Hukuk, tarih boyunca iktidar sahiplerinin meşruiyet aracı, Bourdieu’nün tabiriyle “egemenlerin sembolik şiddetinin en sofistike biçimi” ise buradan bir çıkış yolu var mı? Bir hukukçu olmamanın verdiği o sorumluluk yokluğunun rahatlığıyla diyebilirim ki, evet var. Çünkü hukuk, statik bir sistem değil sürekli bir mücadele alanıdır. Çıkış, belki bazısı kirasını bile ödemeye yetecek kadar kazanmayan gönüllü avukatların Çağlayan’da bu hukuk garabetine karşı gösterdiği direnişte
“Biri Josef K. ya iftira atmış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmamış olmasına karşın bir sabah tutuklandı.”[1]
Klasik olacak belki ama ülke gündemi Franz Kafka’nın modern hukuk sisteminin bir eleştirisi olan kitabı Dava’yı anımsatıyor. Okuyanı çoktur. Okumayanı için kısaca söz edersek kitap, Josef K. isimli adamın neyle suçlandığını asla öğrenemeden sürüklendiği gizemli yargı sürecini konu almaktadır. Josef K. bir sabah uyanır ve kendini tutuklu bulur. Fakat ne suçunun ne olduğu ne de mahkemesinin nerede olduğu söylenir kendisine. Josef K.’nın yaşadığı distopik bir evrende içine düştüğü bu belirsizlik, bizim için artık hem gerçek hem de gündelik bir sıradanlığa bürünmüş mutlak bir belirsizliği ifade etmekte.
Yukarıdaki alıntı romanın açılış cümlesi. Bu cümle ile suçlamanın tamamıyla keyfi, mantıksız ve açıklanamaz olduğunu anlıyoruz. Hukukun keyfiliği ve bireyin bu sistem karşısındaki çaresizliğini anlatan bu distopik eserin konusunu türünün özelliklerinden çıkarıp gerçeğe yaklaştıran günlerden geçiyoruz. Hukukun bir adalet aracı olmaktan çıktığı ve halkın üzerinde bir güç mekanizmasına dönüştüğü günlerden. Yeni değil, hukukun bir kontrol mekanizması olarak misyonu uzun zamandır malumumuz elbette. Hatta modern hukukun temel misyonu bile bu noktada tartışmaya açılıp adalet ve mantık iddiaları sorgulanabilirdi. Ama biz, son süreçte öncelikli hatırladıklarımızla yetinelim.
İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası yaşananlar, ülke siyasetinin artık kronikleşmiş bazı problemlerini tekrar gün yüzüne çıkardı. Diploma sürecinden tutuklanmaya gerekçe gösterilen gizli tanık rezaletine, oradan gerçek dışı MASAK raporlarına… Tüm belgeler ve raporlar tutuklamaların hukuksuz olduğunu göstermesine ve iktidarın sahip olduğu tüm güç aygıtlarına rağmen kamuoyunda tutuklamaların meşruiyetine yönelik bir rıza oluşmamasına rağmen bir hukuk felaketi yaşanıyor gözlerimizin önünde. İktidarın rıza üretmek gibi bir kaygısının olmadığı da gizlenmiyor artık. İtiraf edildiği üzere “yapıyorlar çünkü yapabiliyorlar”. Tutarlılık ya da dürüstlük iktidar karşısında bir eleştiri olma niteliğini kaybedip, yitirilmiş bir ihtimalin görünmez duvarına çarpıyor böylece.
“Ben bu yasayı bilmiyorum” dedi K. “Bu sizin için daha da kötü” diye karşılık verdi nöbetçi. “Bu yasa sanırım yalnızca sizin kafalarınızda var” dedi K.[2]
Hukuk, somut ve nesnel bir gerçeklikten ziyade kişilerin zihinlerinde var olan soyut ve keyfi bir sistemi işaret ediyor. İmamoğlu özelinde yaşananlar, sadece Türkiye’de siyasal iktidarın kontrol mekanizmalarının nasıl işlediğini gözler önüne sermiyor aynı zamanda hukukun somut ve nesnel olma iddiasını da boşa düşürüyor. Propaganda ile sürekli hale getirilen politik yalanlar, hukuki zeminde şeffaflık noksanlığının olanaklarıyla sürdürülüyor. Demokrasi yanlısı bir lider olan Garry Kasparov, modern propagandanın amacının yalnızca yanlış bilgilendirmek veya bir gündemi zorlamak olmadığını, aynı zamanda eleştirel düşünceyi tüketmek, gerçeği yok etmek olduğunu ifade ediyor.[3] O halde iktidar, yalanlarla bir politik gündemi dayatmakla kalmıyor aynı zamanda hakikat kavramını da bulanıklaştırıyor. “Hakikat sonrası”nın sınırları iktidarın ihtiyacı ekseninde genişletiliyor.
Sokağa çıkıp barikatı yıkan 301 gencin hiçbir somut gerekçeye dayanmaksızın tutuklanması, hukukun siyasi rakiplerini susturmak ve meşruiyetini yeniden üretmek isteyen siyasi iktidar için nasıl araçsallaştırılabileceğinin en somut örneği. Böylece tutuklamaların yalnızca yargıyı ilgilendiren bir süreç olmadığı, aynı zamanda iktidarın neyin meşru, neyin gayrimeşru olduğunu gösteren bir sınıflandırma pratiğinin gereği olduğu da görülüyor. Tutuklanan gençlerin çoğunun örgütlü olmasından iktidarın meşru sınırını nereye çizdiğini de anlıyoruz. Onlarca suç kaydı olan birini meşru, Anayasal hak bildiği bir eylemi gerçekleştireni gayrimeşru yapan, bu sınır çizme pratiği. Yine tutuklu öğrencilere uygulanan devlet şiddeti, hukukun sembolik şiddetin bir aracı olmaktan çıkıp fiziksel şiddetin meşruiyet mekanizmasına evrildiğini gösteriyor. Yani hukuk, bir anayasa profesörünün dile getirdiği gibi, siyasetin longa manus’u (uzun kolu) haline gelmiş oluyor.[4]
“Bir köpek gibi!” dedi, sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı.[5]
Dava bu cümle ile biter. Kitabın kahramanı Josef K., suçunu hiç öğrenemez, hatta savunmasını bile yapamaz ve en sonunda bu çarpık sistemin kurbanı olur. Adil yargılama iddiaları, sistemin keyfi ve insani değerlerden yoksun yapısının gölgesinde kaybolup gider. Josef K. öldükten sonra bile geriye utanç kalır. Çünkü birey, bu makinada kimliğini kaybetmiş; hukuk karşısında salt bir nesneye dönüşmüş ve nihayetinde tüm insani değerlerden uzaklaşmıştır.
Hukuk, tarih boyunca iktidar sahiplerinin meşruiyet aracı, Bourdieu’nün tabiriyle “egemenlerin sembolik şiddetinin en sofistike biçimi” ise buradan bir çıkış yolu var mı? Bir hukukçu olmamanın verdiği o sorumluluk yokluğunun rahatlığıyla diyebilirim ki, evet var. Çünkü hukuk, statik bir sistem değil sürekli bir mücadele alanıdır. Tarih, hukuku ezilenlere karşı bir tahakküm aracı olarak kullanan egemenlerden müteşekkil değil. Ezilenlerin de bir tarihi var. Bu yüzden evet, bence bir çıkış yolu var. Nerede öyleyse? Çıkış, belki bazısı kirasını bile ödemeye yetecek kadar kazanmayan gönüllü avukatların Çağlayan’da bu hukuk garabetine karşı gösterdiği direnişte. İlk günden beri, savunma hakkının da ötesinde insani bir sorumluluk duygusuyla toplu listelerle cezaevine gönderilen o gençlere cesaret olan inanışta. Çağlayan’da kapı önünde bekleyen, 75 yaşında merdiven silerek geçinen Sadiye teyzenin evladıyla arasında köprü kuran vicdanda. Çıkış, sokağa çıkan milyonların yalnızca bir siyasetçinin serbest bırakılması için değil, devlet ve toplum arasındaki ilişkinin tekrar müzakere edilmesine yönelik o çağrısında.
O halde, geriye utanç kalacaksa bu ancak 18-20 yaşındaki gençleri çoktan yazılmış karar metinleriyle tutuklayan ve hukuku “kutsal bir maske” olarak kullanan iktidar ve onun yargısına kalacak. Buradan bize ancak umut çıkar. Pasif bir beklenti olarak değil, toplumsal bir dönüşümün itici gücü olabilecek potansiyeli içinde barındıran kocaman bir umut.
[1] Dava, Franz Kafka, s. 19
[2] s. 24
[3] Wehner, P. Trump Is Gaslighting Us. The Atlantic. https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2025/04/signalgate-trump-administration-messaging/682308/
[4] Gözler, K. Hukuk Nereye Gidiyor. https://www.anayasa.gen.tr/hukuk-nereye-gidiyor.htm
[5] s. 244
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.