sosyal medya radikallerinin tartışma düzeyiyle karşılaştırınca 1980’lerdeki, üslubunu şimdi abartılı bulduğum, polemikler genel olarak çok daha olgun tartışmalar olarak görünüyor. Örneğin ‘iktidarın “vesayet rejiminin geriletilmesi” adına faşizmin kurumsal çekirdeğini kendi siyasal görüşüne kazanmaya çalıştığı’ konusundaki uyarılarımıza, bizi faşistlerle, katliamcılarla bir tutarak karşılık verenlere, Metin Lokumcu’yu Ergenekon’a bağlayanlara (Murat Belge) karşı öfke duymanın hakkımız olduğunu düşünüyorum. Buradaki “öfke” birilerinin yanlış politikalar savunmasına değil, bu politikaları savunurken yaptıkları suçlamalara karşıdır. Ancak söz konusu öfke, yine de aklımızın önüne geçmemelidir. Bizim öfkemiz, açık ve net bir şekilde faşizmin yanında yer almayanlara karşı fiziki bir zora dönüşmemeli, ama bu saçmalıkları yapanların laflarını gerekli olduğunda ağzına tıkma hakkımızı saklı tutmayı içermeli. Bizim siyasal bilincimiz, bu ülkenin yakın tarihindeki katliamları yapanları görmezden gelerek, bizi katliamcıların yerine koyan Tanergiller (Taner Akçam) karşısında, bazen demokratik alanda yan yana durabilsek bile, sırtımızdan hançerlenmemek için de uyanıklığımızı korumamızı gerektiriyor.
[8] Hatta “ayıptır söylemesi” Gökyüzücüler benimle ilgilenmiş, beni Gökyüzü bürosuna götürmüş ve bana Kaynak yayınlarından çıkan “THKP-C Doğuşu ve İlk Eylemleri” isimli, THKP-C’yi Aydınlıkçıların gözüyle anlatıp karalamaya çalışan, bir kitap vermişlerdi. Ben lise öğrencisiyken ANAP’ın müfredattan Evrim Kuramı’nı çıkarma girişimi solcu öğretmen ve öğrencilerde tepki oluşturmuştu. Bu konuda yayın yapan Gökyüzü Dergisi, darbe öncesinde gördüğüm Devrimci Yol dergileri ve okuduğum Demokrat Gazetesi’nden sonra, darbe sonrasında okuduğum ilk siyasi dergiydi. Üniversiteye giderken henüz öğrenci hareketinin durumunu bilmiyordum ve “okulda Evrim Kuramı’nı tartışarak solcu öğrencileri bulma” planı yapmıştım.
[9] Aydın Bodur. 1980 sonrası öğrenci dernekleri ve Yarın Dergisi! 16.07.2020. (Erişim: sendika63.org)
[10] Bu cümle, 80’lerin, benim de abartılı bulduğum ve “birbirimize karşı daha özenli olmalıydık, bundan sonra da daha özenli olmalıyız” diye düşündüğüm, polemik yazılarına benzedi, biraz. Ama Aydın Bodur’un küçümseyici tartışma dilini karşımda görünce dayanamadım. Bu kadarını mazur görün, lütfen.
[11] Nabi Kımran. 27.06.2020. Kayıp Halka 87’liler (II): (Yükseliş ve Düşüş). (Erişim: sendika63.org)
[12] Hakan Sürmen. 08.07.2020. Kendi Bıraktığımız İzlerde Yürümek. (Erişim: sendika63.org)
[13] Deniz Derya. 25.09.2011. Birikim Dergisi’ne gecikmiş ama zorunlu cevap: Gençlik mücadelesi sizlerin tarif ettiği gibi yaşanmadı, yaşanmıyor, yaşanmayacak! Web: href=”/2011/09/birikim-dergisine-gecikmis-ama-zorunlu-cevap-genclik-mucadelesi-sizlerin-tarif-ettigi-gibi-yasanmadi-yasanmiyor-yasanmayacak-deniz-derya-57995/#more
[14] Bununla birlikte Devrimci Gençlik grubu EFK Devrimci Gençlik dergisini yayınlamayı, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, geriye kalan birimlerde uzun vadeli ve sabırlı bir çalışmayı sürdürmüştür. DG’nin yürüttüğü kitle örgütlenmesi çabası (Cepheler), 1995’te Üniversite Öğrencileri Koordinasyonları’nın ve öğrenci hareketinin yeni bir yükselişinin temelini oluşturmuştur. Öğrenci hareketinin ve DG’nin bu yeniden doğuşunda, güçlü bir gençlik hareketi geleneği bulunan Dev-Genç köklerinden gelmenin yanı sıra, DG’nin öğrenci gençlik hareketinden ümidi kesmeyip iradi ve yaratıcı bir çalışma yapabilmiş olmasının da etkisi vardır. Dönemi yakından bildiği anlaşılan Deniz Derya’nın yazısı, katılmadığım yanlar olmakla birlikte, bu süreci anlamak için yardımcı olabilir: Deniz Derya. 25.09.2011. Birikim Dergisi’ne Gecikmiş Ama Zorunlu Cevap: Gençlik Mücadelesi Sizlerin Tarif Ettiği Gibi Yaşanmadı, Yaşanmıyor, Yaşanmayacak! (Erişim: sendika63.org)
[15] R. Öner Özkan. 12 Eylül Sonrasında SBF’de Öğrenci Derneği Deneyimi ve ‘Nisan 87 Eylemleri. 14.07.2020. (Erişim: sendika63.org)
[16] Gençlik Dünyası. 1987 Aralık. S.2. s. 3. ODTÜ Öğrenci Derneği Genel Kurulu’nu Yaptı. (Erişim: TÜSTAV Arşivi)
[17] Balaban Cerit. Niçin Dernek Niçin ODTÜ-ÖD. Katılım Dergisi. 1987 Kasım. S.1, s. 4. (Erişim: TÜSTAV Arşivi)
[18] Demokrat Arkadaş, 1988 Şubat, S. 3.
[19] Orhan Bilikvar. 07.07.2020. 80 Sonrası; Marjinallik-Kitlecilik Salınımı (Erişim: sendika63.org)
[20] Mahmut Balpetek ve Mahmut Eşitmez. 05.08.2020. Yarın’a Bugünden Bakmak. (Erişim: sendika63.org)
İlgili yazılar:
- 14-15 Nisan 1987: Bak işte yan yana onlar! – Ertuğrul Bilir
- Yarın ve Yarıncılar – Nezih Kazankaya
- Kayıp halka 87’liler (I): Bir tahrifata yanıt – Nabi Kımran
- Kayıp halka 87’liler (II): Yükseliş ve düşüş – Nabi Kımran
- Kayıp halka 87’liler (III): Devrimsiz devrimcilik – Nabi Kımran
- 80 sonrası; marjinallik-kitlecilik salınımı – Orhan Bilikvar
- 80’den sonra (II) – Orhan Bilikvar
- Kendi bıraktığımız izlerde yürümek – Hakan Sürmen
- 12 Eylül sonrasında SBF’de Öğrenci Derneği deneyimi ve Nisan ’87 eylemleri – R. Öner Özkan
- 1980 sonrası öğrenci dernekleri ve Yarın Dergisi! – Aydın Bodur
- Geçmişi tartışmak geleceği tartışmaktır – Nabi Kımran
- Yarın’a bugünden bakmak – Mahmut Balpetek & Mahmut Eşitmez
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.