“Gözden kaçırılmaması gereken bir husus da şudur: 90’ların ikinci yarısındaki öğrenci hareketinde bu farklı tarzı mümkün kılan, ona rengini veren şey, yenilikçi ve yaratıcı bir devrimci gençlik hareketinin varlığıdır. Eğer öğrenci gençliğin öz örgütlülüğünü savunan, yerel örgütlenmelerinin koordinasyonunu öneren ve cepheleri bizzat sahiplenen, aklını fikrini bu işe yoran gençlerin devrimci inisiyatifleri olmasaydı, bu hareket de […]
“Gözden kaçırılmaması gereken bir husus da şudur: 90’ların ikinci yarısındaki öğrenci hareketinde bu farklı tarzı mümkün kılan, ona rengini veren şey, yenilikçi ve yaratıcı bir devrimci gençlik hareketinin varlığıdır. Eğer öğrenci gençliğin öz örgütlülüğünü savunan, yerel örgütlenmelerinin koordinasyonunu öneren ve cepheleri bizzat sahiplenen, aklını fikrini bu işe yoran gençlerin devrimci inisiyatifleri olmasaydı, bu hareket de mümkün olmazdı”
Birikim Dergisi 264-265. sayısını (Nisan-Mayıs 2011) üniversite gençliğine ayırmış (aslında iyi de yapmış). Bu sayıda, 80 sonrası üniversite gençlik mücadelesinin üç döneminin (Dernekler, Koordinasyon, Kolektif) incelenmesi amaçlanmış ve bu amaçla da bu dönemleri yaşayan kişilerden toplanan yazılarla ve bu dönemleri yaşayan kişilerle yapılan röportajlarla bir “özel sayı” hatta yıllar sonra bile dönüp okunabilecek bir “tarihi belge” oluşturulmuş. Ben de bu üç dönemi “yaşayan” (ilkini içerisinde, ikicisini kenarında, üçüncüsünü ise yakından gözlemleyen) biri olarak bu değerlendirme sürecine katkıda bulunmayı (naçizane) bir tarihsel “sorumluluk” olarak görüyorum. Bu amaçla biraz eleştiri, biraz da bilgilendirme amaçlı olarak, aşağıdaki yazıyı bu konuyla ilgilenenlerin değerlendirmesine sunmak isterim. (Keşke derginin çıktığı ve okunduğu dönemde bu yazılmış olsa idi ancak emek ve zaman yoğunluğu buna olanak sağlamadı).
İlk olarak belirtmek isterim ki neredeyse bütün değerlendirme yazılarına hâkim olan, gençlik mücadelesinin her üç döneminin başlangıç aşamalarının “kendiliğinden gerçekleştiği” vurgularından “rahatsız” oldum. Her ne kadar Birikim’in “genel çizgisi”nin, bu türden yazıları seçmiş olmasında etken olduğunu “tahmin etsem” de “tarihsel belge” niteliği de taşıyan bu toplu değerlendirmenin çok ciddi tarihsel yanlışlar içermesine gönlüm razı değil!
İkinci temel rahatsızlığım “bağımsızlık” sözcüğünün kullanılış biçimine ilişkin. Neredeyse bütün değerlendirme yazılarında geçen “bağımsız gençlik mücadelesi”, “bağımsız gençlik örgütlenmesi”, “bağımsız eylem” türünden tamlamalar içinde geçen “bağımsız” vurgusu; asıl olarak “gençlik içindeki siyasal gruplardan bağımsız” anlamında kullanılmakta. Oysaki gençlik mücadelesinin bir dönem de olsa içinde olan ya da hala içinde bulunan herkes bilir ki gençlik mücadelesinin içerisinden doğru kullanılan “bağımsızlık” vurgusu; siyasal iktidardan, egemen ideolojilerden ve “gençlik dışındaki” örgütlenmiş yapılardan “bağımsız olma” anlamını taşır. Yoksa üniversiteli bireylerden oluşan ve üniversite mücadelesine bakışta farklı düşünceleri taşıyan ve bu farklı düşünceler etrafında örgütlenmiş üniversitelilerden “bağımsız” bir gençlik mücadelesi tasavvur etmek değil gerçekliğe, akla mantığa da sığmaz.
Üçüncü rahatsızlığım tüm sol grupların “aslında” gençlik mücadelesine zarar verdiği şeklindeki değerlendirmelerdir. Sol grupların gençlik mücadelesine çeşitli özelliklerinden dolayı olumsuz etkileri olduğu doğrudur ancak bir bütün olarak sol gruplar gençlik mücadelesine olumlu itkiler sağlamışlar ve Dernekler ile Koordinasyon sürecinin bitişinde “temel” rolü oynamamışlardır. Bunun tersini iddia etmek, fetişleştirilen kendiliğindenci süreçlerin yani güçlü dinamikleri olan nesnel süreçlerin bazı zayıf “özneler” tarafından yok edildiğini kabul etmek anlamına gelir ki bu da ilk iddiaya sahip arkadaşların kendi iddialarıyla çelişkiye düşmeleridir: bu kadar güçlü nesnellikler nasıl oluyor da bu kadar kolay (öznel müdahalelerle) tersine çevriliyor?
Bu başlık içerisinde yani diğer klasik sol gruplar kategorisinde değerlendirilmesi doğru olmayacak olsa da nihayetinde bir sol grup olan Devrimci Gençlik’e sözü edilen “özel sayı”daki hiçbir değerlendirme yazısında doğrudan değinilmemiş (dipnot dahi olmamış) olması da çok büyük bir tarihsel hatadır. Sözü edilen üç dönemin herhangi birisinde “aktif” olarak bulunmuş herhangi bir birey bile bilir ki Devrimci Gençlik, bu süreçlere sonradan katılan, tabi olan ya da herhangi bir aşamasında dışında kalan değil tam tersine üç dönemin de doğrudan örgütleyicisi/örgütleyicilerinden olan ve her aşamasında inisiyatif alandır. Bunun tersini iddia edenler ya sürecin tamamen dışından (fili tarif eden kör misali) değerlendirme yapanlardır ya da özel bir “niyet” ile bu “irade”yi görmemek için çabalayanlardır.
Dördüncü rahatsızlığım, tüm o süreçlerin sadece görünen yüzünün değerlendirilmesine ilişkin. Oysaki o süreçlerinin arkasında çok ciddi siyasal tartışmalar, siyasal çıkarımlar vardı. Bunlar aynı zamanda örgütlenme, kitle çalışması, mücadele tarzı, eylem biçimleri gibi konuları da içeriyordu. Ki gençlik mücadelesinin asıl olarak rotasını belirleyen de bunlardı.
Yazıları tek tek değerlendirmeye geçmeden önce yazıların neredeyse tamamına sinmiş olan liberal ideolojinin hegemonyasını belirtmem gerek. Aslında bu durumu “haklı” kılabilecek bir tarihsel dönemde bulunuyoruz. Sosyalizmin gerileme süreci hala dünya halkları için güçlü bir yeniden üretim sürecine dönüşmedi, ülkemizde de 12 Eylül’ün yarattığı kesintiden sonra devrimciler hala ideoloji ve politika alanında güçlü bir yeniden varoluş sergileyemedi ve emperyalist-kapitalist sistemin yeni sağın yükselişinde cisimleşen atakları devam ediyor. Doğal olarak bu durum “sol saflarda” da ciddi kaymalara, sapmalara ve uçmalara sebep olmakta. Bunların başında da “politikanın depolitize” edilişi var, yani politika yapar gibi görünüp yaşama devrimci bir biçimde müdahaleyi gündemine almayan yaygın bir zihniyet hala varlığını koruyor. Hiçbir ideolojik-politik akıma angaje olmaksızın, bireysel bir muhalefetle yetinmek biçiminde (sağ olsun sanal alem de elinden gelini yapıyor) yaygın bir eğilim bu durumu besliyor. Ve son noktaya ulaşmak da zor olmuyor; düzene daha güçlü entegre oluş. Ve tabii çok güçlü bir siyasal örgüt fobisiyle birlikte.
Temel olarak bu “rahatsızlıklar”dan hareketle (aşağıda görüleceği gibi başka rahatsızlıklar da bulunuyor elbette) bazı yazıları tek tek değerlendirmek istiyorum. Bunu yaparken de amacım; yazanlara “ders vermek” değil, bu konularla ilgilenenlere “bilmediklerini düşündüğüm” bazı konularda “bu yöntemle” “yardımcı” olmak…
Birikim’in sözü edilen sayısındaki yazılardan biri ile başlayalım; yazı başlığı “Üniversite gençliğinin ‘yükselen’ muhalefetine içeriden bir bakış”, yazanlar Erkin Can Göksoy, Sercan Çınar ve Tekin Yılmaz. Yazıdan anlaşılıyor ki bu arkadaşlar halen ODTÜ’de (olmasalar bile mutlaka ODTÜ ile sıcak bağlar içinde) yaşıyorlar ve yazının sonunda da yine anlaşıldığı üzere “Gayri” isimli bir gençlik dergisinin aktif bileşenlerindenler. (Böyle bir derginin varlığından ilk kez haberim olduğunu itiraf edeyim.) Ancak genç olmalarına (tahmin ediyorum) rağmen tarih anlatımları, özellikle 80 sonrası süreci ve o dönemki gençlik mücadelesinin nasıl başladığına ilişkin tespitleri sanki o dönemi bizzat yaşamış izlenimi vermekte. Herhalde ayrı ülkelerde yaşadık o dönemi!
12 Eylül sonrası değerlendirme baştan yanlışla başlıyor; “12 Eylül’ün yarattığı çaresizlik ve yenilmişlik hali, toplumun geniş kesimlerinin, özellikle de üniversite gençliğinin muhalefetine ‘içeriden’ çekilmiş bir set olarak karşılığını bulmuştu” diyor arkadaşlar. Evet, 12 Eylül’ün yarattığı bir çaresizlik ve yenilmişlik hali mevcuttu ancak bu durumu en az hisseden üniversite gençliği idi; yoksa iddia edildiği gibi “özellikle de” üniversite gençliği bu durumdan etkilenmiş değildi.
Yanlışlar devam ediyor; “yasaklar karşısında zorunlu olarak öğrenci kulüplerinde bir araya gelen örgütlü örgütsüz, fakat çoğunluğunun bir siyasi yapıyla herhangi bir organik bağının bulunmadığı üniversite gençliği 12 Eylül’ün siyasi atmosferine karşı bir çıkış noktasını temsil ediyordu. Bir zorunluluk halinin önayak olduğu bu bileşim, günümüzde de tartışmaların sürdüğü bağımsız gençlik örgütlenmeleri fikrinin çıkış noktasını oluşturuyordu”. (“Bağımsız” vurgusunun hangi amaçla kullanıldığına dikkat edilmeli!)
Ben 85 girişliyim, o süreçte yüzlerce toplantıya katıldım, onlarca korsan gösteride bulundum, cezaevine girip çıktım ancak herhangi bir öğrenci kulübünün (bırakın üye olmayı) kapısından içeriye adım bile atmadım. Benim gibi onlarca, yüzlerce arkadaşım da öğrenci kulüplerinde faaliyet göstermedi. Zaten çoğu üniversitede öğrenci kulübü de bulunmazdı.
O dönemin gerçek “ana rahmi” öğrenci kantinleri ve öğrenci yurtları/evleridir. Buralarda yapılan güne ilişkin siyasal tartışmalar ve tüm bunlardan çok daha önemli bir yere sahip olan “80 öncesi sürece olan merak”ın giderilmesine yönelik tartışmalardı. Ve bu tartışmaların doğal olarak “öznesi” 17-18 yaşında üniversiteye yeni gelmiş öğrenciler değil, “bir şekilde 80 öncesini yaşamış olanlar” olurdu. Yani övgüde sınır tanınmayan o dernekler sürecinin, ilk tohumlarını atanlar bizzat 80 öncesini -örgütsel düzeyleri farklı da olsa- yaşayan o “siyasal özne”lerdir. Bu gerçeği görmemek, “bilgisizlik”ten olsa gerek.
“Bir şekilde 80 öncesini yaşamış olanlar” tanımı özellikle yeni kuşakların daha iyi anlaması için açılmaya muhtaç. Bilindiği gibi 80 faşist darbesinin en önemli yıkıcı etkisi, bütün devrimci yapıların dağıtılması ve özellikle bu devrimci yapıların merkezi birimlerinin işlemez hale getirilmesi biçiminde oldu. Çoğu devrimci katledildi, önemli bir bölümü cezaevlerine hapsedildi, çok büyük bir bölümü ise yurtiçi ve yurtdışında kaçak pozisyonuna düştü. Elbette deşifre olmayan bir bölümünün geride kaldığını da eklemek gerek. Darbeciler, devrimcilerin büyük bir bölümünü fiziki olarak etkisiz kılsa da devrimci “abi” ve “abla”larından etkilenen ancak 80’de ortaokul seviyesinde bulunan önemli bir kesim üzerinde ideolojik ve fiili hegemonyalarını “istedikleri kadar” kuramadılar.
84-85’lere gelindiğinde bu “ortaokul çocukları” artık üniversiteli olmaya başlamıştı. Aynı dönemlerde darbenin etkileri de zayıflıyordu. Cezaevlerinden tahliyeler başlamıştı ki ilk tahliye olanlar silahlı işlere bulaşmayan TKP’lilerdir (sahip oldukları reformist çizgiye rağmen bu arkadaşlar dernekler sürecinin ilk oluşum dönemine önemli katkılar sunmuşlardır). Ayrıca cezaevi görüşlerine uygulanan yasaklar da yumuşamıştı ve akrabalık ilişkisi bulunmayanlar da mahkûmlarla görüşme olanağı buluyordu. Bununla birlikte 80 öncesi üniversiteli olanların bir bölümü de “uygun koşullar” bularak üniversitelere dönmeye başlamıştı. (Bu dönemde yani 1984’te iki kritik derneğin kuruluşu çok önemli bir yer tutar; biri Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği ve diğeri 84’te kurulan ancak tüzel kişiliğini 86’da alabilen İnsan Hakları Derneği). Ayrıca 80’de “dağa çıkıp” gerilla mücadelesine katılan ancak 84’lerde tekrar “şehre inen” bir devrimcinin (…) fakültesinde öğrenci derneği kurma çalışmasına katılması istisnai bir örnek olarak değerlendirme dışı da bırakılamaz, bu arada.
“Yeniler” ve “eskiler” kaynaşmaya başlamış, kantinlerdeki ve yurtlardaki sohbetlerin içeriğini asıl olarak nostalji belirlese de “bugün ne yapmalı” gündemi gittikçe baskın hale gelmişti. O dönemin ilk eylemlerinin, YÖK’e karşı oluşu bir zorunluluktu[1] ancak bununla birlikte “dolaylı” siyasal hedefler içermesi (Filistin’le dayanışma için açlık grevi gibi) ve örgütlenme gündeminin ağırlığı önemli verilerdir. Yoksa 80 koşullarında lisede okuyan, bulunduğu okulda bırakın derneği, kol/kulüp faaliyetlerinde bile örgütlenme bilinci almamış bir kesimin, üniversiteye gelir gelmez öğrenci kulübü/öğrenci derneği kurmaya çalışması hangi “tarih yazıcısının” iddiası olabilir?
Ayrıca o dönem için yapılan tespitlerde bolca kullanılan “çoğunluğunun bir siyasi yapıyla herhangi bir organik bağı bulunmayan şahıslar” tanımlaması doğrudur ancak bu durum bir tercih değil zorunluluktu. Çünkü ortada organik bağ kurulacak siyasi yapılar yoktu, yoksa insanların kurmak istememesi değildi etken. Bununla birlikte organik bağı olmamasına rağmen bu şahıslar kendilerini bir siyasi yapıya aitmiş gibi hissediyor ve o isimle adlandırılıyorlardı.[2]
“Eskiler”in “temkinliliği” ile “yeniler”in “cahil cesareti” daha sonraki yıllarda ciddi “sıkıntılar” yaratacak olsa da o yıllarda bu iki kesim aynı sürecin işlevsel bütünleyeni idi. Bu bütünleyenden ve kuşkusuz o dönemin nesnel durumundan gençlik mücadelesinin temel politik çizgisi ortaya çıkmıştır; “faşizme karşı demokrasi mücadelesi”. “Ülkemizdeki gençlik mücadelesi, farklı dönemlerde aynı hedef için ama farklı eksenlerde (içeriklerde) gelişmiştir. Her dönem kendi koşulları gereğince sınıflar mücadelesinin nabzının attığı, yoğunlaştığı temel ekseni ortaya çıkarır. Bir başka ifadeyle, bu olgu yaşanılan dönemin özelliklerine göre öne çıkan baş çelişkinin sınıflar mücadelesindeki somut aktüel biçimlenişidir. ‘65’lerde anti-emperyalist mücadele, 75’lerde anti-faşist mücadele’ ekseni, devrimci halk güçlerinin ve Devrimci Gençliğin mücadelesini karakterize ederken mücadeleye de meşruiyet sağlamaktaydı. 80’li yıllar ise ‘faşizme karşı demokrasi mücadelesi’ ekseninde karakterize olmaktadır” .[3]
Sonuç itibariyle 80 sonrası üniversite gençlik mücadelesi; üniversiteye 80 sürecinin lise eğitiminden çıkıp gelen gençlerin, üniversiter ortamı görünce duyarlılıkları arttığı, bu duyarlılıklarla ilk girişimleri kendi kişisel yeteneklerini geliştirmek için kol ve kulüpler kurduğu, sonra bulunduğu “yaşam alanını” değiştirme girişimlerine başladığı, bu süreçte politikleştiği, aynı sürecin bir parçası olarak kendi gelişimini benzer biçimde yaşayan diğer illerdeki üniversitelileri (facebook, twitter ve cep telefonu ile) bulduğu, onlarla daha ileri bir amaç için eylem ve ideoloji birliği yaptıkları bir süreç olarak ya-şan-ma-mış-tır. Yok, böyle yaşanmıştır diyenler kendi hayallerini gerçekmiş gibi sunanlardır ve “eee, o kadar sol grup ne yapıyordu?” sorusuna da çok “tutarlı” bir yanıt icat ederler; “o ‘dar kafalı’ sol gruplarlar, ‘hödük’ militanları ile güzelim ilerleyişe ‘saçma’ müdahalelerde bulunup kendilerini tatmin ediyorlardı. Bu sol gruplar olmasa biz şimdiye kadar üniversiteyi de, ülkeyi de, dünyayı da kurtarmıştık!”
Aynı yazıya devam edelim, Ekin, Sercan ve Tekin’in yazısına. Arkadaşlar bir başka tarihsel yanlışı Öğrenci Koordinasyonlarının nasıl ortaya çıktığını tanımlarken yapıyorlar. Onlara göre “1990’lı yılların politik atmosferi ve sol içindeki tartışılmaya başlayan ‘birlik’ projeleri, 1994 yılında öğrenci hareketinin geniş bir bölümünde de karşılığını buldu ve Öğrenci Koordinasyonları deneyimi ortaya çıktı”. Neymiş efendim, 90’larda uygun politik atmosfer varmış (ne demekse bu), sol da birlik projeleri tartışıyormuş (hangi sol, hangi birlik?), gençlik de bunlardan etkilenmiş yani “dışarıdan” etkilenmiş, hadi bir koordinasyon deneyimi ortaya çıkaralım demiş! Bu anlatımın neresi düzeltilebilir ki her bir parçası başka “eğri”. Deveye sormuşlar neren “doğru”!
En iyisi o süreci de (sınırlı da olsa) baştan anlatmak. 91’lerde dernekler sürecinin sönümlendiği dönem (bunun nedenleri daha kapsamlı ve ayrı bir yazı konusu olmalıdır), aynı zamanda, Devrimci Gençlik için de kendisinin içinde bulunduğu siyasi “camia”dan kaynaklı olarak istisnai bir dönem olarak yaşanmıştır. Ancak bu öznel sürecin uzun sürmesine “izin verilmemiş” 93-94 yıllarında Devrimci Gençlik üniversite gençlik çalışmasına ara vermemesine rağmen “tekrar” başlamıştır, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere.
İstanbul’daki çalışmanın ilk yerleri İTÜ Mimarlık Fakültesi, Çapa Tıp Fakültesi, İ.Ü. Hukuk Fakültesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü idi. (İ.Ü. Siyasal Fakültesi’ndeki çalışma bu sürecin içerisine organik olarak girmemiş, kendisini GÖC diye ayrı tariflemiş ve devrimci bir hareket perspektifi olmadığından süreç içerisinde giderek bir arkadaş topluluğuna evrilmenin iç sıkıntılarıyla sönümlenmiştir). Ankara’daki çalışma ise doğrudan Devrimci Gençlik’in inisiyatifinde bir taraftan Öğrenci Dernekleriyle diğer taraftan ise kısa bir zaman dilimi içerisinde birçok üniversitede kurulan “Öğrenci Cepheleri” ile devam etmiştir. Bunlar arasında Ankara Hukuk, Beytepe, Cebeci, Dil Tarih ve ODTÜ önde gelenlerdir.
Koordinasyonu, hızla görülür kılan ve büyüten olay ise üniversite harçlarına yapılan yüzde 350 zamma karşı başlatılan imza kampanyası ve üniversiteler tatil olmasına rağmen bütün yaz boyunca ulaşılabilen her meydanda her sokakta bu kampanya dâhilinde imza toplanmasıdır.
Koordinasyon dönemine, bu yazının ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı değineceğim ancak burada şunu belirtmeliyim, bu anlattıklarımdan sanki tüm süreci “Devrimci Gençlik tek başına yaptı” gibi bir sonucu çıkartmayı amaçlamıyorum, elbette o süreçte bulunan tek tek bireylerin, otonom yapıların emeği/üretimi o sürece çok şey katmıştır. Ancak Devrimci Gençlik o sürecin en önemli kurucu inisiyatifidir ve belki de asıl başarısı; kendi dışındaki muhaliflerin/hoşnutsuzların gerçek özneler olarak o süreçte var olmalarını sağlamasıdır. Devrimci Gençlik’in, kendisini o süreçte bir tür “gizli özne” ya da bir tür “eriyik” olarak tutma pozisyonu, onun yok sayılmasına ya da yok gösterilmesine “sessiz” kalacağı anlamını taşımaz.
Kısacası, Koordinasyon “deneyiminin” ortaya çıkışının arkadaşların anlatımıyla hiç ama hiç alakası yoktur. Bunu nereden uydurduklarını gerçekten ama gerçekten çok merak ediyorum. Tam uydurma bir senaryo. Herhalde yazdıkları yazının o dönemi biraz bilen herhangi birileri tarafından okunmayacağını düşünmüş olmalılar. Tamam, Laçiner’e gıcık olan, hele son dönemde iyice gıcık olan ve artık yazılarını okumayan ve hatta onun temsil ettiği düşünülen hiçbir şeyle ilişki kurmak istemeyen bir “eski kuşak” mevcut. Ama hala Birikim Dergisi’ni çalabildiği koşullarda (eski alışkanlık) alıp yazı başlıklarına bakan birileri var.
Konumuza dönelim… “Klasik” siyasal örgüt düşmanlığı (fobisi), bu “klasik” arkadaşları da (Ekin, Sercan, Tekin) Koordinasyon sürecinin neden sonlandığına ilişkin “klasik” değerlendirmeye götürüyor: “Gençlik siyasetini bir bütün halinde örgütlemek adına harekete dahil olan kimi siyasi yapıların müdahalesi ve yürüttüğü tartışmalar, Koordinasyon deneyimini de birden fazla harekete evriltmiş oldu. Sonuç olarak Koordinasyonların akıbeti de Öğrenci Dernekleri’ninkinden pek farklı olmadı.”
Bu arkadaşlara göre “kimi siyasi yapılar” “harekete dahil olmuş” ve “müdahaleleri ve tartışmaları” deneyimi bölmüş. Bu siyasi yapıların neler olduğu, harekete nasıl dahil oldukları, hangi müdahaleleri ve hangi tartışmaları yaptıkları ayrı bir muamma, hadi bunların üzerinde çok durmayalım ve bunları geçelim. Ancak değerlendirmedeki çarpıklığın altını çizmek zorunlu. Bu arkadaşlara göre siyasi yapılar Koordinasyon deneyiminin (bu küçümseme içeren “deneyim” lafının neden tercih edildiği de ayrı bir sorgulamayı getiriyor ama…) başında ve gelişiminde ortada yoklar, sürece sonradan dahil olmuşlar. Tekrar etmek olacak ama böylesi bir tarih anlatımı, yani Devrimci Gençlik’i tarihten silme çabası ya bilgisizlikten ya da “özel dertler”den kaynaklanabilir. Ki sonraki paragraftan anlıyoruz ki bu durum “özel dertler”den kaynaklanıyor. Meğer özel dert; Genç-Sen’e olan ihtiyacın altyapısını hazırlamakmış…
“…geçen 10 yıla yakın bir sürenin ardından, bağımsız bir gençlik örgütlenmesinin oluşturulması çabası DİSK’in ortaya attığı bir proje olan Öğrenci Gençlik Sendikası Genç-Sen’in kurulmasıyla tekrardan ete kemiğe bürünmüş oldu.” Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Bir taraftan başarının tek koşulu olarak bağımsızlık fetişizmi yapıp her türlü siyasi, dış yapıya “perhiz” uygulayacaksın, diğer taraftan gençliğe tamamen “dışarıdan ithal” bir projeyi, “lahana turşusu” olarak üç öğün yiyeceksin!
Şu Genç-Sen projesine daha yakından bakalım ve “neden dışarıdan” olduğunu daha “açık” görelim. Kökeni; 2000 yılında DİSK’in, genç işsizlerin ve genç işçilerin örgütlenmesi amacıyla bir gençlik sendikası kurma kararı almasına dayanıyor. 2007’de ise bu amaç, sadece üniversite öğrencilerini örgütleme hedefine daralan Genç-Sen’e evrilmiş. DİSK’i, bir gençlik sendikası projesine heveslendiren önemli olaylardan biri “barışarock festivali” olmuş. Hatta o tarihlerde DİSK; “bir gençlik hareketi, gençliğin politik eylemi ve politik eğlencesi olarak bu festival DİSK’i coşkulandırıyor” demekte. Bu konuda bir sürü soru işareti oluşuyor insanın kafasında. Örneğin; genel olarak işsizlerin mücadelesinin ve örgütlenmesinin nasıl şekilleneceği bile oluşmamışken, bu genel işsizler kitlesi içinden genç olanları ayırıp, onlara bir örgüt modeli sunmak doğru mudur? Ayrıca aynı iş kolunda bulunan, aynı sendikada örgütlenmiş işçiler arasından bir yaş grubuna ayrı bir örgütlenme önermek doğru mudur? Zaten onlar da bu konularda kafaları karışık olduğu için bu işlere hiç girmemişler ve ellerindeki şablonu kaba gözlemleriyle süsleyip üniversitelilerin dinamizmini, kendi “yaralarına ilaç olur” niyetiyle yedeklemeye çalışmışlar.
Genç-Sen, bir Avrupa Birliği projesidir (bu arada AB fonlarından yararlanıp, yararlanmadıklarını bilmiyorum). Projenin imal edildiği yer bu ülkedeki üniversite toprakları değildir, yani başka bir yerin koşullarına göre üretilmiştir, eğer bağımsızlığın önemli kriterlerinden biri olarak “çıkış yeri” kabul edilmeyecekse bu durum “pas” geçilebilir. Ancak arkadaşların da ifade ettiği gibi “DİSK’in ortaya attığı bir proje olan Genç-Sen” –ki doğrudur DİSK tam anlamıyla ortaya atmıştır- hangi mantık sınırları yıkılarak, bağımsız gençlik örgütü kategorisine sokulabilir. Öğrenciler önce “sendikalaşıp” sonradan DİSK’e katılmamıştır (böyle olsa da durum değişmezdi zaten), doğrudan DİSK bünyesi içinde, siyasi gruplara çağrı yapılarak kurdurulan Genç-Sen, örgütsel hukuk olarak DİSK’e bağlı bir “alt birim” statüsündedir. Bir işçi sendikaları konfederasyonu olan DİSK’in prensiplerine aykırı karar alamaz, uygulayamaz. Örgütsel olarak ona bağlıdır.
Bu dönemki genç arkadaşların ideolojik konulardaki zayıflığını “hafifletici bir neden” olarak anlayışla karşılayıp eleştirileri yumuşatmaya çalışalım ama bu durum Marksizmin, Leninizmin (yazılarının sonunda Marx’ı şahit göstermişler ama bu ideolojileri sahiplenirler mi bilmiyorum, böyle olanlar üstüne alsın) inkârına götürür insanı, maazallah! Proletaryanın öncülüğünü kabul etmekle, şu anki sınıf mücadelesi içinde uyduruk olarak ayakta kalmaya çalışan çarpık sosyal demokrat sendikacıların öncülüğünü kabul etmek aynı düzlem içinde yer alabilir mi? Bu düzlemi kabul eden sol siyasal akımlar bu ülkede daha önce de var olmuştur, örneğin kendisini bizden önce Halkın Kurtuluşu (HK), bizim zamanımızda TDKP, şimdi EMEP olarak adlandıran siyasi çizgi, bu “işçiçilik” akımının önemli temsilcisidir. O yüzden DİSK yerine bile Türk-İş’te faaliyet gösterirler, 1 Mayıs’larda Türk-İş’in arkasında yürümek için can atarlar, “işçiler neylerse güzel eyler” deyişine sıkı sıkı bağlı kalırlar. Ancak bildiğim kadarıyla Genç-Sen içindeki grupların böylesi bir ideolojik arka planı ve tarihsel savunuları da mevcut değil. Onlar günün koşullarını değerlendirmeye çalışan, faydacı, kolaycı, tarihsel/ideolojik kökleri zayıflamış bir grup “uyanık” arkadaş.
Şimdi de bu bağımsız gençlik örgütü diye “yutturulmaya” çalışılan Genç-Sen’in iç örgütsel yapısını biraz inceleyelim (bu konuda çok fazla bilgim olmadığı için sorup, soruşturmak zorunda kaldım). “Sendika” tamamen, ufak sol grupların birlikteliğine dayanıyor. Yönetimde dört siyasi gruptan (SGD, SDP, EHP, TÖP) oluşan bir blok mevcut. Muhalefette de siyasi gruplar (YDG, Tüm İGD, Ekim Gençliği, Troçkistler vb) var. 4. Genel Kurullarında (son genel kurul) nispi temsil uygulamasını kabul etmişler. Yani gruplar güçleri (sayıları) oranında yönetimde temsil ediliyorlar. Doğal olarak bu durum, bir gruba üye olmayan ya da bir grup oluşturamayan bireylerin temsiline kapalı. Nispi temsil sisteminin Demokratik Kitle Örgütlerindeki (DKÖ) tek zararı bu değil elbette. Yönetimin, bir programı uygulamak üzere seçilmiş olan bir çoğunluk tarafından oluşturulması yerine, farklı programlara sahip gruplar tarafından oluşturulması yani bir tür koalisyonun meydana getirilmesi, zorunlu olarak asgari müştereklerden öteye gidilememesine ve sonuçta DKÖ’nün işlevlerinin gerilemesine yol açmaktadır. Bizim zamanımızda da bu nispi temsil olayı, ufak gruplar tarafından sık sık gündeme taşınırdı ve gerekçe olarak da yönetimde temsil edilememe gösterilirdi. Ancak her önemli kararın sadece Yönetim Kurulu’nda değil de açık kitle toplantılarında alınması prensibi uygulandığında, bu durum rahatlıkla aşılabilir. Nispi temsil sisteminin uygulanacağı yer demokratik kitle örgütleri değil, belirli bir “ortak çıkar” üzerinde oluşmuş örgütlenmeler olabilir.
Tüm bunları bir kenara bırakalım, Genç-Sen konusundaki asıl önemli tartışma; üniversite gençliği, örgüt biçimi “sendika” olan bir yapı içinde örgütlenebilir mi, bu tercih ideolojik olarak doğru mu, pratik olarak mümkün mü?[4] Bilindiği gibi sendika, asıl olarak ekonomik mücadelenin bir aracıdır. İşçilerin, patronlara karşı “ekonomik koşullarının iyileştirilmesi” amacıyla dile getirdikleri taleplerinin daha bütünsel bir biçim almasını, bunların mücadeleye dönüşmesini ve bir yaptırım içermesi hedefiyle bir araya gelmeleri sonucunda oluşturdukları yapıdır sendika. Hedef yani muhatap alınan; patrondur, talep; ekonomik koşulların iyileştirilmesi ve bunun garanti alına alınması için toplu sözleşme imzalanmasıdır (ki işçilerin sendikadan asıl bekledikleri şey, patrondan alınan garantiyi yani toplu sözleşmeyi sağlamasıdır), yaptırım ise iş bırakma yani grevdir. İşçilerin olduğu her yerde bu “şablon” değişmez.[5]
Şimdi üniversiteye dönelim ve bu “şablon”un uyup uymayacağına bakalım. Üniversitede muhatap alınan kimdir, klasik anlamda bir işverenden söz edilemez, hadi bu durumun üniversiter alandaki karşılığının devlet/rektör, özel üniversitelerde de üniversite sahibi/mütevelli heyeti olduğunu varsayalım. Öbür tarafta grev olan yaptırımın da bu taraftaki karşılığının boykot olacağı basit bir akıl yürütmeyle ileri sürülebilir. Ekonomik mücadele hedeflerinin de üniversitedeki karşılığı akademik talepleri içeren bir çizgi olacaktır, doğal olarak. Sendika formunun sınırlarını “biraz” zorlayıp revize ettikten sonra, sürdürülecek mücadelenin sadece ekonomik/akademik taleplerle sınırlandırılması hiçbir biçimde halledilemeyecek bir konudur. (Eğer bu arkadaşlar bizim asıl mücadelemiz ekonomik/akademik mücadele değil diyorlarsa o zaman da insana sorarlar “neden sendika” diye. Eğer kendine sendika diyorsan onun evrensel olarak ne anlama geldiğini ve mücadele sınırlarını biliyor olman gerek. Nasıl ki saz kursu vermek için siyasi parti kurulmazsa, siyasi mücadele için de sendika kurulmaz). Masa başında kurduğunuz örgütü mücadeleye yediremezsiniz, örgütlenme sorununun mücadele ile bağlantısını iyi kuramazsanız çuvallarsınız.
“Ülkemizde” üniversite mücadelesini birazcık bilen ya da kıyısından köşesinden yaşayan herkes bilir ki üniversite mücadelesi sadece ekonomik/akademik taleplerle sürdürülemez. Bizler bunu 87’lerde gerek dernek içi yoğun tartışmalarda gerekse de mücadelenin canlı pratiklerinde “halletmiştik” ve bu çizgiyi savunan “yarın dergisi taraftarları” hızla gençlik mücadelesinden tasfiye olmuşlardı. 14 Nisan’dan sonra[6] Yarıncılar, tüm dernek yönetimlerinden düşmeye başladılar.
O zamanlarda gençlik mücadelesi içinde yapılan en yoğun tartışmalar aslında bu konu üzerinden dönüyordu, yani derneklerin yapısını ne belirleyecekti? Devrimci/sosyalist[7] mücadele mi, akademik/demokratik mücadele mi yoksa ekonomik/akademik mücadele mi? Bazıları “devrimci/sosyalist” mücadelenin doğru olduğunu ileri sürüyor ve bunun karşılığı olarak da siyasal hedeflere yönelmiş dar gruplar örgütlemeyle “işe” başlayıp, ülkenin siyasal gündemiyle ilgili birkaç “iş” yapıp hızla üniversite kitlesinden uzaklaşıyordu. Buna rağmen, diğer gruplarla da “en devrimci biziz” polemiğine girişmekteydiler. Dar grupların dar siyasal hedeflere yoğunlaşması doğal ve zorunlu olarak üniversite dışında bir “merkez”le organik ilişkiyi (ister sürecin en başında isterse gelişme aşamasında) kaçınılmaz kılmaktaydı. Ve bu ilişki yani daha gelişkin bir yapıyla kurulan ilişki, gelişkin yapıya tabi olmayı beraberinde getirmekteydi. Her ne kadar özünde, “devrimcilerin asıl olarak siyasal iktidarı hedeflemeleri ve bunun için de siyasal sorunları merkez almaları” doğru düşüncesi yer alsa da bu düşüncenin kaba algılanışı, siyasi iktidar mücadelesinin döneme özgü “ana halka”sının belirlenememesine yol açtı ve bu grupları hızla üniversitenin gerçek hayatının dışına iterek, kaba ve indirgemeci bir pozisyonda kalmalarına neden oldu.
Bununla birlikte bir başka eğilim de mücadeleyi ekonomik/akademik taleplerle sınırlı tutma amacını güdüyordu. Bizler, bu tercihin sahiplerinin asıl olarak kendi kişisel özelliklerini ve kendi kişisel tercihlerini teorize ettiklerini düşünsek de bu düşünceyi savunan arkadaşlar, genel öğrenci kitlesinin apolitik olduğunu ve ancak akademik mücadele ile “gerçekleri” görebileceklerini, kitleselliğin de bununla sağlanabileceğini ifade ediyor, reformları amaçlayarak ilerlemenin de bir siyasal tercih olarak kabul edilmesi gerektiğini iddia ediyorlardı. Ancak yaşadığımız ülkenin koşulları bugün olduğu gibi o gün de her türlü ekonomik/akademik talebin demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmadığında gerçekleşmesini (kalıcı kazanım olarak) imkansız kılmaktadır/kılmaktaydı. Bu tür bir mücadele belirli dönemler için (örneğin 80 koşullarında her türlü demokratik talebin çok şiddetli bir biçimde bastırıldığı bir dönemde) ilerletici olsa da ya da çoğu üniversitede (örneğin yemek zammının geri çektirilmesi, ek sınav hakkı alınması, kulüplere yer tahsis edilmesi) kısmen başarılı deneyimler açığa çıkarabilse de genel olarak (son tahlilde!) etkisiz ve başarısız olmaya mahkûmdur.
Devrimci Gençlikçiler ise sürecin tüm aşamalarında bu anlayışlardan farklı bir noktada yer aldı. Bu farklı nokta, kendinden önceki (80 öncesi) Dev-Genç mücadelesinden devralınan bir mirastı; akademik-demokratik mücadele birlikteliği. “…Bilinir ki bir örgütün yapısını belirleyen şey onun eyleminin içeriğidir. Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun eyleminin içeriği en geniş kitleleri temel aldığı için kitlesel ve gençliğin mücadelesini bağımsızlık ve demokrasi bağlamında ele almaya çalıştığı için de demokratiktir. Bu demokratik kitle örgütü olma konumu onun, üyelerinde arayacağı nitelikleri de koşullar. Anti-emperyalist, anti-faşist ve anti-şovenist olmak DGDF’ye üye herhangi bir dernek içinde yer almak için yeterli koşuldur. Bu ilkeler sosyalistliğin değil, demokrat olmanın asli ilkeleridir. Emperyalizme, faşizme ve şovenizme karşı olmadan asgari ölçüde bir demokrat olunamayacağı açıktır.(…) DGDF başlangıçtan beri bir sosyalist gençlik örgütü, bir kadro örgütü olarak değil, bir demokratik kitle örgütü olarak kurulmuş ve buna uygun bir mücadele yürütmüştür. Yönetiminde devrimci gençlerin bulunması onun bu konumunu ortadan kaldıran bir şey değildir. Çünkü demokratik kitle örgütleri yönetiminde hangi görüşten insanlar bulunursa bulunsun bir noktada kuruluş ilke ve amaçlarıyla sınırlı bir mücadele yürütmek zorundadır. Ne onlara yapısına uygun olmayan görevler yüklemek ne de kitle bağlarını daraltacak bir ‘gizli örgüt’ gibi ele almak doğru bir tutum sayılmaz”.[8]
Şimdi tekrar konumuz olan yazıya dönelim ve ilgili bölümden devam edelim. İlgili bölüm aslında Kolektif’in eleştirilmesi amacıyla yazılmış. Ancak bunu doğrudan yapmak yerine biraz bel altı çalışmış arkadaşlar.
Bu bölümde bir sürü tumturaklı laf (muhafazakar-laik dikotomisi, sitüasyonistlerin geri kazanma taktiği gibi kullanıcıları dolgun gösteren laflar) arasında asıl karın ağrısına hangi yiyeceğin neden olduğunu anlıyoruz; yumurta. Yumurtanın, uzun eşekten rol çaldığı kaygısına kapılmış olmalılar ki yumurtayı eleştirmek için çok uğraşmış arkadaşlar. Neymiş; “Burhan Kuzu’dan hemen önce konuşmacı olarak sahneye çıkan Süheyl Batum’a, Burhan Kuzu’ya yumurta yağdıran öğrenciler tarafından göz yumulması, (…) AKP iktidarına yönelik laikçi kesimler tarafından yürütülen hegemonik muhalefete eklemlenmenin en somut örneğidir.” (syf37) Yani Batum’a yumurta atılmamasının nedeni; CHP’ye yaltaklanmakmış. Ben sordum öğrendim, siz de aynısını yapabilirsiniz. Süheyl Batum’a yumurta atılmamasının tek bir nedeni varmış, o da; Burhan Kuzu’yu korkutup kaçırmamakmış. Eğer o yumurtalar Batum’a atılmış olsa idi Kuzu’nun o salona girmeyeceği çok net değil mi? Bu sadece basit bir taktirdir; asıl hedefe yönelmek. Oradaki asıl hedef de siyasi iktidar ve onun temsilcisi. Ki “Batum’un temsil ettiği muktedirlik çizgisi sevimlileştirilmeye” çalışılsa idi onun konuşması için özel çaba sarf edilip, kuzu kuzu dinlenirdi. Üstelik Batum, konuşturulmamasına kızıp, öğrencileri faşistlikle suçlamadı mı? Bu gerçekleri bilmiyor olmaları mümkün olmayan bu arkadaşların kendi “çekememezlik” eleştirilerini illa dile getirmek için gerçekleri çarpıtmaları “biraz” nahoş bir tutum olmuş.
Bu nahoş tutumu, meydanı boş sanmış olmalılar ki daha da ileri götürmekten çekinmemişler; “sitüasyonistlerin ‘geri kazanma’ olarak tariflediği, medyanın en temel işlevlerinden olan, başkaldırının kapitalizmi devam ettirebilecek bir konuma evriltilmesi durumu maalesef Burhan Kuzu’ya atılan yumurtaların da başına gelmiştir.” Çekememezliğin sağduyuyu, “saçmaduyu” haline getirdiği bir örnek daha. Ne diyorlar; yumurta atmak, kapitalizmin devam etmesini sağlayan bir eyleme dönüşmüştür. Medya temel işlevini yapmış, yumurta atmayı gündeme getirmiştir. Hoppala! Bundan sonra kimse yumurta atmasın, yoksa kapitalizm sizi evriltir!?
Ama “uzun eşek” oynarsanız evriltmez! Tayyip Erdoğan’ın okula gelmesi üzerine birkaç öğrenci gözaltına alınıyor, gerisini arkadaşların yazısından aktarayım; “Polisin yine tazyikli su ve gaz ile saldırdığı öğrenciler uzun süren bir çatışmanın ardından, şenlikli bir muhalefet yöntemi buldular. Bu basında oldukça yankı uyandıran ‘uzun eşşek’ oyunuydu. Polise karşı uzun eşşek oynayan öğrenciler, muhalefet/eylemlilik kalıplarının dışında bir imgeydi. Bu yerleşke dışından oldukça olumlu tepkiler aldı. Ancak, ne olduysa o uzun eşşek ile oldu. Okulun içerisinde siyaset yapan örgütler, bu davranışı liberal/liberal sol bir davranış olarak[9] görüp, devrimciliğe yakışmadığına kanaat getirdiler ve yeni bir muhalefet imgesi olabilecek bu ‘uzun eşşeği’ mahkum ettiler”.
Aslında arkadaşların “yumurta eylemi” için yaptıkları sözüm ona değerlendirmenin tam olarak kullanılacağı yer, “uzun eşek eylemi”dir. Zaten arkadaşlar da “uzun eşek”in ne kadar başarılı olduğunu “bu basında oldukça yankı uyandıran ‘uzun eşşek’ oyunuydu” diyerek kanıtlama uğraşındalar. Yani yukarıda tanımladıkları “medyanın en temel işlevini” uzun eşek eyleminde yerine getirmesi bu arkadaşlar açısından kendilerinin doğru yaptığına bir kanıt.
“Uzun eşek” oyununun bir muhalefet eylemi olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Hele üniversitede asla. Çünkü üniversiteli gençlik muhalefetinin en önemli özelliklerinden biri kadın ve erkeği mücadelenin eşit özneleri olarak konumlandırmasıdır. Ve bunun sağlanması için karar alma mekanizmalarından, eylem içindeki pozisyonlarının belirlenmesine kadar, her düzeyde özel “hassasiyet” göstermek gerekir. Arkadaşların “yeni bir muhalefet imgesi” diyerek yere göğe sığdıramadıkları “uzun eşek” oyunu sadece ve sadece erkeklere özgü olduğu için bile derhal “özeleştiri” verilerek tarih sahnesinden “silinmelidir”.
Ayrıca biçimsel görüntünün hoş olmadığı eleştirilerini bir kenara bırakacak olsak bile herhangi bir siyasal ya da sosyal bir hedefinin olmaması (yanlış bilgilendirmeyeyim, uzun eşek parkuru talep etmiyorlar, değil mi?), hiçbir yaptırım içermemesi (muktedirin bedeninde parçalanmaması) ve sadece kendi içine dönük bir biçim taşıması üniversite gençlik mücadelesinin amaçlarına uygun değildir. Tabii, nasıl bir gençlik mücadelesi amaçladığınıza bağlı bu.
Ancak her şeye rağmen, zorla da olsa bir şeyi kabul etmişler; “Fakat özgürleştirici bir praksis olarak gördüğümüz yumurtanın, muktedirin bedeninde parçalanmasının gençlik hareketinin geneline yaymış olduğu enerjiyi görmezden gelemeyiz.”(syf 37)
Sakın “yumurta bölümünün” bu övgüyle (zorunlu kabul ediş) bittiğini sanmayın. Bunu çok görmüş olmalılar ki laf cambazlığı (eleştiriye tabi tutma) devam ediyor; “muhalefetin her kalkışmasında temcit pilavı gibi kendisini yumurta atarak tekrarlamasının bir eleştiriye tabi tutulması gerektiğini düşünüyoruz.” Ne yapıyorlarmış; düşünüyorlarmış, neyi; eleştiriye tabi tutulmasını, neyin; yumurtanın “tekrarlanması”nın. Çok düşünmeyin arkadaşlar, bu tür şeyler çok düşünmeye gelmez, gençlik mücadelesi özünde tepki hareketidir, elinize bir yumurta alın ve atın. Emin olun laf üreterek attığınız sözde özgürleşme adımıyla kıyaslanamayacak bir sıçrama sağlayacaksınız!
Bu “kendisini tekrarlama” konusunu açıklığa kavuşturmakta yarar var. Elbette bir genel doğru olarak, her şey gibi muhalefet hareketleri de kendisini sürekli yenilemelidir. Ancak “yenilenme” her şeyi sil baştan yapmak değildir. Muhalefet etmenin sürekliliğini sağlamak ve muhalefet eyleminin yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla “tekrar etmek” çoğu durumda iradi bir tercihtir. Politika özünde tekrardır; yani bir politik çizginin kalıcılığını sağlamak için “tekrar” zorunluluktur, ancak daha sonra, bu politik çizgi ekseninde “yeniden üretim” ve zengin araçsal kullanım sağlanabilir.[10] İdeolojik/politik çizgi, üzerinde “her gün” değişiklik yapılabilecek bir fantezi alanı değildir.
Araçların kullanımında da bu temel ilke, yani tekrar etmek genel olarak doğrudur ancak araçların kullanım alanı -diğerlerine göre- “yeni”lerin eklenmesine çok daha elverişli koşullar içerir. Özellikle gençlik mücadelesi, bileşiminin doğası gereği araçların zengin kullanımının en yoğun olduğu alandır. Dönemler arasında hatta aynı dönem içerisinde çok farklı araçlar kullanılmıştır, bunlar o dönemin özelliği ve o dönem tercih edilen çizginin genel hattına uygun olarak gençlik mücadelesinin özneleri tarafından belirlenir, uygulanır. Örneğin, bizim dönemde “molotof” başat araçken, şimdi aynı amaç için “yumurta” kullanılıyor. (Bu konuda molotofun daha gelişkin ve etkili, yumurtanın ise daha ilkel ve etkisiz olduğu türünden eleştirilerin bir kıymeti harbiyesinin olduğunu düşünmüyorum, bu konuda belirleyici olan aracın kendisi değil, yarattığı siyasal/toplumsal etkidir). Bu aracın “kendini tekrar” eden bir biçimde kullanılması ise “tekrara düşme” değil, eylem biçiminin (aracın) yaygınlaştırılmasını sağlamaktır. Ülkenin en ücra üniversitesinde, muhalefet etme bilinci ne kadar geri olursa olsun var olan düzene “karşı çıkma”yı amaçlayan her bireye, her topluluğa; karşı çıkmanın yolunu ve biçimini (söyleyerek değil) göstererek işaret etmek, hem muhalefet etmeyi kolaylaştıracak (çünkü herkesin her yerde yapabildiği ve daha önce yapılmış bir biçim) hem de egemenler karşısında cepheyi genişletecektir. Yumurta atmak her muhalifin (ister kadın ister erkek olsun) yapabileceği bir eylemdir ve yaygın yapıldığında ise siyasi iktidara karşı organize bir hareketi kolaylaştırıcı bir etkisi olacaktır.
Bu gerçekleri gören yani “yumurtayı özgürleştirici bir praksis olarak gören ve muktedirin bedeninde parçalanmasının gençlik hareketinin geneline yaymış olduğu enerjiyi görmezden gelemeyenler”in yumurtayı eleştirmelerinin, “iyi niyetli” bir tek açıklaması olabilir; yumurta atmayı bir siyasi grupla özdeşleştirip, onu etkisiz kılmak için gayri nizami vurma çabasıdır. Yoksa bu koşullarda yumurtayı eleştirmek sadece ve sadece düzen yanlılarının ve düzenden hala umut besleyen revizyonistlerin (yeniden gözden geçirimci) işidir.
Tekrar konumuza dönelim, Ekin, Sercan ve Tekin’in yazılarının bundan sonraki bölümünün başlığı ise “bir mikromuhalefet alanı olarak ODTÜ”. Bu bölümde de çarpıcı “tespitler” ve çarpıcı olmayan saçmalıklar var. Tespitlerden ilki şöyle; “Gerçekten de ODTÜ, bir mikromuhalefet alanı olarak siyasal alanda önemli bir yer teşkil ediyor”muş. “Siyasal alanda önemli bir yer teşkil etme”nin gerçekten ne olduğunu bildiklerinden şüpheliyim, bu nasıl bir benmerkezciliktir? Kolektifçi arkadaşlar bile (4-5 yıldır düzenli ve istikrarlı bir muhalefet sürdürmelerine, 30’un üzerinde üniversitede örgütlü olmalarına, iktidarın temsilcilerinin yumurta korkusuyla üniversitelere girememelerini sağlamış olmalarına rağmen) böyle bir iddia ortaya atmıyorlar.
Bu kadar da değil benmerkezci özgüven; “yeni bir muhalefet tahayyülünün aslında ODTÜ özgül alanından çıkarımlanmasının uygunluğunu da bir noktada iddia ediyor olacağız” diyorlar. Yani bütün sol yüzünü bize dönsün, bizi örnek alsın! Hadi bakalım, İstanbul Üniversitesi’nde, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde, Sütçü İmam Üniversitesi’nde okuyan muhalif arkadaşlarım, ODTÜ özgül alanından birer çıkarımlanma yapın!
Bu iddiaya kaynaklık eden gelişmelere kısaca bakalım. Gelişmeler 2007 ile 2010 arasında gerçekleşmiş. İlk olarak, 2007’de Irak Savaşı’nın yıldönümünde 10 gün süren Barış Günleri etkinliği yapılmış ve bu etkinliğin kapanışı bin kişiyle gerçekleştirilmiş, bu da 40’tan fazla öğrenci topluluğu desteği ile sağlanmış. Tüm bu süreçte aktif görev alanlar ise “sadece kültür ve spor toplulukları” imiş. İkinci örnek eylemlilik, yurtlarda gerçekleştirilmiş; 18 yurtta farklı süreler boyunca kantin boykotları yapılmış ve sonuçta yurtların koşulları iyileştirilmiş ve kantin fiyatlarında belirgin bir düşüş yaşanmış. Üçüncü örnek ise Mimarlık Fakültesi’ne yerleştirilen kameralara karşı oluşan tepki sırasında bir JİTEM üyesinin provokasyonunun da eklenmesi, süreci başka bir boyuta çıkarmış ve iradi olarak geliştirilen eylemliliklerle Mimarlık Fakültesi’ndeki kameralar kaldırıldığı gibi yapılan pazarlıklar sonucunda jandarma karakolunun öğrencilerin yönetiminde bir öğrenci kültür merkezi haline getirilmesine karar verilmiş.
Elbette bunlar çok önemli etkinlikler ve başarılar. Üstelik bu süreçlerde aktif yer alan bireyler için de bilinçlerinde ve yaşamlarında dönüştürücü etkisi olan sıçrama noktaları oluşturmuştur. Belirtmek isterim ki eleştirilerimin muhatabı bu etkinlikler içinde yer alan, iyi niyetle, var olan koşulları değiştirme çabası içinde olan bireyler, topluluklar değildir. Ve eleştirilerim eylemlerin kendisine değil, bunların ele alınış biçimlerine ve bu eylemlerden “çıkarımlanan” sonuçlaradır.
İlk olarak belirtmem gereken nokta; anladığım kadarıyla ODTÜ, bizim dönemimizde olduğu gibi hala “özel koşulları”nı koruyor. Bildiğim kadarıyla 40’ın üzerinde öğrenci topluluğunun bulunduğu başka bir üniversite yok bu memlekette. Bu memlekette aynı kampüs içinde 18’in üzerinde öğrenci yurdu bulunan üniversite de yok. Aynı zamanda ODTÜ, büyük şehirler içinde hala jandarmanın baktığı ender üniversitelerden biri idi. ODTÜ’ye dair başka “özel koşullar” da sıralanabilir ancak sadece bunlar bile “yeni bir muhalefet tahayyülünün aslında ODTÜ özgül alanından çıkarımlanmasının” yanlış olacağına yetebilir.
Ayrıca altı çizilmesi gerekir ki ODTÜ illa bir şeye benzetilecekse benzetilmesi gereken üniversite Boğaziçi Üniversitesi’dir. İki üniversite de gerek kurulma nedenleri gerek mekânsal özellikleri gerek idari yapıları gerekse akademik kadroları ile birbirine fazlasıyla benzer.[11] Bu özellikler kuşkusuz bugün oluşmuş değildir, tarihsel süreç belirleyicidir. Bu yüzden bugün bu üniversitelerde okuyan ve bir şeyler yapmaya çalışan her bireyin, her topluluğun eylemliliğinde bu tarihsel sürecin olumlu ya da olumsuz etkisi mevcuttur. (Yani buralarda “genel olarak” yeniden başlanmaz, var olana katılarak, devam edilir).
Kısacası, bir dizi nedenden kaynaklı olarak ODTÜ kendi “şahsına münhasır” bir üniversitedir ve oradan çıkarımlananlar diğer üniversitelerde birebir uygulanamaz ve yeni bir muhalefet tahayyülü aslında ODTÜ özgül alanından çıkarımlanmaz. (Belki Boğaziçi’ne önerebilirler.)
Tüm bunlarla birlikte bu üniversitelerin öğrenci profili de diğer üniversitelerden “kısmen” ayrışır. Bu üniversitelere girildiği andan itibaren her bireyde (diğer üniversitelerde de bir ölçüde mutlaka vardır) belirgin değişiklerin yaşandığı rahatlıkla görülebilir. Bu durumun “kısmen” anlaşılabilir nedenleri de mevcuttur. En üst puan basamağında bulunan iki devlet üniversitesinden birine girmiş olmak, o zamana dek alışıldık ortamın tamamen dışında bir “dünya”da bulunuyor olmak, “dış dünya” ile artık farklı bir kimlikle ilişki kurar olmak, vs. (Kuşkusuz bunların hepsi birer genelleme ve istisnaları mutlaka içinde barındıracaktır.) Bu konuda çok daha fazla tespit, analiz, çıkarım yapılabilir, derdim acayip özgül sosyal araştırmalar yapmak değil, bizim dönemimizde de olan bir özelliğin hala var olduğunun altını çizmek; bu tür üniversitelerde okuyan öğrencilerin siyasi bir örgütlenme faaliyetine “iradi bir tercih olarak” karşı durmaları daha yoğun yaşanmakta. (Benzer örnekler daha az yoğunlukta farklı üniversitelerde de mevcut elbette.) Oysa siyasal olaylara duyarlı, kişisel olarak “gelişkin”, yöntem olarak yenilikçi, özgüven sorununu aşmış bireylerin siyasal bir örgütlenmeye girişmesi, “normalde” atılması gereken “zorunlu” bir adımdır. Çünkü praksis yani her “bilinçli eylem” insanı bir sonraki adıma ilerletir ve sorunların gerçek çözümünün sadece bireysel ya da toplumsal dönüşümle değil aynı zamanda bunu bütünleyen bir siyasi dönüşümle sağlanabileceği gerçeğini bir kez daha kanıtlar. (TKP’nin zaman zaman adres olarak görülmesi bu nesnel durumdan kaynaklanmaktadır.) Örgütlenme zorunluluğu da sadece siyasal başarı için değil aynı zamanda bireyin gelişimi için de bir “zorunluluk”tur. Çünkü evrensel bir gerçek olarak; “tek tek üretimin” yerine “toplu üretimin” sağladığı başarı kıyaslanamaz bile. Bu sürecin yani bireyin eylem ve bilinç gelişim sürecinin kesintiye uğraması ancak çok özel tercihlerle (ya da farklı çarpıklıkların devreye girmesiyle) mümkün olabilir ancak.
Üniversitelilerin böyle “özel tercihler” yapmalarındaki nedenleri belki de tek bir başlık altında toplamak bile mümkün; o hep söylenen, kitaplarda yazan “küçük burjuva özellikler”e sahip olan en belirgin toplumsal kesim olmaları. Yani gelecek kaygıları, yaşam alışkanlıklarından vazgeçmeme tercihi, baskı karşısında kolay pes etme, aile bağlarının etkisi, vs. vs. vs. Kuşkusuz bunların hepsi birer etken ancak benim özellikle üzerinde durmak istediğim olgu; bu tip insanların, “siyasal örgütlenmelerde bulunmayı bir tür kişisel zayıflık ve zaaf olarak görmeleri”ndeki saçmalık. Bu tipler; ihtiyaçlarından bile fazla bilgiye sahip olduklarını düşünürler, dünyayı algılama ve yorumlama kapasiteleri en üst düzeydedir, sadece tek bir konuda değil çok fazla alanda kendilerini geliştirmişlerdir, mutlaka geçmişte başarılı birkaç deneyim gerçekleştirmişlerdir ama değerleri bilinmemiştir ve kendilerinin merkez olduğu 3-5 kişilik arkadaş-cemaat ilişkisine sahiptirler, onlardan sürekli doğrulanmayı beklerler. Örgütlü bireylere ilişkin yorumları da ortaktır, onlara göre örgütlü olanlar; kendi kendine yetemeyen, başkalarına yaslanarak ayakta kalmaya çalışan, kişisel yetenekleri sınırlı, kendilerine ait ayırt edici düşünceleri olmayan, zayıf karakterli kişilerdir. Bu düşüncelerini kanıtlamak için de çevrelerinde bulunan örgütlü insanların “kötülerinden” bolca örnek biriktirip, laf cımbızlamışlardır. Bu “kötü örnekler”, neden örgütlenilmemesi gerektiğinin somut kanıtlarıdır. Etraflarına yaptıkları propaganda şudur; örgütlü olursanız siz de bunlar gibi olursunuz, ancak bunlar gibiler örgütlü olur. Bitmez tükenmez bir ısrarla bunları etraflarına yararlar. Sağ olsun, çoğu dar siyasal sol grup da bu konuda akla hayale gelmeyecek malzemeler sunma konusunda birbiriyle yarışmaktadır zaten. Ekin, Sercan ve Tekin arkadaşlar da içinde bulundukları ortamın temel özelliklerine fazlasıyla sahip oldukları gibi “sol”un eksikliklerinden de yararlanma konusunda uzmanlaşmışlar.
Sol grupların örgütlenme anlayışına ilişkin “kapsamlı” bir değerlendirme (eleştiri/özeleştiri) yapılması elbette bir zorunluluk ancak bunun yerinin(!) bu yazı olmadığını düşünüyorum. Ayrıca herhangi bir sol örgüt içinde bulunmamış, örgüt kültürüne sahip olmamış, bir örgütün işleyiş, üretim ve pratik sorunlarını bilmeyen insanların bu konuda “ahkâm kesmesi” doğru değildir. Bu noktadaki kastım, sol örgütlerin hiçbir biçimde eleştirilemeyeceği değildir, tam tersine eleştirinin bir “denetim mekanizması” olduğuna inanırım ancak “eleştiri ile karalama” da aynı şey değildir. (Üstelik bilinmelidir ki Devrimci Gençlik bu “sol gruplar”dan çok çekmiştir.)
Sol örgütlerin özellikle son dönemlerde gerek üniversitede gerekse de genel anlamda kadro sayılarında ve profillerinde bir daralma olduğu çok açık bir biçimde gözlemlenebiliyor. Özellikle radikal sol grupların kadrolarının niteliğindeki düşüşün temel nedeni çok dar pratik süreçler içinden yetişmeleri ve örgüt içi “geliştirme mekanizmalarının” çok sığ oluşudur. Eski deneyimli kadroların çeşitli nedenlerden sürecin içinde olmayışı, yeni kadrolara “normalde” hak etmeyecekleri yeni konumlar sağlamış durumda. İdeoloji olarak yetersiz, politik olarak bilgisiz, pratik olarak deneyimsiz bu kadroların yanlış yapmaması zaten imkânsız. Bu duruma bir de polis/yargı soruşturmaları eklenince bütün öncelikler değişmekte, örgütün sadece varlığını ayakta tutmak “tek iş” haline gelmektedir. (Bu bile bazen başarılamamaktadır, örneğin bizim zamanımızda hatırı sayılan yapılardan biri olan TİKB, şimdi neredeyse tüm süreçlerden silinmiş durumda.)
Tarihsel kökleri güçlü bir dizi radikal yapılanmanın her geçen gün daha da zayıflaması bir taraftan bu yapıların ortak bir biçimde temsil ettiği “siyasal iktidarın ancak zor yoluyla alınabileceği” inancını zayıflatırken diğer yandan meşrulukla yasallığın bir ve aynı şey olduğu gibi bir yanılsama yaratılmaktadır. Bu algıyı liberaller bilinçli olarak yaygınlaştırmaya çalışırken bazı reformist/revizyonist yapılar da bu durumdan yararlanmaktadır. Bu yapılardan kastım ÖDP ve TKP’dir. ÖDP’yi oluşturan ana omurga, yani eski “Devrimci Yol Dergisi Çevresi”, geçmişteki ideolojik/politik çizgilerini (lafla ajite etmenin dışında) tamamen terk ettikleri gibi gençlik mücadelesine bakışta da tam bir keşmekeş içindeler. Üniversite gençliğini bir yaş kategorisi içinde değerlendirip, aynı kategori içinde yer alan (15-30 yaş arası) tüm bireylerle birlikte ortak örgütlenme, ortak mücadele formülasyonu (ki bu Dev-Genç çizgisinin tamamen reddidir) bile geliştirmişlerdi bir ara. ÖDP’liler yasallıkla meşruluk (üniversitelerdekiler üzerine alınmasın), revizyonizmle reformizm, moda ile demode arasında gidip gelirler, ne evet derler ne hayır, hep “havet”çidir bu “parti/dergi çevresi”. Geçmişi “yeniden” yazarlar, özeleştiri vermezler; gelecek tahayyülleri çuvallar, yine özeleştiri vermezler. Bugün, “ÖDP’li olmak Araf’ta kalmaktır”; ne geçmişe dönebilmekte ne de geleceği kurabilmektedirler. Geçmişle bağını “çarpık” biçimde kuran tek yapı ÖDP değil elbette, TKP’ninki de “farklı” bir örnek. İlk olarak bugünkü TKP’nin ne Mustafa Suphi’lerin, Şefik Hüsnü’lerin TKP’siyle bir alakası vardır ne de bizim dönemimizdeki Haydar Kutlu’ların, Nihat Sargın’ların TKP’siyle. Ortada “sahibi olunmayan” bir tarih ve isim mevcut.[12]
Asıl konumuz bu değil elbette ve bu sorun “bizim tarafı” çok da ilgilendirmiyor aslında. Ancak üniversite gençlik mücadelesi için bugünkü TKP’lilerin bakış açısı daha büyük bir sorun oluşturmakta. İlerici, demokrat üniversiteli öğrencilerini bir bütün olarak örgütlemeyi amaçlayan bir siyasi tercih içinde olmadıklarını düşünüyorum. Çünkü üniversite mücadelesine ilişkin politikanız ne kadar doğru olursa olsun (bu zaten böyle değil) “araç”ın bu kadar önde tutulması, geriye kalan her şeyi (politik söylem, eylem biçimi, tarz, vs.) silikleştirmekte. Ve ana amaç, bir grup öğrenciyi “TKP’li yapmaktan” öteye gidememektedir. Üstelik TKP’li olmak da üniversite mücadelesi içinde kazanılmış bir kimlik değil, dışarıda oluşturulmuş bir kimliğe eklemlenmek, tabi olmak biçiminde yaşanıyor. Bu tarz istediği kadar başarılı olsun gençlik mücadelesinin “bütününü” örgütleme başarısı gösteremez, sadece bir siyasi grup olarak varlığını sürdürür, konjonktüre ve örgütçülerinin yeteneğine göre bazen sayıları artar, bazen azalır.
Diğer yandan sadece bir kimlik edindirme tercihi (üstelik olabilecek en ileri kimliği yani komünist olmayı), küçük burjuva özellikleri zaten çok baskın olan üniversiteliler içinde özellikle bir kesime yönelmek için “doğru” bir taktiktir. Bu taktik bizim dönemimizde de bazı sol gruplar tarafından da fazlasıyla kullanılmıştı. (Kendilerine bilimsel-sosyalist, devrimci-proleter vs. diyerek, devrimci-demokrat diye adlandırdıklarından sözde daha ileri bir pozisyon almaya çalışırlardı.) Ancak bu gruplar, bugünkü TKP’nin yapmadığı bir başka şeyi de yaparlardı; üyelerinden, yaşamlarının tamamını örgüt ilkeleri doğrultusunda değiştirmelerini isterler, üyeliğin devamı için de profesyonelliği yani örgütsel faaliyet dışında başka hiçbir iş yapmamayı şart koşarlardı. Oysa bugünkü TKP (gözlediğim kadarıyla) kendi üyelerinden bu kadar radikal tercihler yapmasını istemiyor. Yaşamla kurdukları bağda köklü değişiklikler yapmadan, örgüt faaliyetlerine sadece birkaç saatlerini ayırarak, komünist bireyin (kitapta yazan) değer ölçülerine erişmeden Komünist Parti’li (KP’li) olunabiliyor. Çok uzatmadan sonuç itibariyle söylemeye çalıştığım, “koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman dendiğidir”; bugünkü TKP, 89’larda olsaydı o zamanki diğer yapılar arasında esamisi bile okunmazdı.
Biz tekrar konumuza dönelim, çok uzaklaştık, üstelik “karşı tarafa” sol grupların eksiklikleri konusunda fazlaca da veri vermiş olduk! Kaldığımız yer, Ekin, Sercan ve Tekin arkadaşların ODTÜ’de yaşanan eylemlilikleri kanıt olarak göstererek siyasi örgüt düşmanlıklarını nasıl sergilediklerini gösteriyorduk. Son noktayı şöyle koymuş arkadaşlar; “elde edilen kazanımlar; siyasi ya da bağımsız öğrenci örgütlenmeleri sayesinde değil, bilakis siyasi örgütlenme dışından insanların genelini oluşturduğu ve katılmakta asla imtina etmediği öğrenci topluluklarının mobilizasyonu ile gerçekleşti”. Öyle diyorlarsa öyledir, bilmediğim bir süreç hakkında iddialarda bulunmayacağım, üstelik kazanımları da küçümsemek istemiyorum. Ancak şunu söyleyebilirim; her üniversitede üstelik mücadele etme koşulları en kötü olanında bile tekil, tek hedefli etkinlikler başarılı olabilir, bunda kuşkusuz tarz, meşruluk, eylem biçimi önemli etkenlerdir. Başarının asıl kriteri ise; mücadelenin sürekliliği ve bu süreklilik içindeki kurumsallaşmadır. Bu sağlanamadığında kazanımlar geçici olabileceği gibi, mücadele içinde kazanılan bilinç körelir yerini umutsuzluğa bırakır, geriye de geçmişi yâd ederek torunlarına anlatacak insanlar kalır.
Bu gelişmeyi arkadaşlar, çok değil bir sonraki öğretim döneminde zaten yaşamışlar. “Başarılı geçen” bir dönemin ardından 2010 yılından sonra işler iyi gitmemiş. Onlardan dinleyelim; “2010-11 eğitim yılının başında, yurt girişlerine turnike konulmasına karşı bir dizi eylemlilikler başlatılmaya çalışıldıysa da, daha çok birkaç siyasetin çalışması olarak kaldı ve bir kazanım elde edilemedi. Okuldaki bu atıl durum, siyasi örgütlenmelerin kitleselleşmekteki yetersizliklerinin bir kanıtıdır. Öğrenci topluluklarının yeniden turnike tartışmalarını canlandırma çabaları ise siyasetlerin hâlihazırda bir girişimi olduğu iddiası ile sönümlendi.” Ama olmaz ki arkadaşlar, burada bir tutarsızlık, bir taraf tutma yok mu? Her başarı öğrenci topluluklarının, her başarısızlık siyasi örgütlenmelerin! Madem 40’tan fazla öğrenci topluluğu, savaş gibi bir “siyasi” konuda harekete geçebilecek kadar “ileri bilinç durumuna” sahip, o zaman basitçe bir araya gelir, bir “öğrenci toplulukları koordinatif birliği” oluşturur, sürece ortak müdahale eder. Siyasi örgütlenmeler de bu sürece katılmak istiyorsa önce öğrenci topluluklarına girer, orada kendilerini kanıtlar (tiyatro, müzik, dağcılık, vs. alanlarında), sonra yönetimlere seçilir ve gelişmelere müdahale ederler. Sorunu çözmek isteyenler için, sorunun çözümü gayet basit!
Ancak gerçek niyet; sorunu çözmek değil de gençliğin siyasal amaçlar doğrultusunda örgütlenmesini engellemek olunca “kendilerini kaybedercesine” saldırganlaşmak da mubah oluyor. “Yenilmiş, yenilginin ardından yeni bir praksis çizmeye koyulmak için sorgulamasını kendine yöneltmek yerine yenilgiye uğratılmış mücadele biçimlerinde ısrar eden; geçmişin ruhlarına her zamankinden daha sıkı sarılan; ölülerin andaçlarına yüz süren; ritüellere olan hevesi yüzünden sofu; kendine koyduğu kitleselleşme hedefine uzaklığı yüzünden münzevi eski sol, tüm bunlara rağmen mücadele yürüttüğü kampüste kendini siyasal alanın üzerinde bir konumda kurgulamasıyla öğrenci hareketinin mücadele etmesi gereken bir unsura dönüşüyor.” Bu lafını bilmez, kendini bilmez aymazlar karşısında sinirlenmemek elde değil. 1-Kendi anlattığınız ODTÜ süreci için asıl yenilen sizin de içinde bulunduğunuz faaliyet. Birkaç başarılı etkinlikten sonra bunun sürekliliğini sağlayamamış, kurumsallaştıramamışsınız. O yüzden kendi dışınızdakilere pislik atmak yerine dönüp “sorgulamasını kendine yöneltmek” durumundasınız. 2- Tarihi olmayanlar, tarihten kendisine ders çıkarmayanlar, bugünkü faaliyetlerini tarihsel bir süreklilik içinde algılayamayanlar ne tarihe önem verirler ne de saygı duyarlar. Bunlar dünyayı kendi varlıklarıyla anlamlandırır, yaşadıkları “an”ın tarihte ilk kez yaşandığını sanırlar. Hal böyle olunca da “usturuplu” küfürler etmeyi meziyet olarak satmaya çalışırlar. “Ruhlara sıkı sarılmakmış, ölülerin andaçlarına yüz sürmekmiş, ritüellere olan hevesmiş”… (Bu ülkede bir tek siyasi grup dışında hiçbir siyasi oluşum “kaybettiklerini” siyasi faaliyetinin merkezine koyup yürümüyor. Bunu, solu az buçuk tanıyan herkes de bilir. Bunun tersini iddia ederek bütün solu böyleymiş gibi göstermek, kelimenin tam anlamıyla terbiyesizliktir). 3- “Öğrenci hareketinin mücadele etmesi gereken” siyasi örgütler değil, asıl olarak sizsiniz. Nesnel olarak düştüğünüz yer, gençlik mücadelesini egemenler karşısında, faşizm karşısında, gericilik karşısında zayıf düşürmektir, örgütsüz bırakmaktır, kapitalizmin gençliği içselleştirmesine hizmet etmektir. Sizlerin zihniyetiyle ve önerdiğiniz örgütlenme modelleriyle bu ülkede bırakın siyasal devrimi, toplumsal dönüşüm adına bile kalıcı bir etki yapamazsınız.
Bakın söyleyeyim, şu an durduğunuz pozisyonda ilk kez siz bulunmuyorsunuz. Size benzer onlarcası bu pozisyonda bulundu sizden yıllarca önce, benzer tumturaklı laflar ettiler, üstü örtük benzer küfürler savurdular devrimci mücadeleye. Hiçbir zaman “hayallerini” gerçekleştiremediler, hayata da “bağımsız” bir şekilde tutunamadılar. Çoğunun bulduğu yol herhangi bir üniversiteye kapak atıp sözde “aydın kimliği” edinmek oldu. Sahip olduklarını zannettikleri o kimlikle de şimdi bar köşelerinde tezgâh açıyorlar. Ve sonunda; sınıf mücadelesinde, ezilen halkların özgürlük mücadelesinde düştükleri yer bataklık. Ve o bataklığın dibinden de ara sıra “gaz baloncukları” çıkarmaya devam ederler hala.[13]
Arkadaşların yazısına ilişkin birkaç uyarı daha yapıp bu bölümü daha fazla uzatmadan bitirmek gerekli, sanırım. Daha önce söylediğim gibi tarihin hemen her döneminde bu tip düşünceler, bu tip şahsiyetler ortalığa çıkar birbirine tıpa tıp benzeyen öneriler geliştirirler (sanki sadece kendileri keşfetmiş gibi). Bizim dönemimizde de Boğaziçi Üniversitesi’nde yoğunlaşmıştı bu tipler. Kendilerine “yaşam alancı” der, yaptıkları en ufak işi, söyledikleri en sıradan lafı dünya sosyalizm mücadelesine/literatürüne çok büyük katkılar olarak pazarlarlardı.
Bir de “yeni” lafını hiç dillerinden düşürmezlerdi. Bu arkadaşlar da “nasıl bir muhalefet?” sorusuna ilk önce “dil”den başlamak gerektiğini söylüyorlar. “Yeni dil’in oluşturulması, eski dil’i konuşmayı bıraktığımız ölçüde gerçekleşecek diyalektik bir süreç olarak belirir”miş. Ne diyor bunlar? Eski dili konuşmayı bırakalım diyor. Dil, önemli ölçüde kavramlardan oluştuğuna göre eski kavramları, tanımlamaları da bırakmamız gerekecek. Yani emperyalizm, kapitalizm, faşizm, komünizm gibi kavramları kullanmayacağız; devrim, örgüt, kadro da demeyeceğiz; platform, koordinasyon, kolektif ağzımıza alınmayacak asıl laflar olacak… Eee, yeni dili nasıl keşfedeceğiz? Uzun eşek oynarken çıkan seslerden yeni sözcükler, yeni kavramlar oluşturulabilir belki. Ne dersiniz “arkadaşlar”? Ben ileri gittiğimin farkındayım ama bu arkadaşlar da gerçekten çok ileri gittiklerinin farkında değiller. “Yeni dil” öneren birileri hiç mi somut bir şey önermez, sadece “yeni dil”, bunun için de eskiyi yok edelim. Bu durum, çağımızın liberal ideolojilerinin “sözde aydınlar” üzerinde yarattığı hegemonyanın tipik örneklerinden.
Sonuç olarak; Marx’tan bir “makas alıp”, kendi dergilerinin reklâmıyla bitirmişler. Meraklısına duyurur, arkadaşlara hayatta başarılar dilerim.
Şimdi, aynı derginin ((Birikim), aynı sayısındaki, aynı konulu bir başka yazısını “incelemeye” tabi tutmak istiyorum. “Koordinasyon: Parlak bir novella…”, yazarı Kıvanç Koçak. Benzer tarihsel çarpıtmalar, benzer yönlendirme yorumları, benzer hatalı çıkarımlar bu yazının da neredeyse her satırına sinmiş durumda.
Yazı, Koordinasyon dönemini çok önemli hale getirmek için (kendi yaşadığı için mi nedir) bir 98’liler yaratma zorlamasıyla başlamış. Bir 68’liler varmış, bir de 78’liler varmış ama bir 88’liler yokmuş. Boş verin 88’lileri çünkü 98’liler önemliymiş. Ona kalırsa “memleket gençlik hareketleri içinde –en azından şimdilik- son dalgayı yaratanlar ‘98’liler’miş. Eee, şimdi sormak lazım Birikim Dergisi’nin Sorumlu Müdür’ü Kıvanç Koçak’a, 2006’dan itibaren başlayan Kolektif Hareketi’ni son dalga olarak saymayacaksanız, sorumlu müdür olduğunuz derginin 50 sayfasını gençlik hareketine ayırmanıza ne neden oldu? Belki gündem bulamamışlardır, neyse…
Ben asıl şu 68’’liler, 78’liler, 88’liler tanımlamalarına takıldım. Müdür Bey şöyle tanımlıyor; “Dünyayı sallayan, o zamana kadar var olan kültürel kodları yerle bir eden, değiştiren, dönüştüren bir kuşağın adı. ‘68’liler, sadece dünyada değil Türkiye’de de eğrisiyle doğrusuyla memleket topraklarının o zamana kadar gördüğü en büyük dalgalanmayı yarattı.” Ya bu dünya işini anladım da Türkiye işini anlamadım. Avrupa’daki 68 Hareketi ile o dönem Türkiye’deki gençlik hareketinin ne ilişkisi, nasıl bir bağı var. Birbirleriyle etkileşimleri, iletişimleri var mı, hedefleri ortak mı? Burada da bir sonradan tarih yazma çabası var. Avrupa ile benzeşmeyen bir süreç, kaba bir öykünmeyle Türkiye’de de yaşanmış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Türkiye’deki 68 kuşağı kimmiş, kimlerden oluşurmuş. Eğer bu kuşağın üyeleri diye kast edilen Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Ulaş Bardakçı, Hüseyin İnan gibilerse onlar 68’li değildiler ki, onlar devrimciydi! Asıl olarak “kültürel kodları” yerle bir etmediler, “siyasi kodları” yerle bir ettiler.
Şimdi 78 değerlendirmesini okuyalım; “Ağabeylerinden-ablalarından on sene sonra doğan, onlardan devraldıkları mirası sürüklemeye çalışan kuşağın karşısına muhtıra falan değil bizzat darbenin kendisi dikildi.” Burada da “farklı” bir tarih okumasına şahit olmaktayız; meğer Birikimci arkadaşa göre 1970 askeri faşist darbesi, bir darbe değil muhtıra imiş. 68’lilere 1970 muhtırası, 78’lilere 1980 darbesi! Bu konuda daha fazla laf etmediği için o döneme ilişkin daha acayip ne tür düşünceleri mevcut, onları öğrenemiyoruz.
Geldik 88’e. 88 kuşağından söz etmek pek mümkün değilmiş. “…ne 68’in coşkusunu ne 78’in tavrını yakalamak hem siyasi hem toplumsal-kültürel anlamda pek olası değil”miş. A be kardeşim, 98’liler diye bir kuşak icat edip, 88’lileri yok saymak nasıl bir terazi tutuştur! Dernekler sürecinin kendisi; 12 Eylül’ün toplum üzerinde yarattığı baskının kısmen de olsa kaldırılmasında, gençlerin siyasal alana doğrudan müdahalelerinin gelişmesinde, örgütlenme bilincinin yaygınlaştırılmasında, diğer tüm toplum kesimlerinin mücadelesinden çok daha etkilidir. Bıraktım onlarca örgütlenme faaliyetini, yüzlerce korsan gösteriyi, binlerce afişi, on binlerce bildiriyi. Üç tane üniversite işgali yapılmıştır, bir dizi hak kazanımı sağlanmış, yasalar geri çektirilmiştir, birçok üniversiteden polis çıkarttırılmıştır. Polisin saldırı araçlarına karşı molotof diye bir araç yaygın kullanıma sokulmuştur. Elbette bunlar 78’dekilerle kıyaslanamaz bile ancak 98’lerde yaşananlardan “hem siyasi hem toplumsal-kültürel anlamda” çok ileridir.
Her neyse bu 10’ar yıllık tarih ayrıştırmasını çok uzatmadan 98’leri ve Koordinasyon’u nasıl değerlendirdiğine bakalım müdür beyin; “98’liler evet geçmişe bakarak ama hayır oraya saplanıp kalmadan, daha ziyade el yordamıyla kendi tarzlarını yarattılar. İşte Koordinasyon, bu tarzın en billurlaşmış ifadelerinden birisiydi”. Bu cümle yanlış, bu cümlenin doğrusu şöyle olmalıdır: “Devrimci Gençlik evet geçmişe bakarak ama hayır oraya saplanıp kalmadan, daha ziyade çıkardığı dersleri uygulayarak kendi tarzını yarattı. İşte Koordinasyon bu tarzın en billurlaşmış ifadelerinden biridir”.
Müdür beyin okulda görmediği ve Birikim’de de okutulmayan dersler neler, kısaca özetlemeye çalışayım. Ders 1: Çizgi değişmiş/değiştirilmiştir. 87’lerde gençlik eyleminin politik içeriğini belirleyen somut bir gerçeklik olarak “faşizme karşı demokrasi mücadelesi”, 92’lerden sonra “bilginin metalaşması”,[14] “aydın kimliğinin yitimi” gibi değerlendirmelerle birlikle eğitim alanının (aslında topyekûn bir kamusal haklar alanının) bir bütün olarak kapitalist pazara açılmasına karşı mücadeleye dönüşmüştür. Ders 2: Yasal dernek/örgüt formatı bırakılmış, yerine fiili örgüt formatı olan “cephe modeli” tercih edilmiştir. Aslında işleyiş acısından aralarında temel bir fark yoktur. Bu durum sadece o dönemki kitlenin örgütlenme bilincindeki gerilikle ilgilidir. Ders 3: Üniversiteden ve üniversite siyasetinden gittikçe uzaklaşan siyasi yapılarla “vazgeçilmez” ilişki biçimlerinden vazgeçilmiştir.[15] Ders 4: Politik çizgiye uygun farklı üniversite dinamiklerinin kapsanmasına (çoğu durumda gereğinden fazla da olsa) özen gösterilmiştir. Ders 5: Üniversitenin toplumla girdiği ilişkide sosyal bağlara da önem verilmiştir. Dinar’da olan depreme yardım kampanyası gibi. Yani özne; 98’liler gibi toplam bir yaş kuşağı değildir ve yaratılan da el yordamıyla falan yaratılmamıştır.
Devam edelim, müdür beyin yanlışlarına. Müdür bey Koordinasyon’un kuruluşunun 1995 sonbaharı olduğunu iddia ediyor, yanlış. Tarihi bilmeyince uydurmak da farz oluyor; “kuruluş harçlara yapılan zamlar üzerinden olunca” diyor ki, bu da yanlış. Koordinasyon süreci İstanbul’da 1994 yılının Aralık ayında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’ndeki faşist saldırılara karşı koyuş ile başlamış bir dönemdir. Demokratik öğrenci hareketinin yeni kavramsal çerçevesinin tartışıldığı geniş bir forum da aynı döneme denk gelir. Ardından Gazi Mahallesi katliamını protesto edişi ve 5 Nisan kararlarını protesto gösterisi vardır. 1 Mayıs 1995’te de ilk Koordinasyon pankartı açılarak 1 Mayıs Mitingi’nde yer alınır. Harçlara yüzde 350 zam yapılması kararını Meclis 1995 Temmuz’unda aldı. İstanbul sürecini, -yine sözü edilen dergide yer alan Kerem Ünüvar’ın “Kısa ama etkili bir aydınlanma anı; Koordinasyon” yazısını değerlendirirken- daha ayrıntılı olarak aktaracağım, o yüzden burada kısa kesiyorum. Ancak Koordinasyon dönemini Ankara’da yaşadığını iddia eden Birikim’in sorumlu müdürü Kıvanç bey, Koordinasyon’un Ankara’da nasıl kurulduğunu da bilmiyor. 95-96 döneminin başladığı Ekim ayı başında Beytepe Öğrenci Derneği’nin çağrısı üzerine yapılan bir toplantıyla Ankara Üniversiteleri Öğrenci Koordinasyonu oluşturulmuştur.
Bu arada bir de “kanıt göndermesi” yapmış Kıvanç Koçak; 1996 yılında TBMM’de “harçlara hayır” diye pankart açan Koordinasyon üyelerinden biri olan Mahmut Yılmaz’dan. Bilindiği gibi 94-95 öğretim döneminin sonunda, hükümet üniversite harçlarına yüzde 350’ye varan zam kararı almıştı. (Üniversitenin kapitalist pazar ilkeleri doğrultusunda işletilmesi için…) Uyanık hükümet, bu kararı yaz mevsimine (Temmuz) denk getirmişti ancak Koordinasyon buna rağmen, harçlara karşı bir kampanya başlattı. Başta Devrimci Gençlikçiler olmak üzere Koordinasyon üyeleri bütün yaz mevsimini kapı kapı, sokak sokak, meydan meydan gezerek imza topladılar. Ve o imza kampanyası okullar açıldıktan sonra da sürdü ve 20 Ekim 1995’te Kızılay’da yapılan mitingin ardından TBMM’ye teslim edildi. İşte bu eylem için Mahmut Yılmaz, 21.11.2009’da Radikal Cumartesi’de diyormuş ki “12 Eylül’den sonraki ilk kitlesel, fiili alan eylemi”. Hoppala, Mahmut adlı arkadaş da tarihi kendisi ile başlatıp, kendisi ile bitirivermiş. Artık o tarihi 5 öğün, 15 yıl yese doymaz. Yazının yukarılarında bir yerlerinde söyledim, 12 Eylül’den sonraki “ilk kitlesel, fiili alan eylemi” 14 Nisan 1987’deki Beyazıt Eylemi’dir ki bu tarihten sonra da 20 Ekim 95’e gelinceye kadar bir dizi kitlesel, fiili alan eylemleri olmuştur. Sizin için “üzgünüm” ama bu tarih değişmez. Sizinkini bilmem ama “bu tarih bizim”.
Müdür bey daha sonra Koordinasyon’un örgütlenme modelinden söz etmiş biraz. “Merkezi karar alan bir yapıdan ziyade bulundukları üniversitede ‘cephe’ mantığıyla örgütlenen ‘Koordici’ler, kendi üniversitelerinin sorunlarını ana eksene alıyor, her üniversitedeki her bir cephe kendi eylemini ortaya koyuyordu. Bu anlamda bir tür ‘aşağıdan yukarıya doğru örgütlenme’ modeli söz konusuydu”. Daha sonra değineceğim yazının ilerleyen bölümünde ise müdür bey, Koordinasyon’un ortadan kaybolmasının nedenlerinden biri olarak “merkezileşme takıntısı” olduğunu ileri sürmekte.
Şimdi, şu örgütlenme modelini müdür beyin algısı üzerinden biraz değerlendirelim. Aslında onun övdüğü “aşağıdan yukarıya doğru örgütlenme” modeli değil, “aşağıda örgütlenme modeli”dir. Zaten bu Birikim çizgisine yıllardır “sivil toplumcu”[16] denmesinin esprisi de burada yatıyor. Bu çizgi; aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı ya da her ikisini birden içeren tüm “merkezi” modellere karşıdır, hele bunların siyasi hedefler içermesi bu çizginin “en karşı” olduğu modeldir. Onlar; “her katılımcısına söz hakkı veren”, “herkesten yeteneği kadar alan”, “basit kafa-kola alıp örgüte eleman kazandırma üslubunun ötesinde”, “dostane ve sahici bir gerçek ilişkiye dayanan”, “mizah kabiliyetine sahip”, “sadece kendisine değil etrafına da bakan/gözeten bir ilişki”nin merkezi bir yapıda da olabileceğini, merkezi bir yapının da bunları sağlayabileceğini asla ama asla tahayyül edemezler. Onlara göre bu özellikler kendiliğinden gelişen taban hareketlerinde mevcuttur sadece. Arkadaşların hayal dünyasını fazla zorlamayalım değil mi, sonra rüyalarında bunların merkezi bir yapıda da gerçekleştiği “kâbuslar” görebilirler.
Şimdi ise gelelim müdür beyin, “Peki sonra ne oldu da bunca başka türlü bir hareket ortadan kayboldu gitti?” sorusuna verdiği yanıta. “Dar kadro toplantılarıyla alınan kararlar, zaten Koordinasyon pastasını yutmak için nöbet bekleyen belli siyasi hareketlerle angajmanların artması, bir türlü sonuca bağlanamayan genel toplantılarda varılmak istenen merkezileşme takıntısı, belki takatsizlik de eklenebilir bunlara, 98’lilerin bu birçok bakımdan özgün hareketinin sonunu getirdi”. (Bir önceki arkadaşlarla, Ekin, Sercan ve Tekin ile ne kadar benzer değerlendirme, değil mi?). Aynı saçmalıklara, yani bütün suçu “belli siyasi hareketlere” yükleyen kolaycı ve taraflı çıkarımlara tekrar yanıt vermeyeceğim ama anlamadığım ve altını çizdiğim şu cümleyi tekrar yazacağım. “Belki takatsizlik de eklenebilir bunlara”. Ne demek bu? 98’liler adına bir tür özeleştiri mi? Yok, yok, ben öküzün altında buzağı arıyorum.
Yazıdan bir alıntı daha pardon iki alıntı daha yapmak istiyorum. Biri yazının ikinci sayfasından, bir diğeri dördüncü sayfasından. İlk alıntı; “Ülke gündemine düşen mecliste pankart açma eylemi ve sonrasında yaşananlar Koordinasyon’a duyulan ilgiyi arttırdığı gibi, toplumun büyük kesiminden de destek almasını sağladı”. Şimdi ikinci alıntı; “Zira Koordinasyon’un o zamanki başarısı büyük ölçüde, üniversiteliler olarak kendi sorunlarını günün sorunlarıyla birlikte bağlantılandırarak –ama kat’a üstten bir ‘üniversiteli olmanın verdiği sorumluluk’ temalı ‘öncü’ yaklaşımıyla değil- kendi dertlerinin temelinde toplumun derdiyle bir olduğunu anlatan ‘yaratıcı’ dili kurmasında yatıyordu”. Birikim gibi bir derginin müdürüne böyle bir tarih okuması “yakışmamış”! Bir taraftan “mecliste pankart açma eyleminin” etkisini yukarıdaki gibi anlatacaksın sonra dönüp yeni kuşaklara feyiz vereceksin; “ama kat’a üstten bir ‘üniversiteli olmanın verdiği sorumluluk’ temalı ‘öncü’ yaklaşımıyla değil” diyerek. Mecliste pankart açma eylemi tam da üstten, tam da üniversiteli olmanın verdiği sorumluluk temalı, tam da öncü yaklaşımla gerçekleştirilmiştir. Senin “kat’a” yapılmasın dediğin, gençlik mücadelesi için “mutlaka” yapılması gerekendir. Bu eylemle; “üniversiteliler olarak kendi sorunlarını günün sorunlarıyla birlikte bağlantılandır”mamış, üniversiteliler olarak kendi sorunlarını günün sorunu yapmışlardır. Ayrıca ortada “yeni bir dil” yaratma takıntısı da yoktur, o dönem hangi dil konuşulması gerekiyorsa o vardır; “Harçlara Hayır” vardır sadece. Yani o dönemin en önemli eylemini, Koordinasyonla özdeşleşen eylemini, Koordinasyon’a duyulan ilgiyi arttıran eylemini, toplumun büyük kesiminden destek alan eylemini, “siyasi analizciler” kendi ucube hayallerini gerçekleşmiş gibi göstermek için kullanmamalılar, değil mi? Bu yöntem “bilimsel” olmaz değil mi?
Sözü edilen yazı için Kıvanç Müdür’e son değinme; senin için Koordinasyon dönemi hikâyeden uzun çok iyi bir “novela” olabilir (bitmiş, tamamlanmış) ama eminim ki Devrimci Gençlik için hala yazılmaya devam eden çok uzun bir romanın ciltlerinden sadece biri…
Bu yazıyla ilişkili bir başka yazıya geçmek istiyorum; Kerem Ünüvar’ın Koordinasyon’un İstanbul sürecini anlattığı “Kısa ama etkili ‘bir aydınlanma anı’: Koordinasyon” başlıklı yazısına. Yazıda ilk dikkatimi çeken dipnotların çokluğu oldu ve bu dipnotlar içinde ağırlıklı olarak Express adlı dergiye yapılan atıflara da (10 dipnot içinde 8 kez) şaşırdım.[17] Açıkçası Express dergisinin düzenli okuyucusu hiç olmadım, üstelik para verip almışlığım da yoktur, orada burada gördüğümde karıştırmışlığım vardır. Kendilerini nasıl tanımlarlar bilmem. Bu topluluğu hiç bilmeyenler için,“genel geçer” bir bilgilendirme tanımı yapmak gerekirse, Tanıl Bora’nın aynı yazıdaki bir dipnotta geçen ve o dönemki bir kesimi anlatmak için kullandığı şu açıklama belki faydalı olabilir: “Hep demokratik/ileri/duyarlı unsur olarak hafifsenen, ikincilleştirilen, politikayla ilgili ama bir siyasal ekibe angaje olmayan, doğrudan politikaya çok meraklı değil ama sanat-kültürle alakalı ya da akademik ilgileri baskın olan öğrenci türü”.
Biraz “kıyak” yaptıktan sonra bu yazının da “defolarını” inceleyebiliriz sanırım. Hep söyleyip duruyorum, geçmişe yönelik bir değerlendirme, bir muhasebe yapmak için ilk şart; tarih bilginizin doğru olmasıdır, eğer bu yanlışsa zaten baştan “kaybedersiniz”, “hafifsenirsiniz”. Kerem de baştan kaybetmiş; “Koordinasyon, 1995 yaz aylarında çeşitli kampüslerdeki ziyaret ve tanışma toplantılarının ardından ‘kuruldu/koordine edildi’” diyerek. Yanlış. Eğer Express yerine Devrimci Gençlik Dergisi’ne baksaydı nasıl ‘kuruldu/koordine edildi’ öğrenebilirdi. “Koordinasyon, 94 Aralık ayında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde meydan gelen faşist saldırılardan sonra oluşturulmuş ve demokratik öğrenci hareketinin yeni kavramsal çerçevesinin tartışıldığı bir forumla başlattığı süreci, İstanbul üniversitelerinde cephesel bir kurgulamayla oluşturulan tüm üniversite çalışmalarının koordinasyonu olarak tanımlamıştı. İstanbul Üniversite Öğrencileri Koordinasyonu bu kapsamda üç ortak organizasyon gerçekleştirdi: 17 Mart 1995’te Kadıköy’de gerçekleştirilen Gazi Mahallesi katliamını kınama gösterisi, Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan 5 Nisan kararlarını protesto eylemi ve 1 Mayıs 1995…”[18]
Kerem bir de not düşmüş ve hatırlayabildiği kadarıyla İstanbul üniversitelerinden gelen katılımcıları yazmış. Kerem’e ben de bir not düşeyim; eğer yazılı bir kaynak varsa “hatırlayabilerek” tarih aktarımı yapmak, “akademik ilginin baskın” olduğundan şüphe duyulmasına neden olur. Express yerine yine Devrimci Gençlik’ten bir bilgi aktararak bu durumu da insan hafızasının girdaplarından kurtaralım: “Koordinasyon pankartı altında 1 Mayıs Mitingi’ne -ki bu Koordinasyon imzasının ilk kullanıldığı eylemdir- katılan okul çalışmaları; BÜ Sol Platform, Sosyal Demokrat Üniversiteler Platformu, İTÜ Mimarlık Fakültesi Anafora Karşı Cephe, İTÜ İşletme Mühendisliği Fakültesi Red Cephesi, İÜ Hukuk Fakültesi, İletişim Fakültesi, Avcılar Kampüsü, Çapa Tıp Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Muhalif Cephe ve Fındıklı Kampüsü, Yıldız Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’ydi.”[19]
Bu arada bir ilginçlikle karşılaştım. Devrimci Gençlik’in alıntı yaptığım “Dipten Gelen Dalga” yazısında meğer Express dergisine ilişkin bir de uyarı varmış, o yazıdan aynen aktarıyorum; “Koordinasyonun 1 Mayıs Mitingi’ne ilişkin Express Dergisi’nin 68.sayısının Kampus sayfasında çıkan yanlış ve önyargılı bir değerlendirme, organizasyonun ayrıntılarını bilen koordinasyon üyeleri tarafından tepkiyle karşılandı”.[20] Can çıkar huy çıkmazmış ya, o zamanda var olan “yanlış ve önyargılı değerlendirme yapma” huyu hala çıkmamış. (O dönemki Devrimci Gençlik dergilerinin bütün yazılarına bakmak zorunda bile değildi Kerem, sadece bir yazıya bakabilseydi, akademik ilgisinin baskın olduğundan şüphe duyulmayacaktı.)
Kerem de diğerleri gibi kendi kişisel tarihini yazıyor; “Koordinasyon ihtiyacını duyuran süreci kısaca hatırlamamız lazım: Başı Boğaziçi Üniversitesi Boykotu çekti”. Yahu bilgi yanlış, çıkarım yanlış. Bilginin doğrusunu daha önce aktarmıştım, şimdi de çıkarıma bakalım; Boğaziçi Üniversitesi’ndeki muhalif öğrencilerin başka üniversitelerdeki muhalif öğrencilerle koordineli olma ihtiyacını duyabileceklerini kime inandırabilirsiniz. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki boykot Koordinasyon ihtiyacını duyuran sürecin başını çekmişmiş, biraz daha zorlasa Koordinasyon’u Boğaziçi’ndeki “yaşam alancılar” kurdu diyecek.
Bu kadarını diyemese de başka bir büyük iddia ortaya atıyor Kerem; “Zaman zaman ‘anti-faşist’, ‘anti-emperyalist’ vurguları metinlerde yer bulsa da, asıl dil, asıl perspektif dönemin Express gazetesinde biçimlenen, vücut bulan dile ve perspektife paraleldi. Keza bunun da bilinçli bir tercih değil, yaşanarak kazanılmış bir haslet olduğunun altını çizmek gerekiyor”. Ben de bir iddia ortaya atmak istiyorum; “Zaman zaman ‘sivil toplumcu’, ‘yaşam alancı’ vurguları metinlerde yer bulsa da, asıl dil, asıl perspektif dönemin Devrimci Gençlik dergisinde biçimlenen, vücut bulan dile ve perspektife paraleldi. Keza bu da bilinçsiz değil, bilinçli bir tercihti”.
Şimdi bu iddiayı (Kerem kendi iddiası için yapmamış ama) bir-iki örnekle kanıtlamaya çalışalım. O dönemin en belirgin sloganı, o dönemi yaşayan hemen hemen herkesin de katılacağı gibi “Ferman Devletin Üniversiteler Bizimdir” idi. Bu slogan ‘yaşanarak kazanılmış bir hasletle’ üretilmedi. Bu sloganın ilk hali “Üniversiteler Bizimdir”dir ve 89-90 döneminde Devrimci Gençlik tarafından üretilmiştir. Devrimci Gençlik dergisinin ilk sayısındaki (Ocak 1990) “Orta Sayfa” yazısının başlığıdır. (Orta Sayfa yazıları Devrimci Gençlik için en önemli yazılardır.) Bu yazı da öyle üstünkörü değil, çok iradi ve bilinçli bir tercihle yazılmış, ayrıntılandırılmıştır. Sloganın önemine ilişkin özetle şunlar söylenmişti, 1995’ten 5 yıl önce; “Üniversiteler Bizimdir sloganı, her şeyden önce, devrimci hedeflerin, yalnızca ortaya atılan ‘istemler’ değil, aynı zamanda mücadeleyle kazanılan, yaratılan şeyler olması gerektiği bilincine dayanmaktadır. İkinci olarak, bu slogan, Demokratik Üniversite’nin faşist işgale meydan okuyuşunu ifade eden bir direniş sloganıdır. Üçüncü olarak, bu slogan, bir yandan devrimci gençliğin tarihsel olarak Demokratik Üniversite mücadelesinin omurgası ve motor gücü oluşunu vurgulamakta, diğer yandan ise demokratik hak ve özgürlüklerden yana olan tüm üniversite üyelerine Demokratik Üniversite mücadelesine katılma çağrısında bulunmaktadır. Dördüncü olarak bu slogan, meşruiyet sorununu devrimci bir biçimde çözmeyi ve buna uygun bir pratiği öngörmektedir. Beşinci olarak…”.[21] (Bu konuyla ilgili bir tarihsel bilgi de vereyim; 89-90’larda bu sloganı Devrimci Gençlik dışında hiçbir siyasi grup kullanmıyordu ve eylemlerde atılmasına karşı çıkıyorlardı, Devrimci Gençlik’in grup sloganı olduğunu iddia ediyorlardı. Oysa şimdi, dikkat ediyorum, neredeyse tüm siyasi gruplar bu sloganı sahiplenmiş durumda.) Bu slogan 1995’te devletin (meclisin) üniversite harçlarına yüzde 350 zam yapma kararı alması üzerine, devletin bu kararını tanımama, bu kararı işlevsiz kılma amacına uygun bir biçimde, önüne “Ferman Devletinse” ekini almıştır; “Ferman Devletinse Üniversiteler Bizimdir”.
Bu konuya önemli olduğunu düşündüğüm (özellikle gençlik mücadelesinin yeni dönem özneleri için) bir başka tartışmayı da eklemek istiyorum; Özerk-Demokratik Üniversite tanımı (ki bu da Express tarafından üretilmedi) ve Mücadelesi.
Üniversiter alanın doğası gereği, yani 5-6 yıllık süreler içinde bileşenlerin sürekli değişmesi, bu alana, diğerlerinden (işçi, kamu çalışanı, mahalle çalışması) ayrılan belirgin bir özellik katıyor. Bu duruma bir de bu alandaki mücadelenin kesintilere uğraması eklendiğinde (Dernekler, Koordinasyon ve Kolektif dönemleri arasındaki uzun zaman aralıkları), yitirilenler sadece o güne dek elde edilmiş maddi kazanımlar olmuyor. Aynı zamanda o güne dek elde edilmiş, gençlik mücadelesinin bileşenleri tarafından özümsenmiş ideolojik-politik birikim de yitiriliyor, ya da çarpıtılmış, içi boşaltılmış kavram bulamaçlarına dönüşüyor. Bu durum; bitirilmiş, tarihsel olarak aşılmış tartışmalara geri dönülmesini de zorunlu kılmakta.
“Özerk-Demokratik Üniversite” kavramının başına gelenler de bu durumun oldukça somut bir örneğidir. Bizim zamanımızda çeşitli siyasal oluşumların üniversiteye bakışı ve bu bakıştan kaynaklı kavramlaştırmaları farklılık gösterirdi, (hala öyledir kuşkusuz). Özellikle üniversite mücadelesine konulan hedefi ifade eden kavramlar başat öneme sahipti, bu doğrultuda “Halk Üniversitesi”, “Özgür Üniversite” gibi kavramlar türetilmişti. “Özerk-Demokratik Üniversite”[22] kavramını sadece Dev-Genç geleneğinden gelenler sahiplenir, gençlik mücadelesindeki etkisinden dolayı da bu kavram daha çok Devrimci Gençlik’e mal edilirdi. Yani diğer siyasi oluşumların çoğu bu kavramı sahiplenmez, eylemlerde kullanılmasına karşı çıkardı. Hatta çoğu “Demokratik Üniversite” talebini sistem içi, reformist bir talep olduğu üzerinden karşı propaganda yapardı.
Oysa gerek 80 öncesinde gerekse 80 sonrasındaki Dernekler sürecinde, demokrasi sorununun bir devrim sorunu olduğu, üniversitenin demokratikleştirilmesi sorununun emperyalizm ve faşizmden kurtuluş sorunundan ayrılamayacağı ve Demokratik Üniversiteye ancak Bağımsız ve Demokratik bir ülke için mücadele edilerek ulaşılabileceği kısa sürede ortaya çıkmıştı. Demokratik Üniversite istemi böylece oligarşinin “Özerk Üniversite”ye saldırısının durdurulması ve üniversite kurumuyla sınırlı bir reforma gidilmesi biçimindeki reformist içeriği aşarak, devrimci bir anlam kazandı. Artık “Demokratik Üniversite” talebiyle anlatılan yalnızca “yürütmeden” bağımsız, öğretimde eşitlik ilkesine göre düzenlenmiş bir üniversite değil, aynı zamanda emperyalizme ve faşizme karşı, bağımsızlık ve demokrasi için yürütülen mücadelede bir mevzi olmuştur.
“Özerk-Demokratik Üniversite” kavramı süreç içerisinde hemen hemen herkesin kullandığı, sahiplendiği bir kavrama dönüştü. Ancak bu kavramın algılanışında, sürekli var olan bir tehlike, özellikle belirli kesimler tarafından art niyetli olarak kullanılmaya devam etti/ediyor. “Özerklik” lafından hareketle mücadelenin tüm hedefi sistem içine çekilmeye çalışılıyor. Kerem de yazısının bir yerinde, gençlik mücadelesinin içeriğini anlatırken “akademik, bilimsel, özerk bir üniversite istiyorlardı” diyor. Bunun, mücadeleyi öyle gördüğünden mi yoksa öyle görmek istediğinden mi kaynaklandığını bilemem elbette.
Bu tür bilinçli tercihler, “bilimin, ancak tarafsız bir ortamda gelişebileceği, tarafsız ortamın ise siyasal iktidarın üniversiteye müdahale etmemesi demek olduğu” savıyla, yürütmeden (hükümetten) bağımsızlık olarak tanımlanan bir “özerklik”, “bilimin” gelişmesinin ulvi çıkarları adına yapılıyor. Bununla birlikte, böyle bir “özerklik” anlayışına, işleyişle sınırlı, biçimsel bir “demokrasi” talebi eşlik etmekte. Daha çok demokrat öğretim görevlilerince savunulan bu özerklik ve demokratiklik anlayışının esas önemli yanı konuyu politika dışına aktarması ve politikadan uzaklaştırılmış/uzaklaşmış geniş kesimlerin üniversitenin demokratikleştirilmesi ve özerkleştirilmesi sorununu politik olmayan bir noktadan ele almasına olanak sağlamasıdır. Bu kesimler, Özerk-Demokratik Üniversite mücadelesinin doğası gereği politik yönünün öne çıkması karşısında, mücadeleden uzak durmanın teorisini de bu noktadan geliştirdiler/geliştiriyorlar.
Oysa “özerklik” tek başına ele alındığında emperyalizme ve faşizme karşı bir anlam içermez. Demokratik olmayan bir üniversite, pekâlâ, kendi iradesiyle yani “özerkken” de emperyalizm ve faşizmle işbirliği yapabilir. Sistemle aynı eksende düşünen, üreten idari kadrolardan oluşmuş bir üniversite, yürütmeyle hiçbir organik bağ kurmadan, yani “özerk olarak” kapitalizmin yeniden üretilmesine katkı sağlayabilecektir. Bugün mütevelli heyetlerinin yani içinde tekelci sermayedarların, eski valilerin, eski generallerin, borsa spekülatörlerinin olduğu vakıf üniversiteleri bu duruma somut örnektir. Özerklik, ancak içi üniversitenin demokratik güçlerince doldurulabiliyorsa emperyalizm ve faşizme karşı bir anlam taşır. Özerk-Demokratik Üniversite, emperyalizmin ve faşizmin egemen olduğu koşullarda, Özerkliği (yani yürütmeden bağımsız olmayı ve kendi kendini yönetmeyi) emperyalizme, şovenizme ve faşizme karşı mücadele yönünde kullanır.
“Özerklik” için geçerli olan bu çarpıtma ve yanlış yönlendirmeler aslında “Demokrasi” ve “Demokratik Mücadele” kavramları için de yapılıyor. “Demokratiklik” nitelemesi de aslında kendi başına somut bir anlam taşımaz. Uzlaşmaz karşıtlıklar üzerine kurulu bir toplumda üniversite de, esas olarak, toplumsal yaşamın üretiminde gereksinilen bilgiyi üretir ve toplumsal kullanıma sunar.
“Toplumsal gereksinim” ve “toplumsal kullanım” kavramları, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bulunduğu bir toplumda toplumun bütününün gereksinimi ve kullanımı anlamını taşımaz. Kendi sorununu toplumun bütününün sorunu olarak ortaya koyan egemen sınıflar, üniversitenin işlevini de, kendi doğrudan gereksinimlerine karşılık verecek bir biçimde düzenlemeye çalışırlar.
Farklı sınıfların çıkar ve istemlerine denk düşen farklı toplumsal-politik projeler, üniversitenin politik tutumundan bilim üretimindeki yöntem ve hedeflere, üniversite üyelerinin hak, sorumluluk ve olanaklarından, toplumla ilişki kurma biçim ve araçlarına dek üniversite yaşamına her anlamda farklı bir bakış getirirler. “Eşitlik” ilkesinin her uygulanış biçimi de insanlar arasında eşitsiz bir ilişkinin kurulmasını güvence altına alır. Bu yüzden de demokrasi ancak bir sınıf demokrasisi olarak var olabilir.
Eşitliği (sınıfların ortadan kalkması anlamında) doğru olarak yorumlarsak, “gerçek eşitliğe” yaklaşıldığı ölçüde, eşitliğin “gereksiz duruma geleceği” söylenebilir. Bu nedenledir ki burjuvazi yalnızca siyasal demokrasiden söz eder ve “yasalar önünde eşitliği” yani biçimsel eşitliği güvence altına alan işleyiş biçimlerini “gerçek demokrasi” olarak kutsarken, Marksizm, demokrasiyi, toplumun bir bütün olarak demokratikleştirilmesi, toplumsal yaşamın (ekonomik, politik, kültürel) tüm düzeylerinde eşit hale getirilmesi sorunu olarak ele alır. Yani Marksizm’de “demokrasi, insanlar arasındaki tüm çelişmelerin, sınıfların, devletin ve bizzat demokrasinin o güne kadarki tüm var oluş biçimlerinin yok oluşuna doğru ilerleyen bir süreç olarak” ele alınır. Bu nedenle bir kurumun ya da bir olgunun “demokratik” olup olmadığı “bu süreçle” ilişkisine göre saptanır.
Ülkemiz açısından ele alındığında, herhangi bir kurumun (örneğin üniversitenin) demokratikliği; emperyalizme, kapitalizme, faşizme ve şovenizme (arkadaşlar “eski dil”i kullandığım için kızacaklar ama bunların “yeni dil”deki karşılıklarını bilmiyorum!) karşı etkinliğiyle doğru orantılıdır. Herhangi bir hak ve özgürlüğe olduğu gibi, herhangi bir kuruma da “demokratik” niteliği veren, emperyalizme, faşizme ve ulusal baskıya karşı mücadelenin bir unsuru olabilme özelliğidir (yoksa “Batılı standartlara” ya da soyut “ilkelere” uygunluğu değil)…
Kerem’in yazısının son bölümüne de birkaç “laf etmek” istiyorum. Kerem de, Koordinasyon’un sönümlenme sürecinin kapsamlı bir analizini yapmak yerine diğer arkadaşları gibi kolay yolu bulmuş, şişirdiği sonucu “çakmış”: “Elbette Koordinasyon kendi varlığını sürdürüp, geliştirememesi, bir ‘gelenek’ bırakamaması, harç eylemlerini aşamaması nedeniyle eleştirilmiştir, eleştirilecektir. Bunların bir bölümü de haklı eleştirilerdir”. İlk olarak bunlar, yani kendi varlığını sürdürüp geliştirememesi, bir gelenek bırakamaması Koordinasyonun sönümlenmesinin birer nedeni değil, sonucudur. İkinci olarak, görmeyenler olabilir ama Koordinasyonun bıraktığı geleneği Burhan Kuzu bile gördü, o geleneğin devam ettiği yer “Öğrenci Kolektifleri”dir.
Devam edelim Kerem’in “kendisine özgü” tespitlerine; “… bir diğer neden de zamanla katılımcıların bir bölümü tarafından aşırı politizasyon ihtiyacının ‘tespit’ edilmiş olmasıdır. Öğrenci örgütlülüğünün kendi iç dinamikleriyle siyasallaşmasının yanında sosyalist politikayı, öğrenci muhalefetinin vites yükseltmesi gereken bir alan olarak tarif eden bakış açısı da ortaya çıkmıştır Koordinasyon içinde. Bu bakış diğer sol öğrenci gruplarıyla rekabet arzusunu taşıdığı kadar, öğrenci muhalefeti alanında da yerini sağlamlaştırmak gibi bir hedefle maluldür. (çok emin değilim ama Devrimci Gençlik’i kast ediyor, sanırım). Oysa Koordinasyon ne baştan itibaren böyle örgütlendiği ne de üniversitelerdeki bağımsız ‘cephe’ örgütlenmeleri buna imkan tanıdığı için bu tür bir merkezi öğrenci örgütlenmesine gidilemeyecektir”. Şimdi bu paragrafta, bir dizi sıkıntılı durum olmasına rağmen, çok ayrıntıya girmeden Kerem gibi arkadaşlarda neredeyse bir fobiye dönüşmüş olan iki olguya değinmek istiyorum. Bunlardan biri, öğrenci hareketinin “politikleşmesine” karşı duyulan korku ile yine öğrenci hareketinin “merkezileşmesine” karşı duyulan korkudur. Öğrenci hareketinin bu ülkede neden politikleşmesi –üstelik başlangıcından itibaren- gerektiğini yukarıda, “demokratik üniversite” kavramına değinirken anlatmaya çalışmıştım, o yüzden tekrar o konuya girmeyeceğim. Ancak “öğrenci hareketinin merkezileşmesi” konusunu biraz açmak istiyorum. Bu konuda yıllardır, oluşmuş bir “karşı lobi” faaliyetini sürdürüyor. Ne zaman gençlik hareketinde “merkezileşme” gündem olsa, bu “lobi” faaliyete geçip; merkezileşmenin üniversitelilerin doğasına uygun olmadığını, merkezileşmenin bürokrasi yaratacağını, merkezileşmenin siyasi örgütlerin tahakkümüne girmek olduğunu, merkezileşmenin tek tip öğrenci yaratmaya yarayacağını, vb. türden argümanları ortalığa sürüyorlar. Bu tutumun gerek ülkedeki demokrasi mücadelesini gerekse de üniversitenin demokratikleşmesi mücadelesini zayıflattığının nasıl olur da farkında olmazlar, anlaşılır gibi değil. Diğer yandan, o çok övündükleri, birey olmanın farkındalığına varma sürecinin, bir kapitalistin emrinde çalışmaktan ya da bir kapitalist gibi davranmaya hazırlanmaktan geçmediği, tam da bu tür süreçlerin öznesi olarak yaşanan deneyimlerin biriktirdikleriyle sağlanabileceğini nasıl olur da göremezler. (Herhalde farklı dünyaların insanları olduğumuzu kabul etmek gerek.)
Merkezileşme, daha doğru bir ifade ile örgütlü hale gelmiş birimlerin (ister kurum, isterse birey olsun) veya örgütlü hale gelmiş alanların bir araya gelip güçlerini birleştirmesi, sürdürülen mücadelenin (bu ne olursa olsun) ilerletilmesi ve başarıya ulaştırılabilmesi için bir tercih değil, bir zorunluluktur. Ayrıca merkezileşmenin gerçekleştirilmesi sadece zaman ve yeterlilik sorunudur. Merkezileşme basitçe, başarıyı amaçladığı kadar aynı zamanda deneyim ve bilginin paylaşılmasını, bunların yeniden üretimini ve kalıcılaştırılmasını, yeni özelliklerin açığa çıkabilmesi için ortam ve olanak yaratılmasını sağlar. Unutulmamalıdır ki merkezileşme bir amaç değil, bir araçtır. Elbette ki her aracın taşınması gereken handikapları, “dikkat edilmediğinde” engel teşkil edecek yönleri mevcuttur. Her örgüt, dolayısıyla her merkezi yapı da kendi doğası gereği (işbölümünden kaynaklı) bir bürokrasi üretir ancak bu bürokrasi bireylerinin iyi niyetine bırakılmadan, birtakım kurallar oluşturarak, iç işleyiş düzenlenerek (örgütlü güvensizlik) köstek değil, destek haline dönüştürülebilir. Böyle bir tehlikeyi mutlak olacakmış gibi varsayarak, mücadelenin ileri görevlerinden kaçınmak, kısa süreli “kamp ateşi” misali Kerem’in de dediği gibi “aydınlanma anı”ndan öteye geçilemez.
Devrimci Gençlik, ta sürecin en başında (1990’da) bu sorunu, yani merkezileşme sürecini şöyle tanımlamıştı:
“Toplumsal mücadelede bir talebin kazanılması veya genel olarak başarı, büyük ölçüde, söz konusu mücadeleden çıkarı olan kesimleri birleştirmekten ve bunların ortak hareketlerini yaratabilmekten geçmektedir. Bu yüzden, birlik, ittifak, merkezileşme gibi konular, mücadelenin pratik öneme sahip temel tartışma konularıdır. Çünkü esas olarak tartışılan, hem bir sistematik ve hem de pratik boyutu bakımından mücadele ve örgütlenmenin nasıl görüldüğü sorunudur. İşte bunun içindir ki merkezileşme sorunu, 12 Eylül sonrası öğrenci gençlik hareketinin önemli bir tartışma konusu olmuştur…
“Böyle bir örgütlenme, her şeyden önce demokratik olmalıdır: demokratiklikten yalnızca, karar mekanizması ve süreçlerine ilişkin bir demokrasiyi değil, mücadelenin içeriğinin de demokratik olmasını kastediyoruz. Emperyalizme, faşizme, gericiliğe, şovenizme, her türden ırk ve cins ayrımcılığına, insani çevrenin tahribine açıkça ve doğrudan karşı ve emekçi halktan yana olmayan örgütlenmeler işleyişleri ne denli demokratik olursa olsun ‘demokratik’ sıfatını hak etmez.
“Böyle bir örgüt, kitlesel olmalıdır: Kitlesellikten, üye sayısına ilişkin nicel bir özelliği anlamıyoruz. Üniversitenin (ve toplumun) verili durumundan zarar gören ve demokratikleştirilmesini isteyen gençlik kitlesinin doğrudan eylemine dayanmayı ve bu eylemi devrimcileştirerek örgütlendirmeyi anlıyoruz. Akademik mücadeleyi, kitleselleşmenin bir aracı olarak görmüyoruz, diğer demokratik görevlerle birlikte, bunlardan biri olarak kavrıyoruz.
“Bu örgüt, militan bir mücadele örgütü olmalıdır: Bu nedenle, üyelerinin aktif bir kitle oluşturmasını zorunlu buluyoruz. Mücadelenin asgari görevlerini yerine getirmekten kaçınan bir kitle kalabalığını değil, mücadeleye katkıda bulunan aktif bir kitleyi hedefleyen bir üye politikasını benimsiyoruz.
“Bu örgüt, demokratik merkeziyetçi olmalıdır: Uygulamadaki merkeziyetçilikle karar alma süreçlerindeki demokratiklik arasında doğru orantılı bir ilişki kurulmasını gerektiğine inanıyoruz.
“Gençliğin faşizme karşı mücadelesinin ülke çapında, demokratik, merkezi, kitlesel bir mücadele örgütü aracılığıyla yürütülmesi sorununu bu biçimde ele alırken, sorunun ‘daha sıkı bir örgüt’ kurmaktan ibaret olmadığını, gençlik mücadelesinin hemen bütün yönlerini içine alan kapsamlı bir siyasal sorun olduğunu somut bir biçimde göstermiş de oluyoruz.”[23]
…
Bu anlatımları, bu tür konularla ilgisi olanları/olacakları “kışkırttığı” umudunu taşıyarak, daha fazla uzatmadan noktalayayım ve Birikim’deki yazıların “eleştirisi”ne devam edelim…
Aslında geriye çok da bir şey kalmadı, Tanıl Bora’nın SBF Öğrenci Derneği’nin üç üyesiyle yaptığı söyleşinin dışında. SBF’de yapılanlar (anlatıldığı kadarıyla) “varsayılan ideale” yani bir üniversitede verilmesi gereken demokratik mücadeleye yakın bir örnek oluşturuyor, yaşananlar ise gençlik mücadelesinin tüm tarihi boyunca, hem genelde hem de birim düzleminde olanlarla aynı özellikleri taşıyor.
Yapılanları, yazıyı okuma ve karşılaştırma olanakları olmayanlar için kısaca özetlemeye çalışayım: İlk olarak, duyarlı, demokrat, solcu öğrenciler bir araya gelmişler Mülkiye Tartışma Platformunu kurmuşlar. Beş sayı çıkan bir Platform dergisi yayınlamışlar. Bu birliktelik bir süre sonra daha ileri bir örgütlenme “ihtiyacını” doğurmuş ancak kendi iç dinamikleriyle öğrenci derneğini kuramamışlar. Bunun için bir dış dinamik, ertelenen “inek bayramı” vesile olmuş ve protestolarla açığa çıkan duyarlılık değerlendirilerek öğrenci derneği kurulmuş. Derneğin ilk eylemi, çatısı açılmış olan fakültenin çatısını onartmak için bir kampanya yapmışlar, başarılı da olmuşlar. Sonra okuldaki “sıradan öğrenciler”le solcu öğrencilerin mekân ortaklığını sağlamışlar. Etkinliklerini okulun gündelik yaşamına müdahaleler üzerine kurar, büyütmeye çalışırken Hrant Dink cinayetiyle yüz yüze gelmişler. Bir basın açıklaması yapmışlar, Türkiye’de milliyetçiliğin, faşizmin esen rüzgârının bir şekilde üniversiteye vurmasını sadece afişlerle değil, bu duruma karşı yüz yüze konuşarak da bir taraf yaratmaya çalışmışlar. Aynı dönem içinde Doğu Perinçek’in okula gelmesi, derneğin Barış Haftası’nda Dağlıca baskınıyla ilgili basın açıklaması yapması faşist saldırılarla karşı karşıya getirmiş okulu. Bir taraftan bunlarla uğraşırken diğer taraftan üniversitenin diğer bileşenleriyle de yani öğretim üyeleri ve çalışanlarla ilişkilerini geliştirip, onların sorunları üzerinden bir paylaşım ve yardımlaşma süreci izlenmiş.
Kritik başarılardan biri, kütüphane eylemiyle sağlanmış. 6oo dilekçe toplanmış ve saat 5.30’da kapanan kütüphanenin 9’a kadar açık kalması sağlanmış. Kütüphane eylemi çok ses getirmiş ve Tanıl Bora’nın deyimiyle “kütüphane eylemi derneğin etkisinin ‘malum solcular’ dışına çıkmasında önemli bir eşik, anlaşılan…” Bir diğer kritik başarıyı da Kürt öğrencilerle diyalogda yaşamışlar.
Ama tüm bu süreç boyunca en büyük sıkıntıyı “solcu”lardan çekmişler. Anlaşıldığı kadarıyla tüm bunlar yapılırken solcular bırakın en ufak katkıda bulunmayı, hep köstek olmuşlar. “Çiçek çocuklar bunlar” diyorlarmış, “siz örgütsüzlüğü örgütlüyorsunuz” diyorlarmış. Özellikle TKP’li arkadaşlar derneğin eylemlerini baltalamak için ellerinden geleni artlarına koymamışlar. Örneğin; okul içerisinde yapılmasına derneğin de karşı olduğu bir “inek partisine” TKP’li arkadaşlar gidip fotoğraf çekmişler. Ertesi gün afişler yapmışlar, bira şişeleri vurgulanmış, yozlaşma mesajları verilmiş. Hatta bazı arkadaşların gözlerine siyah bant çekilmiş, tecavüz sanıkları gibi… Fotoğraftakiler de bu durumu dernekçilerden bilip, onlardan hesap sormaya gelmişler… Arkadaşların anlatımından Tanıl Bora da ikna olmuş(!) olacak ki “Bu ‘sola rağmen solculuk’ dernek için de söylenebilir gibi geliyor…” tespitiyle sohbete katılmış. Daha sonra da, kendisini “sola rağmen solcuyum” diye tanımlayan bu arkadaşların, solculardan çektikleri sıkıntıların bolca örneğiyle söyleşi devam etmiş.
Ve sonra ne mi olmuş? Zaman zaman sıçramalar olsa da (Hrant anması, yumurta eylemleri gibi) dernek küçülmeye, daralmaya başlamış. Bunun nedenlerini şöyle açıklıyor arkadaşlar; ilk neden olarak, dernek aktivisti olanların çok yakın arkadaş haline geldikleri ve derneğin bu arkadaş grubuyla özdeşleşmiş görüntüsünün dışarıdan katılımı engellemesi olarak açıklıyorlar. İkinci neden ise derneğin birkaç başarısız eylem girişiminin olması. Bir diğer neden ise dernek aktivistlerinin önemli bir bölümünün mezun olması. Ama en önemli etkenin eğitim sistemindeki uygulamaların (not sisteminin değişmesi, vizelerin zorunlu olması ve sınav dönemlerinin özellikle 6 Kasım gibi günlere getirilmesi) ve üniversite mekanlarının değiştirilmesi olduğunu belirtmişler.[24]
SBF’de yaşanan/yaşatılan bu süreç bana o kadar tanıdık geliyor ki. Eminim benzer süreçleri yaşayan/yaşatan onlarca, yüzlerce kişi vardır, gençlik mücadelesinin tarihinde. İlk önce kendi bulunduğu alanın sorunlarını düzeltmeye çalışarak “iş”e başlayan, bu sorunlar içinden kitle duyarlılığının en fazla olduğu konuyu seçen, ancak bunlarla yetinilemeyeceğini başından itibaren (ister duygularıyla ister bilinciyle) kavrayan, süreç ilerledikçe karşı tarafın (ister karşı düşünce ister siyasi iktidar) ilgisini ve tepkisini çekeceğini bilen, bunun için kitle desteğinin ve örgütlülüğün öneminin farkında olan onlarca, yüzlerce kişinin geçtiği yollar… Pekiyi, bu çabaların her seferinde böyle el yordamıyla “bulunması”, nesnel ve öznel olumsuzlukların etkisiyle sonlanması ve ardında kişilerin nostaljik bir tarih aktarımıyla yetindikleri anılara dönüşecek olması bir zorunluluk mu? Eğer tarihsel birikim, ideolojik netlik ve örgütsel süreklilik olmazsa evet! Evet, “biz, bir zamanlar kartaldık” demekten öteye geçmez.
Tarihsel birikim olmazsa ne olur? Sizden önce geçilmiş yolları tekrar geçmek zorunda kalırsınız, üstelik politik üretiminiz ve pratiğiniz yetersizse bir de sağa sola çarparak ilerlersiniz. SBF örneğinden görülebilir, örneğin: Öğrenci Derneği üyesi İlker, sürecin başında şöyle diyor; “Şöyle bir model geliştirdik: Hepimiz öğrenciyiz, ortak noktamız bu”. Yine dernek üyesi Canberk katkıda bulunuyor bu söyleme; “Şunu söyledik; derneğin herhangi bir eylemi, aktivitesi ya da toplantısında bulunmuş olmak dernek aktivisti olmak için yeterlidir. Dernek aktivisti olarak herkes o karar alma sürecine katılabilirdi… Eğer bir arkadaşın bile çekincesi varsa o çekince giderilene kadar, o arkadaş ikna edilene kadar ya da o çekinceyi ortadan kaldıracak bir eylemlilik, bir söz üretilene kadar tartışılır”. Ancak bu durum birkaç adım attıktan sonra değişiyor; HrantDink’in öldürülmesi durumu değiştiriyor. Çok sert bir basın açıklaması yapıyor dernek. Bunun üzerine, “Siz hani öğrenci sorunlarıyla ilgilenecektiniz!” eleştirileri geliyor. Bu durum karşısında Canberk’’in açıklaması şu; “Burası bizim yaşam alanımız ve bu alanı milliyetçiliğe ve faşizme karşı koruyacağız, buna tepki vermezsek bizim yaşam alanımızda elden gider. O günlerde politik zeminimizi anti-faşist, anti-militarist bir buluşma temelinde tanımladık”.
Şimdi, başlanılan yer ile gelinen yer arasındaki çelişki sadece bu söylemlerle bile anlaşılabilir değil mi? Ancak arkadaşlar, gariptir, bunu anlamamışlar! Eğer işin başında “ortak noktamız sadece öğrenci olmak” derseniz, iki adım sonra, Hrant Dink’in öldürülmesine karşı basın açıklaması yapamazsınız. Size “Siz hani öğrenci sorunlarıyla ilgilenecektiniz!” diyenler haklıdır. Çünkü o okulda (ya da tanımladığınız öğrenci olma zemininde) faşist, ırkçı, Ermeni düşmanı “öğrenciler” de vardır. Sadece öğrenci olmak, anti-faşist olmak anlamına gelmez. Ya bu tanımı baştan yapmayacaksınız ya da iki adım sonra “politik zeminimizi anti-faşist, anti-militarist bir buluşma temelinde tanımladık” diyerek değiştirmeyeceksiniz. Bunu yapıyorsanız siz ya ilkesizsiniz ya da öğrencileri, durumun bu noktaya geleceğini bilmenize rağmen kandırmışsınızdır. Bu kandırma özelliği “malum solculara” ait bir özelliktir değil mi? Sizin gibi “solculara rağmen solcu olanlar” kitlelere yalan söylemez, kitleleri kandırmaz değil mi?
Sizden önceki hatta bizden önceki kuşakların bu tür durumlar karşısında hangi ilkeleri geliştirdiğini biraz inceleme zamanı bulabilirseniz, bunu değerlendirin. Örneğin Dev-Genç tarihi size yol gösterebilir. Tarihsel birikim tam da burada devreye girer. Bu yazının yukarıdaki bölümlerinde, bolca alıntılayarak anlattım, bu ülkede herhangi bir şeyi “ileriye doğru” değiştirmek istiyorsanız ilk önce demokrat olmalısınız, demokrat olmanın koşulu ise gericiliğe karşı olmak, anti-faşist, anti-emperyalist olmaktır, Dev-Genç’lilerin” keşfettiği” gibi. En başından itibaren…
Gelelim ikinci yalpalama söylemine. Hiçbir yerde ve hiçbir zamanda sizin tanımladığınız biçimde bir karar alma süreci yaşanmaz/yaşanamaz. Yani “eğer bir arkadaşın bile çekincesi varsa o çekince giderilene kadar, o arkadaş ikna edilene kadar ya da o çekinceyi ortadan kaldıracak bir eylemlilik, bir söz üretilene kadar tartışılır” lafı kuru propagandadır. Böyle bir prensibi kabul etmek, her bireyin “veto hakkına” sahip olmasını kabul etmektir. Yani 100 kişi içinde tek bir kişi ikna olmuyorsa, o tek bir kişi, tek başına 99 kişinin iradesini engelleme hakkına sahiptir ki, bu da azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümüdür. Üstelik bir de bu hakkı, “derneğin tek bir toplantısına gelmek dernek aktivisti olmak için yeterlidir” diyerek verirseniz, bırakın herhangi bir konuda iş yapmayı, yemek yemek için bile herkesin acıkmasını beklemek zorunda kalırsınız!
Bu durumun saçmalığını, sizden önceki hatta bizden önceki kuşaklar, üstelik yüzlerce yıl önce örgüt işleyişinin mutlaka birtakım kurallara bağlı olması gerektiğini “keşfetmişler”. Daha sonra bu “keşiflerini”, birtakım “icatlar”la da tanımlayıp, ilkeleştirmişler. Bu ilkelerden en önemlisi “demokratik-merkeziyetçilik” adıyla anılır olmuş![25] Demokratiklik, karar alma sürecine, merkeziyetçilik ise uygulama sürecine ilişkin bir yönteme vurgu yapar. Ve elbette bunlar arasında doğru orantılı bir ilişkinin kurulmasına. Yani karar alma sürecinde her birey, her topluluk kendi düşüncesini ifade etme ve hatta bu düşüncesini örgütleme (taraftar edinme) hakkına en özgür biçimde sahiptir. Bu hak, kurum tarafından kurallarla garanti altına alınmak zorundadır. Karar alma aşamasında ise çoğunluğun kararı belirleyici olur, bunun da en kesin biçimi oy kullanmaktır. Ancak çoğunluk olunsa bile bazı kararlar alınamaz, örneğin; örgütün temel ilkeleriyle çelişen kararlar alınamaz ayrıca azınlığın hakları ortadan kaldırılamaz hatta “azınlığın çoğunluk olma hakkı” mutlak korunmak zorundadır. Karar alınıp, uygulama sürecine geçildiği andan itibaren ise “merkeziyetçilik” devreye girer yani o karar alma sürecinin içinde bulunan herkes o karara uymak, o kararın gereklerini yapmak zorundadır.[26] Bir hedef doğrultusunda “yürümenin” başka bir yöntemi yok. “Yok, ben hayatım boyunca aynı yerde zıplayacağım” diyenler farklı yöntemler geliştirebilir elbette, “ademi merkeziyetçilik” gibi.
Bu konuya Devrimci Gençlik’ten bir alıntı yaparak son verelim; “…bir başka eğilim olarak göze çarpan biçimsiz, her kafadan bir sesin çıktığı, hiçbir bağlayıcılığı olmayan ‘örgüt’ (aslında buna ‘güruh’ demek daha doğrudur) anlayışlarının üzerine kararlılıkla gidilmelidir. Gençlik örgütlerini fikir jimnastiği yapılan yerler olarak kavrayan bu yaklaşımların egemen hale gelmesi mücadeleyi olanaksız hale getirecektir. Kısaca, demokratik-merkeziyetçilik (‘bürokratik’ merkeziyetçilik değil), gençliğin kitlesel mücadele örgütlerinin temel işleyiş ilkesi olmalıdır.”[27]
Bu bölüme tarihsel birikim olmazsa ne olur diye başlamıştık (biraz uzattım ama olsun!), şimdi de ideolojik netlik olmazsa ne olur, diye devam edelim. Sonda söylenecek olanı başta söyleyeyim; ideolojik çizginiz, netliğiniz olmazsa başka ideolojiler, başka söylemler sizi “ham” yapar. Örnek mi? Örneği yine SBF’li dernek üyesi arkadaşlardan verelim. Bu sefer konu türban. İlker “Biz dernek olarak, kılık kıyafet üniversitelerde serbest olmalıdır dedik” diyor. Devam ediyor İlker, türban karşısında sol örgütlerin tutumunu değerlendirip, sol örgütlerin dar kafalılığını kanıtlıyor! “Başörtüsü çok ciddi bir kırılma, tartışıyoruz. Bir grubu temsilen arkadaş diyor ki bana, ‘bilinçli türban takan var, bilinçsiz türban takan var’. Diyelim sol bir simgeyle ilgili bilinçli-bilinçsiz ayrımını aynı şekilde mi ele aldığını sorduğumda, kendi durduğu yerden, sonunda bize haklısınız dediler ve metnin altına imza attılar. Ama ertesi gün kendileri karşıt bir metin hazırladılar. Örgütünün merkez düşüncesinin bugüne yetmediğini, bugünkü mücadele araçlarını ona sunmadığını hatta çok dar perspektife sahip olduğunu görüyor; orada kalmaya devam etse bile siz başka bir şey sunduğunuz zaman ona da destek verebiliyor.”
Şimdi, ilk önce şu türban konusuna sonra da şu örgüt konusuna yanıt vermeye çalışayım!
Türban konusunda söylenmesi gereken en önemli şey; türban takmanın, “kılık-kıyafet serbestliği” içinde değerlendirilemeyeceğidir. Bu değerlendirme, doğrudan liberal ideolojinin, her türlü siyasal sorunu yok varsaymak için başvurduğu “bireysel özgürlük” maskelemesinden kaynaklanmaktadır. Dini-gerici ideoloji bile türbanı, “kılık-kıyafet serbestliği” içinde değerlendirmemesine rağmen “koşullar gereği” liberal ideolojinin bu söylemini çoğu zaman sadece “kullanmaktadır”.[28] İlker arkadaşın bu konuda “türban” sözcüğünü bile kullanmaması, onun yerine “kılık-kıyafet” ve “başörtüsü” sözcüklerini tercih etmesi liberal ideolojinin hegemonyasının başarısıdır.
Türban takan kadınların “tamamı”, türbanı dini referans gereği takmaktadırlar. Yani İslam dininin, “kadının saçının gözükmemesi” kuralını kabul ettiklerini ve bunu uyguladıklarını göstermektedirler. Türban, onlar için kıyafetler arasında bir tercih değildir, bir gün takıp diğer gün takmama “serbestlikleri” yoktur, sadece rengini değiştirebilme serbestlikleri vardır. Onlar bile bu durumu, kılık-kıyafet serbestliğinden önce, uyulması gereken dini bir kural olarak görürken bizim “saf” solcularımız ısrarla bireysel özgürlükler başlığı altında kılığını serbestçe belirleyebilme hakkı kategorisine sokmaya çalışıyorlar.
Bu arada türbanın, “kadının özgürleşme mücadelesi” içinde ilerletici bir misyon taşıdığını iddia eden bazı “saf”lara da rastlanmakta. Neymiş efendim, türban takan kadınlara eğitim yolu açılırsa eve kapanmalarının önüne geçilirmiş, sosyalleşirlermiş, ekonomik sürece daha kalifiye olarak katılırlarmış. Bu tiplerin anlamadığı ya da özellikle anlamak istemediği, “kadının özgürleşmesinin” başlaması gereken yer “erkek”ten kurtulma mücadelesidir. Türban takmak, bırakın “erkek” karşısında özerklik kazanmayı, tamamıyla “erkek”in tahakkümünü kabul etmektir. Türban takan kadın, “vücudumun herhangi bir yeri ne demek, saçımın tek bir telini bile sadece tek bir erkek, O görebilir” demektedir. Türban aslında, “erkek”in kadın vücudu üzerindeki egemenliğinin eriştiği en son noktadır. Türban takanlar bir yana, türban takılabileceğini, bunun bireysel bir tercih olduğunu ve saygı duyulması gerektiğinin iddia eden ve bunu solculuğun özgürlükçü yönünden kaynaklanıyormuş gibi göstermeye çalışan o “saf” solcular var ya, aslında genel anlamıyla kadınların özgürleşme mücadelesini baltalamaktadırlar!
Sonuç itibariyle türban, ne kılık-kıyafet serbestliği düzleminde ne de ilerici bir kadın talebi düzleminde değerlendirilebilir. Türban, siyasallaşmış dini gericiliğin simgesidir.
Türbanın üniversitede olup olamayacağı, meselesine gelirsek…
Türban, iki nedenle (yukarıdakilere ek olarak) üniversitede olamaz/olmamalıdır. İlk olarak; üniversitenin evrensel tanımına, doğasına uygun değildir. İkinci olarak da egemen gerici ideolojinin üniversitede örgütlenme aracı (imgesi) olduğu için üniversitede olamaz/olmamalıdır.
Evrensel tanımına göre, üniversiteler kuşku duyan, sorgulayan, önyargılardan sıyrılmış, eleştirel-akılcı bilimsel düşünce temelinde özgür tartışmaların yapıldığı, bilim üreten ve yayan kurumlar olmalıdır. Üniversitelerde skolastik[29], dogmatik düşüncelere yer yoktur. Türban tercihi, aynı zamanda bir düşünüş biçiminin, düşünce sistematiğinin ifadesidir (imgesidir). Bu düşünce biçimi, tek bir doğru bilgi sisteminin var olduğuna inanır. “Neden” ve “nasıl” sorularını, bilmediği bir gerçekliği kavramak ve var olmayan bir şeyi keşfetmek için değil, yani bilimi “yeniden üretmek” için değil, varlığı zaten tartışmasız olan bir mutlaklığı” yeniden kanıtlamak” için sorar. Bu özelliği itibariyle de türbanı takan zihniyet, bilim üretiminin doğasına aykırıdır. Ancak siz, üniversite tanımını değiştirip, üniversiteyi bilimin üretildiği bir yer değil de sadece bilginin öğrenildiği yer olarak (dershane gibi mesela) kabul ederseniz, o zaman bir “kıvırma payınız” olabilir!
İkinci olarak; yukarıda işaret ettiğim nedenlerden dolayı, türbanın üniversitede olması gerici ideolojinin doğrudan propagandasının (imgeler aracılığıyla) yapılması anlamına gelir. Türbanı, bir mücadele konusu haline getirmek ise gerici ideolojinin örgütlenme faaliyetidir. Şimdi soru şudur, gerici ideolojinin (üstelik şu sıralar egemen olan) üniversitede propaganda ve örgütlenme faaliyetine “demokratlar” nasıl yaklaşmalıdır? Bu yazının bir yerlerinde “bu ülkede demokrat olmanın kriterlerini” belirtmiştim, kısaca tekrar etmek gerekirse, bu ülkede demokrat olmak; emperyalizme, faşizme ve gericiliğe karşı olmaktır. Üstelik sadece lafla karşı olmak değil, pratik tutum alarak da (mücadele ederek, örgütlenerek) karşı olmaktır. Nasıl ki faşist ideolojiye örgütlenme izni vermemek gerekiyorsa aynı durum gerici ideoloji için de geçerlidir.
Bu arkadaşların “inanç özgürlüğü”, “türban”, “gerici ideoloji” konusunda ileri sürdükleri bu “basit” düşünceler, Birikim Dergisi’nin çıkmaya başladığı andan itibaren üzerinde yükseldiği anlayışın bir tezahürü. Geçen yıllar, hatta AKP’nin dokuz yıllık iktidarı bile Birikim’in durduğu çizgiyi en ufak bir sorgulamaya yol açmamış durumda. Bu konuda Devrimci Gençlik dergilerini karıştırırken ilginç bir “tavsiye”ye rastladım, taa o zamanlardan. Aynı “tavsiye”, bugün için bile geçerli: “radikal İslam’dan çok şey bekleyen solcularımız da düşüncelerini aklın kantarına vurmalıdırlar. Uluslararası koşullar ve Türkiye’de İslami akımların gelişme özellikleri değerlendirildiğinde, düzenle radikal karşıtlık içerisinde bulunan dinsel nitelikli bir kitle hareketinin doğması olasılığı son derece zayıftır. Vakıflar, yurtlar, İslami basın vb. İslamcı sivil toplum kurumlarının olduğu son derece kapsamlı istihkam sistemini görmeksizin, üniversitelerde radikal fikirleri savunan İslamcı öğrenci ve öğretim üyelerine dehşetengiz misyonlar yükleyen Laçiner’in ‘dini akımların yükselişi ve Türkiye’de İslami hareket’ (Birikim sayı 6) başlıklı yazıda aymazlığın doruklarına tırmanan tatlı su solculuğunun diyanet seferini herkesin ibretle izlemesini tavsiye ederiz”.[30]
Ayrıca içerisinde bulunduğumuz dönemde gericilik sadece üniversite için bir tehdit oluşturmuyor, siyasal ve toplumsal yaşamın tüm gözenekleri için bir tehlike ve kapitalizmin tercih ettiği neoliberal politikalarla da tam bir uyum içinde ilerliyor. Neoliberal politikalara en uyumlu insan tipi AKP’nin temsil ettiği ve yaygınlaştırmaya çalıştığı modelde bulunuyor; “Neden ve nasıl” sorularını sormadan sadece önüne konulan işi yaparak ekonomik üretim sürecinde yer alan işçiler, bilimin prensipleriyle değil metafiziğin prensipleriyle eğitim sürecinden geçen öğrenciler, erkeğin kaburgasından yaratıldığını kabul eden ikincil kadınlar, kendileri için neyin iyi olduğunun kararını “büyüklerine” bırakan müritler, tüm haksızlıkların hesabının sorulmasını “sonraki dünyaya” bırakan “bugün yaşayanlar”. Tüm bu gerici kalıplar, dönemin kapitalist politikalarının AKP’nin zihniyetiyle birlikte uyum içinde çalışmasını sağlıyor.
Bugün ülkemizde birileri (bu arkadaşlar gibi mesela) inanç özgürlüğünden söz edecekse, bu esas olarak Aleviler, gayrimüslimler ve ateistlerden oluşan azınlığın inançlarını ve düşüncelerini özgürce ifade edebilmeleri üzerine olmalıdır. Yoksa şu haliyle “inanç özgürlüğü”, “türban serbestliği”, “bireysel özgürlük” diye ortalığı velveleye verenler aslında Sünni-Hanefi çoğunluğun diğerleri üzerinde kurduğu baskı ve hegemonyanın pekişmesini talep etmektedirler. “Dinsel inanç özgürlüğü”, laisizmi içselleştirmiş bir toplumsal kültürün bulunmadığı, dinsel hususların emperyalizm ve egemen sınıfların doğrudan sınıfsal denetimi altında bulunduğu koşullarda demokratik bir hak olarak savunulamaz.
Devrimciler “hak” ve “özgürlük” kavramlarıyla süslenen her talebin yanında değillerdir. Bugünkü tarihsel koşullarda devrimciler, demokratik hak ve özgürlüklerden yanadır. Ortaya atılan hak ve özgürlük taleplerinin demokratikliğini belirleyen temel kriter emperyalizm ve oligarşi ile çatışması içerisinde halka güç kazandırıp kazandırmadığı yani halkı özgürleştirip özgürleştirmediğidir.
Şimdi arkadaşların, türban konusunu bu değerlendirmeler üzerinden tekrar düşünmelerini ve hala üniversitede türbandan yana tutum alacaklarsa bu “tezleri” de ortadan kaldıracak yeni “ikna açılımları” yapmalarını, beni de ikna etmeleri için bekliyorum. (Hani bazı sol grupları temsil eden arkadaşları, “başka bir şey sundukları zaman” ikna edebiliyorlar ya).
Yine lafı uzattım, ama şu örgüt konusuna değinmeden geçemeyeceğim. Tüm bu ideolojik yalpalamalarına, “derya içinde olup da deryayı bilmeyen” hallerine bakmadan acayip bir özgüvene sahip, bu sözünü ettiğim SBF’li arkadaşlar. Örgütlerin yapamadığını, yapıyorlarmış; “Örgütünün merkez düşüncesinin bugüne yetmediğini, bugünkü mücadele araçlarını ona sunmadığını hatta çok dar perspektife sahip olduğunu görüyor; orada kalmaya devam etse bile siz başka bir şey sunduğunuz zaman ona da destek verebiliyor”. Mademki siz, “düşüncenizin bugüne yettiğini, bugünkü mücadele araçlarını sunduğunuzu hatta çok geniş bir perspektife sahip olduğunuzu” düşünüyorsunuz, şu örgüt işine girin de yıllardır hayatlarını “yanlış” örgütler peşinde koşarak harcamış yüzlerce, binlerce insanın acılarına son verin, ne dersiniz? Ama sizler bunu yapmayı tercih etmezsiniz çünkü sizler zaten siyasal hedefleri olan bir örgütlenmenin doğru yol olmadığını savunursunuz!
Şu örgüt konusuna gelmişken “örgütsel sürekliliğin” neden gerekli olduğuna ilişkin de birkaç vurgu yapmakta yarar var. Aslında SBF Öğrenci Derneğinden arkadaşlar bu deneyimi bizzat yaşamışlar, sadece onların deneyimine bakmak bile “mikro ölçekte” yeterli olabilir! O kadar çok şey yaptıktan sonra derneğin “daraldığını” ifade ediyorlar. Bunun öznel nedenleri olarak da “dernek aktivisti olanların çok yakın arkadaş haline geldiğini ve derneğin bu arkadaş grubuyla özdeşleşmiş görüntüsünün dışarıdan katılımı engellediğini, dernek aktivistlerinin önemli bir bölümünün mezun olduğunu” sıralıyorlar. Aslında söyledikleri “örgütsel süreklilik” olmazsa ne olacağının ufak örnekleri.
Ne yazık ki gençlik mücadelesinin tarihi içinde bu tür “iyi niyetli” çabalar çok fazla olmasına rağmen çok büyük çoğunluğu (özneleri dışında) hatırlanmıyor bile. Hatırlananlar ve geride bir şey bırakanlar örgütsel sürekliliklerini koruyarak belirli bir dönem için bile olsa faaliyetini devam ettirebilenler. Dernekler ve Koordinasyon süreçlerinin başarısında örgütsel yapılarının işlevselliği en önemli etkenlerin başında gelir. Umarım, gençlik mücadelesinin yeni dönemki mücadele örgütü olan Kolektifler, geçmiş örneklerin çok daha üzerinde bir “başarı”ya ulaşır.
Son sözü eklemeden bu yazının “imza sorununa” değinmek istiyorum. Eminim bazı şahıslar, bu yazının içeriğinden çok imzası üzerine çeşitli spekülasyonlar yapacaktır, ne yazık ki bunu engelleyebilmenin yolu yok! Gönül isterdi ki tersi olsun. Ancak, benim de içinde olmaktan büyük bir onur ve haz duyduğum gençlik mücadelesi çok önemli değerler oluşturmasına rağmen birtakım “artıklar” da oluşturdu. Ki o artıklar, edindikleri birikimi, bulundukları yeri olumlu bir şekilde değerlendirmek, ufak da olsa toplumsal yarar amacıyla kullanmak yerine, kişisel egolarını tatmin için “kullanıyorlar”. Ve bulundukları “sol bataklıktan” ara sıra metan gazı kabarcıkları çıkarıyorlar. Umarım bu yazı vesile olmaz. Ve bu yazının üzerinden “gaz kabarcıkları” çıkarmak yerine “fikir kabarcıkları” çıkarırlar.
Bu kadar laftan sonra ben söylersem “taraf” tutmuş gibi algılanabilir, o yüzden “kurnazlık” yapıp bir alıntıyla bitireyim bu uzun yazıyı, Aslı Silahtaroğlu’nun sözü edilen Birikim’de yer alan “Koordinasyoncular anlatıyor-1” adlı çerçeve yazısının son paragrafını alıntılayarak: “Gözden kaçırılmaması gereken bir husus da şudur: 90’ların ikinci yarısındaki öğrenci hareketinde bu farklı tarzı mümkün kılan, ona rengini veren şey, yenilikçi ve yaratıcı bir devrimci gençlik hareketinin varlığıdır. Eğer öğrenci gençliğin öz örgütlülüğünü savunan, yerel örgütlenmelerinin koordinasyonunu öneren ve cepheleri bizzat sahiplenen, aklını fikrini bu işe yoran gençlerin devrimci inisiyatifleri olmasaydı, bu hareket de mümkün olmazdı.”
Dipnotlar:
[1]. O dönem herhangi bir dersten iki yıl üst üste başarısız olan bir öğrenci okuldan atılıyordu. 1985 yılına kadar atılan/atılma konumuna gelen öğrenci sayısı 40 000’in üzerindeydi. YÖK’e karşı girişilen ilk derli toplu eylem; “Atılmalara son, 44. Maddeye Hayır” kampanyalarıdır. Öğrenci derneklerinin başlattığı bu kampanyalar; imza toplama, telgraf çekme, açlık grevleri, yemek boykotları gibi eylemleri içeriyordu.
80 sonrası ilk toplu eylem ise Marmara Üniversitesi Rektörlüğü önünde yaşandı. Yaşadığı köyden üniversiteye gelebilen tek genç olan İsa Tanrıverdi, ilk yılında barınacak yeri olmadığı için yurtlarda kaçak kalmaya çalışmış, ikinci yılında iki dersi veremediği için atılma konumuna gelmişti. İsa, bu zor yaşama katlanamadı ve hayatına son verdi. Bu duruma tepki gösteren yaklaşık 1000 öğrenci M.Ü. Rektörlüğü’ne siyah çelenk bıraktı.
[2]. Bu durumun en net kanıtı o dönem cezaevine giren üniversiteli gençlerde görülebilir. Bilmeyenler için o dönem cezaevlerinde kalan siyasiler uzun mücadeleler sonucunda kendi koğuşlarını, kendi komünlerini yaratmıştı. Her siyasi yapının kendi ayrı komünü mevcuttu. Cezaevine giren neredeyse her üniversiteli kendi siyasi tercihine uygun bir komün tercih ederdi. “Bağımsızlar”ın oluşturduğu komünler de oluşurdu elbette ancak bu oran %10’u bile bulamazdı. Hatta hiçbir eski siyasinin olmadığı cezaevlerinde bile üniversiteliler kendi aralarında (siyasal grup tercihine göre) ayrı ayrı komünler oluştururlardı ki bu durumda bile “bağımsızların” oranı %10’u geçmezdi.
[3]. “Devrimci Gençlik Mücadelesi Üzerine” broşüründen 1989, syf21
[4]. Bu tartışmalar bizim dönemimizde de bir ara yapıldı. Biz bunlara 1990’da Devrimci Gençlik sayı 1’de “Bugüne dek ortaya atılan bütün örgütlenme önerileri daha güçlü bir örgüt aracılığıyla daha güçlü bir mücadele performansı sağlamayı temel hedef olarak ortaya koymuş, bu amaçla kimileri ‘en geniş’ kitleye ulaşmak için ‘sendikal’ bir yapı önerirken, kimileri de politik cazibeyi artırmak için ‘sosyalist’ gençlik örgütlerini öne çıkarmıştır. Çoğu bir hukukçu titizliği ile hazırlanan bir yığın pratik önerinin yaşama denk düşmemesinin temel nedeni, örgütlenme sorununun mücadele ile bağlantısının kurulamaması ya da yanlış kurulmasıdır” diye değerlendirmiştik.
[5]. Tanımın böyle yapılmasının fazlasıyla ekonomist bir yorum içerdiğinin farkındayım. Ancak söz konusu durum itibariyle bu biçimde ele alınışın sorunu daha iyi kavratacağını düşünüyorum. Ayrıca düzen içi sendikacılık yapan sağ zihniyetler de bu sınırı savunmakta ve bu sınıra dayanmaktadır. Diğer yandan “sendika”nın bu yetmezliğidir ki zaman içerisinde sınıf mücadelesinin ileri unsurlarını “sınıf ve kitle sendikacılığı” kavramına ve pratiklerine zorunlu kılmıştır. Hatta “Toplumsal Hareket Sendikacılığı” bu yetmezlikleri giderme konusunda en önemli ileri kavramsallaştırmadır.
[6]. Yarıncıların tasfiye olmasındaki kritik tarih 14 Nisan 1987’dir. “Bilindiği gibi” bu tarih 80 sonrası üniversite gençliğinin ilk büyük eylemi olan “Beyazıt Eylemi”dir. Turgut Özal’ın başında olduğu ANAP, o zamanki milletvekillerinden biri olan İsmail Dayı (hala ismini unutmamışım, üstelik yanlış hatırlamıyorsam, Hitler’in Kavgam adlı kitabına özsöz yazmıştı) aracılığıyla, öğrenci derneklerini ortadan kaldırmak amacıyla “tek tip öğrenci derneği” yasa tasarısı hazırlatmış ve bunu Meclis gündemine aldırmıştı. Buna karşılık Yarıncılar, bir imza kampanyası başlattılar ve topladıkları imzaları Ankara’ya yani “işverene” götürme kararı aldılar. İstanbul’dan Ankara’ya imzaları götürmek için belirledikleri tarih de 14 Nisan’dı. Otobüslerin kalkış yeri de Sultanahmet’ti. (Bilmeyenler için Beyazıt ile Sultanahmet arası yaklaşık 800 metredir). Yarıncılar Sultanahmet’te otobüs beklerken, aynı saatte yaklaşık 3000 üniversite öğrencisi Laleli’den Beyazıt Alanı’na doğru yürüyüşe geçmişti. Polis barikatıyla karşılaşmış, oturma eylemine geçmiş, yüzlercesi dövülerek gözaltına alınmış, Gayrettepe Polis Merkezi’nde işkenceden geçirilmiş ve onlarcası tutuklanmıştı. Bu eylemin ülke çapında yarattığı etki sonucunda “tek tip öğrenci derneği” yasa tasarısı geri çekildi. Yıllar geçmesine rağmen Yarıncıların eyleminin ne olduğunu, Ankara’ya gidip gitmediklerini, imzaları verip vermediklerini bilmem. Bu “bilgisizliğin” eksikliğini de hiç çekmedim.
[7]. Bu tanımın durumu tam olarak anlatmadığının farkındayım, ancak o dönem üniversite mücadelesinin özgünlüğünü kavrayamayan çoğu “dar siyasal grup” devrimciliği, kaba bir şablonun ve jargonun üniversiteye indirgenmesi olarak algılar ve bu tanımları sahiplenerek siyaset yapmaya çalışırdı. Burada kullanma amacımda onları devrimci ve sosyalist olarak kabul etmek değil, durumun daha iyi anlaşılabilmesi için kaba bir kategori oluşturma ihtiyacıdır.
[8]. DEV-GENÇ Savunması’ndan
[9]. Siyasi örgütler yanlış yapmış; Bu eylem liberal/liberal sol bir davranış olmayı bile hak etmiyor. Sadece saçmalığın daniskası..
[10]. Bu konuda “öğretici” bir örneği, Devrimci Gençlik’in politik çizgisi üzerinden vermek yerinde olacak. Bugün neredeyse tüm muhalefet güçlerinin üzerinde birleştiği “neo-liberal politikaların en yıkıcı etkilerinin eğitim ve sağlık alanında olduğu ve bu alanlardaki mücadelenin yoğunlaştırılması gerektiği” fikrini Devrimci Gençlik 1996’da işaret etmişti. Bu da satır aralarında geçen utangaç birkaç cümle ile yapılmadı. Doğrudan Devrimci Gençlik Dergisi’nin kapağına taşındı. .. sayılı Mart1996’da basılan derginin kapak sloganı “Parasız Eğitim, Parasız Sağlık”tır. Yani 15 yıldır Devrimci Gençlik “kendisini tekrarlıyor”. Politikanın tekrar edilmesinin bir işe yarayıp yaramadığını şimdi sorgulayabilirler.
[11]. Bu konuda ODTÜ’nün tek farkı tarihsel misyonudur ki onun da dayandığı faaliyet ÖTK deneyimidir. Benim de kendimi ait hissettiğim Devrimci Hareketin, ODTÜ’de yarattığı Öğrenci Temsilcileri Konseyi, hala “feyiz alınması” gereken bir çalışmadır. Ancak kendi özgün koşullarını bilerek. Bizim dönemde yaptığımız/yapmaya çalıştığımız “amfi komiteleri” de o çalışmadan örneklendirilerek gerçekleştirilmişti.
[12]. Bu duruma bir açıklama olarak; bir tarihe, bir misyona ve “komünizm” ismine karşı duyulan sorumluluk bu tercihe neden olmuştur denebilir. Ancak hatırlanmalıdır ki bu sorumluluğu, onlardan çok daha fazla üzerlerinde hisseden eski TKP’liler 80’den sonra örgütlendiklerinde, her ne kadar birleşmeyi ifade etmek için olsa da, kendilerine Türkiye Birleşik Komünist Partisi yani TBKP ismini uygun bulmuşlardı, araca değil içeriğe vurguydu. Yani bu sorumluluk hissinin zorunlu sonucu TKP ismini birebir kullanmak değildir, başka biçimler de pekâlâ bulunabilir.
[13]. Bu bölümü tekrar okuyunca, üslubumun çok sert olduğunu fark ettim ancak arkadaşların “pervasızlığı” karşısında bu durumu değiştirmeyi de istemedim.
[14]. Bilginin Metalaşması değerlendirmesi için bakınız Devrimci Gençlik sayı 12, Ekim 92
[15]. Kıvanç Koçak’tan bu konuya ilişkin bir alıntı; “Diğer sol gençlik örgütleri tarafından revizyonist//reformist olmakla eleştirilen, hoplayıp zıplayıp ‘Dünya yerinden oynar YÖK’ten adam çıksa’ dedikleri, ‘İsyan’ diye bağırarak şen şakrak koşturdukları, afişlerinde denk düştüğü bağlamda şarkı dizeleri kullanmaktan kaçınmadıkları için çocuklukla ve hafiflikle suçlanan”. İşte Devrimci Gençlik bu eleştirileri ciddiye almaktan vazgeçmiştir.
[16]. Sivil Toplumculuk: Toplumsal yapıları, sivil toplum-devlet karşıtlığı çerçevesinde değerlendiren yaklaşım. Buna göre, devletle sivil toplum arasındaki kaçınılmaz çelişkide, biri güçlendikçe diğeri zayıflar. Burjuvazinin oluşturduğu örgütlerden sendikalar örgütlere kadar sivil toplumu oluşturan bütün kurum, örgüt ve bireylerin varlık konumlarının güçlendirilmesi esasını savunur. Bireysel özgürlükler ve sivil demokratik kurumlaşma ancak güçlenen sivil toplumun içinde kurumlaşabilir. AKP iktidarının demokratlığı ve İslamcı burjuvazinin devrimciliği tezlerine bağlanır.
Sivil toplumcu yaklaşımlar içinde daha soldan eğilimler de görülür. Bunlara göre sosyalizm, devletle doğrudan çatışmaya girmeksizin gerçekleşecek bir toplumsal projedir. Devlet güçlenen sivil demokratik kurumlaşma karşısında giderek eritilerek sosyalizme demokratik-yumuşak geçiş yapılır. Bu bakımdan devlete karşı sivil toplumun güçlendirilmesi dolayısıyla yapılan mücadele, sosyalizmin ön pratiklerini oluşturur. Bu noktada Marksizmin, devrimi hedefleyen iktidar mücadelesi, merkezi-politik örgütlenme ve sınıf mücadelesi tezleri yadsınır. “Yasal muhalefet”, “bireysel hak ve özgürlükler”, “insan hakları” ve “sivil toplum” kavramlarının temsil ettiği alana sıkıştırılır.
[17]. Bu vurguyu, Devrimci Gençlik’in dipnotlarda bile hiç geçmemesine “bozulmuş” olmamdan kaynaklı yapmış olabilirim!
[18]. Dipten Gelen Dalga. Devrimci Gençlik, sayı 17 Haziran 1995.
[19]. Dipten Gelen Dalga. Devrimci Gençlik, sayı 17 Haziran 1995.
[20]. Dipten Gelen Dalga. Devrimci Gençlik, sayı 17 Haziran 1995.
[21]. “Üniversiteler Bizimdir” Devrimci Gençlik sayı 1, Ocak 1990.
[22]. Bu kavram asıl olarak “Demokratik Üniversite”dir. Özerklik, demokratikliğin içinde değerlendirilen alt başlıklardan biridir, ondan ayrı bir başlık gibi düşünülmemesi gerekir. Dönemin mücadele hedeflerine uygun olarak, vurgulamak amacıyla önde tutulmuştur.
[23]. Devrimci Gençlik Dergisi, sayı 1
[24]. Karşı tarafın (siyasi iktidarın) yaptığı bu iki kritik taktik değişikliği (eğitim sistemindeki uygulamaların ve üniversite mekanlarının değişikliğe uğratılmasını) ben de çok önemli buluyorum. Ve bu “müdahalelerin” akademik kalitenin arttırılmasından ziyade üniversite öğrencilerinin kişiliklerini, düşünce yapılarını değiştirmeye yönelik olduğunun altı çizilmeli. Özellikle birinci sınıfların, diğer öğrencilerden mekânsal olarak ayrıştırılması, bir “acemi ocağı” uygulamasıdır. Burada hem düşünceler hem de davranışlar “disipline” ediliyor. Diğer yandan üniversite öğrencilerinin, temel yaşam ihtiyaçlarının neredeyse tamamını karşılayabilecekleri kampüslere sokulması toplumla etkileşimlerini ortadan kaldırdığı gibi, bu kampüslerin mimarı yapısı (büyük kantinlerin, büyük yemekhanelerin olmaması gibi) öğrencilerin kendi arasında bile sosyalleşmesini engelleyen önemli etkenlerden. Bu duruma mutlaka kontr-politikaların geliştirilmesi kaçınılmaz! Ancak bu kontr-politikalar oluşturulurken liberal modeller kopyalanmamalıdır. Bilindiği gibi Bilgi Üniversitesi, bu eleştirel yaklaşım üzerinden geliştirdiği modelini, şehir dışına kampus kurmak yerine İstanbul’un informel mekanlarından biri olan Kuştepe’ye yerleşerek uyguladı. Ancak bundaki amaç; toplumla bütünleşmek değil, bir uygulama sahası olarak toplumsal dokudan yararlanmaktı.
[25]. Bu formülasyonun ve uygulamasının en gelişmiş halinin Lenin’in liderliğini yaptığı RSDİP olduğu “iddia edilir”!
[26]. Bu “demokratik-merkeziyetçilik” ilkesinin demokratik kitle örgütlerindeki uygulanışında “merkeziyetçi” yönünün zamana ve koşullara bağlı olarak birtakım “esnetmelere” tabi tutulması bir tür zorunluluk haline gelmiş durumda. Yani karar sürecine katılmış olsa da kendi istediği karar çıkmadığında, o kararın gereklerini yapmamak olağan karşılanabilmekte. Ancak bu “olağan karşılama” çoğu durumda karar alma süreci tamamlanmış olmasına rağmen, o karar aleyhine çalışmaya devam etme davranışlarını beraberinde getirir ki bu durum aslında nesnel olarak örgütü provoke etme anlamı taşır. Oysa karar alındıktan sonra karar aleyhine asla çalışılamaz.
[27]. “Devrimci Gençlik Mücadelesi Üzerine” broşüründen syf 29.
[28]. Koşullar biraz farklılaştığında örneğin; Tayyip Erdoğan’ın İspanya gezisinde yaptığı açıklamada kullandığı “velev ki siyasi simge olsun” lafı, aslında gerçek niyetin beyanıdır.
[29]. Skolastik felsefenin yönelimi rasyonel düşünceyi inanca uygulamak, vahiye akıl aracılığıyla bir kavranılırlık getirmek, inanca akıldan gelen saldırıları yine akıl aracılığıyla engellemeye çalışmaktır. “Anlamak için inanıyorum” düsturu bir anlamda Skolastik felsefenin nihai konumunu göstermektedir. Bu yönde skolastik felsefe realistik tutum sergilemiştir. Bu realistik tutuma göre gerçek Tanrı’ya aittir ve onu bilmek demek, önermelerle ve çıkarsamalarla gerçeği yansılamak demektir. Tek bir geçerli doğruluk vardır ve bu nedenle de yalnızca tek bir doğru bilgi sistemi olabilir.
[30]. Devrimci Gençlik sayı 2, Mart 1990