Kendimizi yeniden kurma işiyle verili dünyayı yıkıp-yeniden kurma mücadelesini bir arada götürmek zorundayız. Türkiye sosyalizminin tüm ekollerinin ve toplamda tümünün sorunları bu bağlam, kapsam ve derinlik üzerinden anlaşılabilir ve çözüm yoluna girebilir
Ertuğrul Bilir’in Sendika.Org’daki yazısı ile başlayan 87’liler tartışması sürüyor. Toplam dokuz yazı çıktı. (İlgili yazıların linklerini yazının altında bulabilirsiniz.) Geçmişi/yaşananı kavrama ve geleceğe ilişkin sonuçlar çıkarmada, Orhan Bilikvar arkadaşın yazısı dışında verimli bir düzlem sunmuyor ne yazık ki diğer yazılar. Unutulan bir dönemin anılarının, olaylarının, tartışmalarının açığa çıkması, ihtilaflı da olsa bir resmin belirginleşmeye başlaması yararlıdır, bu açıdan her bir yazının katkısı var; fakat “Ne öğrendik yaşananlardan, bugün ve gelecek için ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz?” sorularını boşlukta bırakıyor çoğu. Yazıların ayrıntılarına boğulmak tartışmayı kısırlaştıracak ya da “meraklılarına” hitap eden bir daralmaya yol açacaktır. O nedenle yaşananlardan ve yazılanlardan sonuçlar çıkarma hattında birkaç şey söyleyerek kendi cephemden tartışmayı sonlandıracağım. Bunun istisnası Orhan arkadaşın açtığı zeminden yürüyecek tartışmalardır; yararlı ve geliştirici bir yönelim seve seve sürdürülebilir.
Ankara Siyasal deneyimini yazan Öner Özkan arkadaşın yazısı bir samimiyet yazısıdır, ayrıntıların ve ihtilaflı olduğum noktaların üzerine çıkarak, yazıya damgasını vuran samimiyeti teslim etmeliyim. Yine de bir savunma yazısı bu: “Yaptıklarımızı gözardı edemezsiniz, Yarıncıları yok sayamazsınız!” Harcadığı emeğin önemsizleştirildiğine inanan herkesin savunma hakkı vardır, buna bir şey diyemem. O zaman şunu sormalıyız: Yapılmış mıdır böyle bir haksızlık, kim yapmıştır? Yarıncıların 1981 gibi erken bir tarihte dergi çıkarmalarından tutun, dernek kuruluşlarındaki inisiyatiflerine, “mayalanma dönemi” olarak andığım 1984-87 aralığında oynadıkları rollere kadar bir dizi olumluluğun altını çizdiğim açık değil mi ilk yazıda? Beraber inşa edilen o olumlu dönemde çizgi ve anlayış farklılıklarının olması ve ne yazık ki bunun Nisan 87’de kopuşa varması da gerçekliğin diğer yönüdür, atlayalım mı bunun üzerinden? (Altı çizilen cümleye ilişkin olaylara, olgulara, somut gerçeklere dayanan uzun bir yazı yazabilirim, gereksiz; tıpkı “muhalefet” kavramının gereksizliği gibi: Çünkü kaçınılmaz olarak “İktidar kimdi, siz iktidardayken muhalefet ne yapmaktaydı?” sorularını koşulluyor.) Peki salt geçmişin, geçmişteki grubun, duruşun savunusu üzerinden bir gelecek perspektifi inşa etmek mümkün mü? Bunun bir moral değeri vardır kuşkusuz, fakat yeni yollar açmak için son derece yetersizdir; hele de “tüm parçalarımızla” tıkanıp kaldığımızın apaçık olduğu 2020 gibi bir tarihte…
Hakan Sürmen yoldaşımın (aynı gruptaydık Hakan ile) yazısı ise, hadi umutsuzluk demeyelim de bir karamsarlık yazısı olmuş ne yazık ki. “Bugünkü aklımızla da aynı şeyleri yapardık” diyor. Çok doğru, “aklımız” bunca badireye, tecrübeye rağmen değişmemişse başka ne yapabiliriz ki!? Kendi payıma yaşananları kıymetsizleştirmeden en iyi dönemlerimizde bile bizi geriye çeken zaaflara dikkat çekmeye (özeleştirel bir öğrenme de denebilir) ve tüm bunlardan geleceğe ilişkin sonuçlar çıkarmaya çalıştım. (bkz. 2. ve 3. yazılar.) Hakan bu sonuçlarla polemiğe girip farklı perspektifler önerseydi, belki anlaşır belki ihtilaflı kalırdık, ama yazısı bu derece karamsar olmazdı. Yine de bu eleştiriyi genellemiyor, yazıyla sınırlı tutuyorum.
16 Temmuz tarihli Aydın Bodur’un yazısına ilişkin diyeceğim hiçbir şey yoktur; bu düzey ve düzlem benim tartışma zeminim olamaz. “Yüce mevlam” hepimizi hırsımıza yenik düşüp bu düzeyde “tartışmalara” kapılmaktan korusun, Aydın Bodur’u da korusun.
Marjinallik gibi kavramlar içime sinmez ama Orhan Bilikvar arkadaşın terminolojisine atfen kullanacağım burada: Marjinallik-kitlecilik salınımı esaslı bir konudur ve 80 sonrası gençlik hareketi bu soyutlamalar üzerinden tartışılabilir. Ve giderek tartışmaların bu düzleme kayması gerekiyor: Olaylardan soyutlamalara, anlamlara, kavramlara ve perspektiflere ulaşmaya.
Salt olaylarla sınırlı kalmak vakanüvistik/kronolojik kayıt tutuculuğa sürükler bizi, anlamsız bir bilgi yığını, hatta kirliliği çıkar ortaya; olaysız, olgusuz soyutlama/kavramlaştırma ise kısır bir teorisizme, kelimenin negatif anlamıyla soyut fikirler-idealar alemine. Ya da “bilmemkaç nolu politbüro bildirgesi” kıvamında bürokratik ve ruhsuz metinlere. Kavramlar aleminde yürümesi kaçınılmaz -ve gerekli- olan teorik tartışmaların dahi hayatla ve tarihle bağı olması, “içinden hayat fışkırması” gerektiğine inanırım, bir dönemi tartışmak bundan azade olamaz; tıpkı olayların kavramlara ulaşmaktan azade olmaması gerektiği gibi. Bu ölçekleri gözeterek yazmaya çalıştım önceki yazıları. Faşizme karşı özgürlük ve sosyalizm kavgası içinde yer almak ve bu kavganın yaşanmışlıkları, anıları herkes için gurur kaynağı olmalıdır, benim için de öyledir. Fakat bu yetmez; yüzümüzü ileriye mi geriye mi çevirdiğimiz bu haklı gururla nasıl ilişkilendiğimizde düğümlenir: “Bunca badireden geçtik, bugünkü -ya da o günkü- zayıflığımızı tartışmaya ne gerek var” avuntusu ve örtbas ediciliği mi; yoksa “gurur duyacağımız kavgalardan geçtik ve fakat buna rağmen neden tıkanıp kaldık, geçmişin dersleri ve değerleri geleceğin inşasında nasıl bir rol oynar” devrimciliği mi? Bu bağlam gözetilmek koşuluyla anılar, olaylar, soyutlamalar, kavramlar, ihtilaflar; hepsi kıymetlidir, devrimci sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir. Öcülerle çocuklar korkutulur, elli küsur yaşında kadınların, adamların öcülerden korkma çağı geçmiştir ya da bunca yıl içinde öcüleri cüce etmiş olmaları beklenir, etmemişlerse çok yazık… “Ama oldu mu ya şimdi anılar falan…” öcülerinin hükmü yoktur gözümde. Yaşayan anlatsın, yaşadım anlatıyorum! Sonra da tutup, anıların gölgesinde avunmak yerine, yaşadıklarım(ız)la, kavgaya tutuşuyorum: Bitmeyen ve daha da şiddetlenerek sürecek bir kavganın silahlarını nasıl yetkinleştirebiliriz? Anılar, yaşananlar, teori, tarih, eylem, örgüt, kavramlar, yenilgiler ve geçici zaferler, yükselişler ve düşüşler; hepsi bugünün ve yarının yeniden inşası bağlamında anlamlıdır, bunun dışındaki tüm tartışmalar havanda su dövmektir.
Şimdi işin esasına, verimli tartışama zeminine girebiliriz.
Orhan arkadaş parti geleneğinin (ben bunu Sovyetik parti geleneği olarak anlıyorum) Soğuk Savaş koşullarında savunmacı karakterde şekillendiğini, bu nedenle de kitleleşmede başarılı, radikalizasyonda başarısız olduğunu söylüyor. 1968’den köklenen hareket geleneğinin ise radikalizasyonda başarılı ve fakat burada tutunamayıp hızla marjinalize olmaya meyyal olduğunu vurguluyor. (Terminoloji tartışmasına girmiyorum, Bilikvar’ın terminolojisini esas alacağım.) Adını vermeden Mahir’in suni denge teorisinden köklenen tarz-ı siyasetin marjinalizasyonun temel nedeni olduğuna işaret ediyor. Bunlar yabana atılır tezler değil ama olayların, olguların mihengine vurulmaya muhtaçlar. Ben farklı bir tanımlama yapıyorum: Parti geleneği olarak adlandırılan TKP-TİP çizgisi gerek 1960-67, gerekse 1983-87 aralığında derlenip toparlanma (ki 60’lar TİP’inin katkısı derleniş sınırlarını aşar) ekseninde başarılıdır. Gözden kaçırılmaması gereken şudur ki, her iki dönem de yeni başlangıçların ve barışçıl mücadelenin başat olduğu dönemlerdir. Mücadelenin radikalleşme evresine geçildiğinde ise TKP-TİP geleneği geride kalmakta ya da yeni döneme geçememektedir. Bunun yanıtı, “parti geleneği böyledir de ondan” olamaz. Bir şeyi kendisiyle açıklamaya kalkışmak bizi totolojiye sürükler. Peki parti geleneği neden böyledir ve bu bir sorun ise (Bilikvar kabul ediyor sorun olduğunu) nasıl aşılacaktır? Hazırlop çözümler beklenemez böylesi köklü sorunlarda, ama hiç olmazsa bir girizgâh yapamaz mıydı Bilikvar? Bu durumda şu sorular boşlukta kalmaz mı: Sovyetik parti geleneğinden gelen TKEP ve TKP-B / TDP yapıları neden TİP ve TKP’nin yaşadığı radikalize olamama ya da mücadelenin sertleştiği dönemde eskisi gibi etkili olamama sorununu yaşamadılar? 1980 öncesinde Dev-Yol, TDKP, TKP ML-TİKKO, Kurtuluş, Dev-Sol, radikalize olmuş kitle hareketiyle rezonansa girmiş radikal ve kitlesel örgütler değiller miydi? 1968’in Dev-Genç’i radikal ve kitlesel bir gençlik örgütü değil miydi? Kürt siyasi hareketi radikalizmle kitleselliği bir arada götürmeyi başarmadı mı; üstelik Türkiye devrimciliğinin makus talihine dönüşen “marjinalize olma” açmazına düşmeden? “Ulusal sorunun avantajları” gibi bayat gerekçelendirmeleri insan duymak istemiyor artık. Ve hemen sorular soruları kovalıyor: Türkiye devrimciliğinin kerli ferli yapıları “ulusal soruna” en iyi proleter devrimci yanıtı geliştirdikleri iddiasındaydılar, neden etkili olamadılar o zaman? Çok sayıda Kürt örgütünden neden şu değil de bu etkili oldu? Sovyetik ve partili gelenekten gelen Kemal Burkay’ın PSK’si Diyarbakır Belediye Başkanlığı’nı kazanacak kadar güçlendiği halde neden onlar değil de başkaları etkili oldu? Ve Burkay’ın partisi de -tıpkı batı yakasındaki TKP-TİP gibi- 1984 Şemdinli/Eruh baskınları sonrasına kıyasla göreli olarak barışçıl mücadele döneminde etkili iken, neden işlerin kızıştığı dönemde etkisini yitirdi? Ya da seçim başarısını başkaca mücadele araçlarını kullanmada neden gösteremedi? Bu sorulara Orhan arkadaşın bulunduğu yerden geliştirilecek yanıtlar son derece kıymetli olacaktır. Herkes en iyi “kendi evindeki” problemle uğraşır. Orhan arkadaşın kendi evindeki problemi gündemleştirdiği yerde iyimser olma hakkına sahibiz. Ne kitlecilik ve barışçıllık aşamasında çakılıp kalmak TKP ve TİP’in de içinde olduğu Sovyetik geleneğinin kaderidir ne de radikal ve kitlevi aşamada tutunamayıp marjinalizme sürüklenmek devrimci hareketin kaderi olmalıdır.
Bilikvar, “80 sonrası gençlik hareketi yenilgiyle sonuçlandı” diyor. Elhak, doğru. Fakat bu yenilginin tarifinde ve analizinde hemfikir değilim Bilikvar ile. Birincisi onun kitlevi dönem kabul ettiği 87’ye kadar gelen süreçten hemen, doğrudan, “otomatikman” marjinalizasyona ve yenilgiye geçilmedi. Bilikvar’ın haklı olarak önemsediği radikalizasyon döneminden geçildi ve bu dönemin (1987-89/90) kitleselliği önceki dönemin gerisinde değil ilerisindeydi. Bunu göstermek için tekrara düşmeyeceğim, isteyen 2. yazıya (Yükseliş ve Düşüş) bakabilir. Asıl sorun kitlecilikten marjinalizasyona yuvarlanmak değil; radikalleşen ve başlangıçta belli oranda kitleden de yoksun olmayan hareketin, devrimci yapılar tarafından ilerletilememesi sonucunda hareketin daralması, ufalanması ve tecrit olmasıdır: Orhan’ın terminolojisiyle söylersek yenilginin ya da yenilgiye götüren sürecin gelişim eğrisi böyledir; olaylar, olgular tastamam bunu söylüyor. İkincisi, 80 sonrasında tüm bileşenleriyle toplumsal muhalefetin devrimci yapıların abarttığı seviyede olmadığı, dolayısıyla her tür radikalizmin boşa düşmeye baştan mahkûm olduğu önermesi tartışmalıdır. Elbette 80 öncesiyle kıyaslanacak nicelik ve nitelikte bir hareket yoktu. Ve fakat buradan hareketle hiçbir şey yoktu, dolayısıyla “radikalizmin”, devrimciliğin ya da devrimci yöntemlerin temeli yoktu sonucu çıkarılamaz. Birkaç hatırlatma yapmak zorundayım. Nasıl oldu da 1987’de Emek sinemasında 400-500 kişiyle kutlanan 1 Mayıs’tan, 1989’da İstanbul çapındaki parçalı gösterilerde sayıları on bine yaklaşan bir kitleye ulaşıldı? Ve neden salondaki barışçıl etkinliğe katılımı yirmiye katladı üzerimize kurşun yağdırılan, Mehmet Akif Dalcı’yı yitirdiğimiz eylem? Açık devlet terörüne rağmen neden kitlesellikte ve radikallikte bir gerileme olmadı 2 Mayıs günü yapılan cenaze töreninde? Radikalizm, marjinalliğe meyyal-kitleselliğe mesafeli ise neden deri işçileri sendikalarının öncülüğünde iş bırakarak Dalcı’nın cenazesine geldiler? Ve bütün bu tablonun Türkiye çapında iki milyon işçinin eylemde olduğu 1989 Bahar Eylemleriyle aynı günlerde yaşam bulması tesadüf müdür? Netaş grevinin 14 Nisan 1987’den bir ay önce sona erdiği bana hatırlatılıyor. Bunun hiçbir önemi yok. Bir vapur dolusu üniversitelinin Netaş grevini ziyarete gittiği gerçeğini karartır mı bu? (Ki vapur iskelesinde Hukuk’tan Özlem’in başına gelen komik olay dahi unutulmaz kılmaya yeter bu ziyareti.) Yine grevin sürdüğü günlerde Elmadağ’daki İktisatçılar Cemiyeti’nde yaptığımız bir toplantının sonunda, o akşam evlere gitmenin sakıncalı olacağı, polisin operasyon yapabileceği sonucuna vardığımızda, geceyi topluca Netaş işçilerinin yanında, sendika lokalinde geçirmeye karar verdik. Ve sevgiyle, muhabbetle karşılandık. (Sebebini unuttum, fakat Cemiyet’te açlık grevine başlama kararı almıştık, sendika lokalinde gece, işçilerden ayrı yaptığımız toplantıda çoğunluk grevden vazgeçme kararı aldı.) Son olarak Netaş işçileri, Baştemsilci Gıyasettin’in öncülüğünde gruplar halinde üç gün boyunca 14 Nisan sonrası yapılan açlık grevinde (ilk yazıda anlattım bu eylemin detaylarını) yanımızdaydılar. Gerçek budur. Netaş grevinin Nisan’dan önce bitmiş olması hatırlatılarak bu gerçek kuşkulu hale getirilemez. Dönemin sembol eylemi Netaş grevi ile devrimci öğrenci hareketi arasında iki tarafı da besleyen, moral ve cesaret veren son derece sıcak ilişkiler vardı, varsın grev 14 Nisan’dan önce bitmiş olsun, ne değişir?
Dönemin işçi hareketi kitlesellikte 80 öncesi işçi hareketini katbekat aşsa da nitelik olarak on yıl öncesinin gerisindeydi ve bu çok normal: Arada Cunta badiresi var! İşçi hareketi 89 Bahar Eylemlerinden sonra geri çekilmedi. 4 Ocak 1991’de Zonguldak maden işçilerinin Türkiye’yi sarsan büyük Ankara yürüyüşü başladı. Ve eylem başlamadan bir gün önce gerçekleşen 3 Ocak genel greviyle desteklendi madenciler. Grev günü biz öğrenciler de işçileri desteklemek için Çapa’da eylemdeydik ve esaslı bir polis saldırısına uğradık. Bu eylemlerden bir süre önce Yeni Çeltek grizu patlamasını protesto etmek için onbinlerce işçinin katıldığı Zonguldak’taki mitinge İstanbul’dan otobüsler dolusu öğrenci katıldı. Ve ben Dev-Genç pankartının işçileri nasıl heyecanlandırdığını gözlerimle gördüm. Aynı otobüsle Zonguldak’a gittiğim iki yoldaşım bugün yoklar. Marmara Eğitim öğrencisi Hüseyin Toraman 1991 Ekim’inde gözaltında kaybedildi. O zamanlar liseli genç bir devrimci olan Şengül Boran ise 1995’te Ortadaoğu sahasında toprağa düştü.
KESK’in tabandan ve devrimci memurların inisiyatifiyle örgütlenmeye başlaması aynı dönemin olgularından biridir; tıpkı Kürdistan’da serhıldanların başlaması gibi. Keza Feminist hareket de bu dönemde etkili olmaya başladı. 1989 veya 90’da Sultanahmet’te ilk kez sokakta yapılan 8 Mart kutlamasına katıldığımı hatırlıyorum, galiba el ele tutuşup çember oluşturmuştuk.
Tutsak yakınları, İHD ve aydınların insan hakları ve demokrasi mücadelesi ise Cuntanın hemen ardından başlamış ve 80’lerin sonunda güçlü bir toplumsal meşruiyet ve kurumsallığa kavuşmuştu. Tutsak aileleri ve İHD’nin unutulmaz siması Didar Şensoy bahse konu açlık grevinde bir an olsun ayrılmadı yanımızdan. Ve gönüllü olarak üstlendiği bir görevi de vardı: Alandan dışarı gidecek eylemcileri polisin gözaltına almasını engellemek. Çünkü ilk gün eylem alanından tek tek ayrılan arkadaşlardan gözaltına alınanlar oldu, Didar abla bu işi üstlendikten sonra bir kişiyi bile vermedi polise. Aynı yılın 1 Eylül’ünde (1987) Meclis merdivenlerinde yapılan bir eylem esnasında yaşamını yitirdi. Cenazesi öğrencilerin de yoğun olarak katıldığı binlerce kişi tarafından uğurlandı Feriköy mezarlığında.
Özetle 80 öncesiyle kıyaslandığında elbette ve doğal olarak daha geri, fakat hem devrimciliğe moral ve cesaret veren hem de devrimcilerin üzerinde işlem yapabileceği bir toplumsal muhalefet (bütün unsurlarıyla) vardı 80’lerin ikinci yarısında ve 90’ların başında.
Berlin Duvarı 1989 Kasım’ında çöktü. Fakat bu çöküş ne toplumsal muhalefeti ne de Türkiye solunu bir anda yıkıcı bir kesintiye uğrattı. 1991’deki büyük madenci yürüyüşü buna tanıktır. Keza 1993’te Uğur Mumcu’nun uğurlanmasına ve 2 Temmuz Madımak Katliamı’nın protesto eylemlerine yüzbinlerce öfkeli anti-faşist katıldı tüm emekçi sınıf ve kesimlerden. 1995 Gazi Katliamı’nın ardından yerel ayaklanma boyutuna varan olaylar, devamında gelişen kayıplar kampanyası gibi süreçler Türkiye’de solun yıkımına ve toplumsal muhalefetin yokluğuna değil, ciddi imkanların varlığına işaret eder. 1995 1 Mayıs’ına 100 bin, üç işçinin kurşunlanarak katledildiği, bir gencin de şubede işkenceyle öldürüldüğü 1996 1 Mayıs’ına ise 150 bin katılım oldu. 1996 Ölüm Oruçları esnasında hem barışçıl kitlesel eylemler hem de Gazi Mahallesi’nde kurulan barikatlar türünden radikal-kitlesel eylemler gerçekleşti. Bu arada 4-5 Şubat 1996’da Özgür Gençlik tarafından gerçekleştirilen Taksim, Kızılay ve Konak eylemleri öğrenci hareketinin son hamlesi olarak kaydedilebilir. Nihayet 3 Kasım 1996 Susurluk olayından sonra “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemlerine en az iki milyon insan katıldı Türkiye çapında. 1997 Nisan’ında yeniden başlayan bu eylemler hem yolundan saptırıldı -çünkü sosyalistler tutarlı etkili bir politika izleyemediler bu süreçte- hem de bir dönemin sonu oldu. Yani Orhan arkadaşın, “üzerinde radikalizm inşa edilecek bir toplumsal hareket yoktu” dediği şey 80’lerin ikinci yarısında değil, 1996’nın sonunda bir gerçekliğe dönüştü: Olayların ve olguların söylediği budur, bunları yok sayarak keyfi bir değerlendirme yapamayız.
Peki Duvar’ın çöküşü hiç mi etkilemedi Türkiye’de toplumsal muhalefeti ve solu? Etkilemez olur mu, hala da etkiliyor. Fakat bu sanıldığı gibi bir anda, bıçakla keser gibi sonlandırmadı hareketi. Dolayımlı yollardan ve süreç içinde artarak etkisini duyurdu yıkım. İllaki bir tarih vermek gerekirse işçi-emekçi hareketinin, demokrasi mücadelesinin ve sol yapıların kesin olarak geriye düştüğü tarih 80’lerin sonu değil, 1997’dir; bu zamana kadar bütün dinamikler inişli çıkışlı da olsa etkili olmaya devam ettiler.
Bu konu üzerinde neden uzun uzadıya duruyorum? Çünkü “toplumsal muhalefet dinamiğinin yokluğu” tespiti üzerinden yürüyen tartışmalar bana göre iki çarpık sonuca yol açıyor: 1) Kitleciler, “gerekli zemin yoktu, radikalizm gayretleri marjinalize olmaya mahkumdu” derken, 2) Bilikvar’ın marjinaller dediği devrimcilerin çoğu ise, “gericilik yıllarındaydık denedik olmadı, fırsat bulursak yeniden deneyeceğiz” diyorlar. İkisi de yanlış, ikisi de politik öznelerin koşulların ardına saklanarak kendi gerçeklikleriyle yüzleşmekten kaçınma gayreti. Ve bu saatten sonra beni asıl olarak “bizim mahallenin” yanlışı ilgilendiriyor. Bizim mahalle sorunu tastamam şöyle koymalıdır: Ciddi imkanlar vardı ve biz bunu heder ettik ya da değerlendiremedik. Kim nereden nasıl açık bularak vurmaya çalışırsa çalışsın -bu tip verimsiz tartışmalarla tüketecek ne enerjim var ne de vaktim- ben “Yükseliş ve Düşüş” ve “Devrimsiz Devrimcilik” yazılarında tam da bizim mahallenin sorunlarını tartışmaya çalıştım. Bu hattan yürümeye de devam edeceğim. Orhan Bilikvar arkadaşın açtığı tartışma zemini ve Öner Özkan arkadaşın samimiyeti komşu mahallede de kendi sorunlarıyla hesaplaşma yönünde cesaret verici imkanların olduğunu gösteriyor, umarım değerlendirilir. Ve umarım karşılıklı diyalog, tartışma ve birlikte yürüme imkanlarını serinkanlılıkla değerlendirebiliriz. Kendi payıma bu tartışmalarda kırıcı olduysam ya da bilmeden haksızlık ettiysem, yapıcı bir diyalog sürecinde düzeltmeye hazırım. Çünkü bizim, hepimizin incinen grupsal ya da kişisel egolarımızın üstündedir mücadelenin ihtiyaçları; onu merkeze alamazsak hakikatten Hakan’ın dediği yere demirleriz: Farklı bir sonuca ulaşamayacağımız apaçık olduğu halde hep aynı ezberi tekrarlamaya devam ederiz.
Kitleci partilerin ana aksı olan SSCB ve Sosyalist Kamp çöktü. Peki ya Bilikvar’ın 68’e dayandırdığı hareketçi radikalizmin/marjinalizmin ana aksı olan hareketler ne durumda? Küba hariç onlar da çöktü. Biz Vietnam’ın kahramanlığıyla -haklı olarak- büyülenmiş haldeyiz; peki ya kurtuluştan 4 yıl sonra 1979’da Ho Amca’nın devrimci Vietnam’ı ile Başkan Mao’nun Çin’i arasında iki taraftan binlerce askerin öldüğü sınır çatışmaları yaşandığının farkında mıyız? Farkındaysak bunu neden sorun etmeyiz? Bugünün Vietnam’ında “altın kaplamalı otel” haberlerinin basına düşmesi içimizi burkmaz mı? Ne oldu bizim Arnavutluk’umuza? Nerede Nikaragua devrimi? Cezayir’e ne oldu? Lumumba’nın, Biko’nun, Amilcar Cabral’ın Afrika’sında sömürgelikten kurtuluşun muştuladığı sosyalizm yolu neden tıkandı? Filistin direnişinin liderliği neden soldan Hamas’ın eline geçti?
Soruları uzatmaya gerek yok: Dünya sosyalizminin bütün ekolleri, okulları çöktü. Bu gerçekle yüzleşmeden alınacak bir milim yol yok. Ve sosyalizmin yeni dönemi, bir yeniden kuruluş dönemi olmak zorundadır. Lenin 1915’lerde çöken II. Enternasyonal sosyalizmini bir kenara iterek, Marksist sosyalizmi yeniden kurdu. Mao, Castro, Che, Vietnam ve Latin Amerika gerilla hareketleri, toplumsal mücadeleler, 68 hareketleri, Afrika’dan yükselen anti-sömürgecilik Lenin’in açtığı yola gençlik aşıları sağladılar. Ve şimdi hepsi birden çökmüş halde. Çöküş ne kadar şiddetliyse devrim ve sosyalizme olan ihtiyaç da o derece şiddetli günümüz dünyasında. O halde kendimizi yeniden kurma işiyle verili dünyayı yıkıp-yeniden kurma mücadelesini bir arada götürmek zorundayız. Türkiye sosyalizminin tüm ekollerinin ve toplamda tümünün sorunları bu bağlam, kapsam ve derinlik üzerinden anlaşılabilir ve çözüm yoluna girebilir. Ardımızda ne kadar problem olursa olsun, yine de esaslı birikimlere sahibiz. Başka sözcüklerle genç bir duruşla geleceğe yürüyebilmek için dünyanın pek çok coğrafyasından daha fazla birikim var bizim topraklarımızda.
Aşağıya “III. Enternasyonal, Enternasyonalizm ve Devrim” konulu bir video bırakıyorum, tartıştığımız konulara girizgâh için yararlı olabilir. Orhan arkadaşın Soğuk Savaş yıllarına işaretlediği “savunmacı parti geleneğinin” köklerinin 1920’li yıllara dek uzandığına ilişkin değerlendirmeler var video kaydında, ilgi duyan, merak eden bakabilir.
Umutla, iyimserlikle…
İlgili yazılar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.