Elbette ki 80’lerin sonlarından 90’lara çeşitli alanlara ilişkin önemli mücadele örnekleri verilebilir. Ama bunları 70’li yıllarla karşılaştırmamız bir ölçü sorunudur. Benim önereceğim ölçü sayılardan çok direnişin toplumsallaşmadan kopmadan siyasallaştırılmasıdır
Nabi Kımran’ın tartışmayı aktardığı yöne ve özellikle son paragraftaki vurguya katılıyorum.
“Soruları uzatmaya gerek yok: Dünya sosyalizminin bütün ekolleri, okulları çöktü. Bu gerçekle yüzleşmeden alınacak bir milim yol yok. Ve sosyalizmin yeni dönemi, bir yeniden kuruluş dönemi olmak zorundadır.”
Yani bu tartışma bize yeni bir yol, yönelim için fikirler sunabilirse değerli olacaktır.
Öncelikle tartışmayı sol içi bir zemin olarak görüyorum, bu nedenle “marjinallik-kitlecilik eğilimleri” kavramlaştırmalarını kullanmada rahat davrandım. “Kitle bağını dikkate almayan/Kitleye saplanan” gibi ifadeler yeterince vurgulayıcı olmayacaktı. Yoksa sosyalistlerin dışarıdan “marjinal” olarak işaretlenmesiyle herhangi bir ilgisi yoktur. Bu çerçevede dışarıdan bakanlar için şunu söyleyebilirim; hepimiz marjinaliz.
Elbette ki bunlar büyük oranda 80’lerden türetilen ama bir yönüyle karakteristik izler taşıyan genel eğilimlerdir ve bir zorunluluk değildir. Bu anlamda tartışmaya girmek için başlangıç olarak görmek gerekir. Yoksa Dev-Yol ve Kurtuluş’un 70’lerdeki kitleselleşme becerisini veya TKP etkisindeki DİSK’in 76 DGM direnişini açıklamayacaktır. Bu nedenle eğilimleri belirli bir tarihsel kesitte izlenen politikalarla da ilişkilendirmek gerektiği doğrudur. Örneğin 80’lerde Dev-Yol’cu arkadaşların da “bir noktadan sonra” (en azından İzmir’de) gidişatı gördüklerini, bizimle benzer kaygıları paylaşıp iletişim kurduklarını ve müdahale etmeye çalıştıklarını söyleyebilirim.
Belki yetişme koşullarından -ki 80’li yıllarda bizim için sol içi tartışma yoktu, yalnızca yapılacak işler vardı- tarihe çok meraklı olmayan biri olarak genel toplumsal süreçlere bağlamayı tercih ediyorum. Bunun elbette ki Nabi Kırman’ın yaptığı gibi olaylarla da bağının kurulması gerekiyor. Ama bu başlı başına bir çalışmayı gerektirecektir. Bu nedenle riski/eksikliği göze alarak devam edeceğim.
Benzer şekilde “parti-hareket geleneği” ayrımı da bir genelleştirmedir. Elbette ki farklı ayrımlar da yapılabilir. Ama 80’lerde ana ayrımlaşma genel olarak bu iki aks arasındaydı. Ayrımı ağırlıkla karakterize edenlere vurgu yapmaya çalıştım.
Örneğin TİP ve TKP kardeş partiler olsalar da farklıdırlar. Tamamen aynı politikaları izlememişlerdir. TİP’in 80 sonrası örgütlenme şekliyle ilgili bir bilgim yok. Ama legal olanaklara sahip olduklarını ve bunları hepimizin yararına olacak şekilde sonuna kadar zorladıklarını söyleyebiliriz. Öte yandan TKP birleşme sürecinin başlamasına değin geleneksel illegal örgütlenme ilkelerine göre çalışmaya devam etmiştir. Politika olarak ise, bizim o dönemde öğrenci hareketine “sendikal” bir alan olarak bakmadığımızı söyleyebilirim.
Küçük bir anı ile asıl tartışmaya bağlamaya çalışacağım. 2000’li yılların başlarında Dev-Yol’cu arkadaşlarla sohbet ederken, bizim zincir şeklinde örgütlendiğimiz dönemde diğer grubun 8-10 kişi bir araya gelerek toplantı yaptıklarını öğrenip şaşırmıştım.
“Savunmacı, Soğuk Savaş” vurgusu biraz buradan anlam kazanmaktadır. Hem örgütlenme tarzı hem de politikalar baskı koşullarına göre biçimlenmiştir. Genel düşünüş kişilere değil örgüte, örgütün varlığının sürdürülmesine odaklanmıştır. Örgütün korunmasının en iyi iki yolu katı/dikey bir örgütsel yapı ve faaliyetin kitle ilişkileri içinde saklanmasıdır. Buna, Cumhuriyet döneminin deneyimleriyle de ulaşılan bir sonuçtur diyebiliriz.
Baskı koşullarında işe yarayan bu tarz, koşullar gevşediğinde, örneğin çok sayıda kişinin bir araya gelip politika tartışması olanaklı olduğunda negatif yönde etki yaratmakta, örgütsel ve politik gelişmeyi zorlaştırmaktadır. Esnek olmayan bu örgütlenme tarzının, eğilim olarak koşullardaki değişime uyumda sorun yaşama olasılığını artırdığını da ifade edebiliriz. En basit örnek birleşmeden önce (87) örgütsel yapının değişmesiyle, 4 kişi bir araya geldiğimizde yaşadığımız şaşkınlık ve verimsizlikti. Yıllarca örgütsel ilişkide 1 kişiden fazlasını görmeyen ama sorunsuz çalışan kişiler uyum sağlayamıyordu.
TİP’in legal bir parti olarak, olağan siyasal kanallar açıldığında veya açılmasında etkili olması normaldir. TKP için konuşuyorsak bu geçerli değildir, hatta tersini söylememiz mümkündür. Yani “barışçıl koşullarda gelişme” ikisini birden açıklamamaktadır.
80’ler için konuşuyorsak TİP-TKP kritik hatayı nerede hata yaptı diye konuşma şansımız da çok yok. Çünkü tarih bu partiler üzerinden devam etmedi. En fazla genel eğilimlere bakıp “devam etseydik kitleyi siyasallaştırabilir miydik?” diye sorunsallaştırabiliriz.
SSCB’ye bağlılığın sonuçları olarak ise; SSCB’nin Türkiye, İran gibi komşu ülkelerde, Komünist Partilerin demokratik talepler çizgisinde kalması yönünde etkide bulunduğu üzerine iddialar vardır. Örneğin TKP / İşçinin Sesi kopuşuyla bu konu ilişkilendirilmektedir. 80’lerin politikalarıyla doğrudan bağı olmasa da potansiyel bir etki olarak not etmek gerekir.
Darbenin ve devamında 80’ler Türkiye’sinin, yakın sürece değin egemen olan neoliberal politikaların altyapısının hazırlandığı ve uygulanmaya başlandığı bir süreç olduğunu sanırım kimse reddetmeyecektir. Eğer bir dönemleştirme yapacaksak; 80’lerden neoliberal hegemonyanın sarsıldığı ama hala baskın olduğu günümüzü kapsayacak şekilde olabilir. Yani 80’ler devlet uygulamalarından, politikanın ve politik alanın tariflenmesine, düzenin içselleştirilme biçimlerine vb. değin günümüzün ilk yapılanış sürecidir. Elbette ki SSCB’nin dağılmasından, bilgisayar teknolojilerinin yaygınlaşmasına, finansal sermayenin uluslararası akışkanlığının sağlanmasından, neoliberal politikaların sola sızmasına, kitle örgütlerinin uysallaştırılmasına kadar pek çok şey 90’larda billurlaşmıştır.
Ama 80’ler 70’lerden çok günümüzle ilişkilidir. Belki de gelmekte olanla ilk karşılaşmamız, ilk mücadele ettiğimiz zaman dilimidir. Üniversite mücadelesinin geçtiği mekândan bir örnek vermek gerekirse bu kantinler olur sanırım. EÜ Edebiyatın morgdan bozma kantini bizim için bir tür kurtarılmış bölge işlevi görüyordu. Işıksız, dumanlı, sıkışık ama öğrenciler dışında kimsenin müdahale edemediği özgür bir alan. Ardından kantin anfiden bozma, devasa bir boşluğun insanı ezdiği bir yere taşındı. Daha sonra ise bu da kapatılarak özel kantinler açıldı. Morgdan özel kantinlere geçiş, öğrencilerin bir araya geliş olasılıklarını azalttı. Toplu halde bulunmanın etkisi yerini atomize olmaya bıraktı. Bize ait bir yerde bulunmaktan, müşteri olarak bulunmaya geçildi.
Darbe süreci ile birlikte bir yandan muhalefet, sosyalistler fiziki olarak ezilmeye çalışılırken, aynı zamanda toplumsal kodların bir tür politika dışılıkla biçimlendirilmesi gözlemlenebilir. Günümüzde siyasetin teknokratlaşması olarak adlandırılan eğilimin tohumlarıdır diyebiliriz. Başlangıç koşullarında sosyalistler varlıklarını koruyup, genişletmeye çalışırken belki de en çok politikanın olumsuzlanması ile mücadele etmek zorunda kaldılar.
Yani toplumun çok büyük kısmı değil sol politikalardan, politika sözcüğünden bile uzak durmaktadır. Hak arama, eleştirme, bir araya gelme ve hele ki örgütlenme korkulacak şeylerdir. Bu koşulları anlamak için en iyi görüntü, Ferhan Şensoy’un abartılı bir general kostümüyle İstanbul sokaklarında çok sayıda kişiyi yere yatırması, sıraya dizmesidir. Garip kostüme karşın insanlar verilen komutlara karşı çıkmamıştı. 80’lerin ilk yarısı korku ve itaat günleriydi diyebiliriz.
Korkuyla dayatılanlar giderek içselleştirildi. Neoliberal politikalar, SSCB’nin dağılması, sola ait alanların, fikirlerin liberalizme yamanması kusursuz bir fırtına gibi üzerimizden geçti.
Elbette ki 80’lerin sonlarından 90’lara çeşitli alanlara ilişkin önemli mücadele örnekleri verilebilir. Ama bunları 70’li yıllarla karşılaştırmamız bir ölçü sorunudur. Benim önereceğim ölçü sayılardan çok direnişin toplumsallaşmadan kopmadan siyasallaştırılmasıdır. Direnişlerin iktidari karakteri, devrim ve sosyalizm iddiasıyla kurdukları bağdır. Örneğin “Faşistlere yer yok” diyerek greve çıkan Tekel işçilerinin, Gültepe ve Çimentepe halkınca barikatlar kurularak desteklenmesidir.
Ki 70’li yıllarda başarılan ama 80’lerden itibaren pek göremediğimiz şey de budur. Elbette ki bu yalnızca sosyalistlerin yapıp yapamadıklarıyla ilgili değil. Türkiye’deki ve dünyadaki koşulların değişmesiyle de ilgilidir.
Sosyalistlerin geçmişinin tamamı ortak değerimizdir, ancak o dönemden kalıp halinde, basitçe devralınabilecek bir siyasal yaklaşımın kalmadığını düşünüyorum. Hepsinden öğrenmeli ama bugüne ilişkin sözümüzü, bugünden üretmeliyiz.
İlgili yazılar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.