Özellikle doksanlı yıllardan başlayarak solun yeni bir siyasal jargon ve daha zengin ve çoğul mücadele alanı yarattığını teslim etmek zorundayız. Belki de seksenlere dair herkesin şikâyet ettiği şu yarı-bilinçli unutma durumunun açıklamasını, seksenler solunun kendine özgün bir dil yaratamamasında aramak gerekiyor diye düşünüyoruz. Bir çağ tam kapanmamıştı. Bizler ise kapanmış bir çağın dilini taklit eden kekeme bir kuşaktık
Biz o çocukları hiç anlamadık/Biz o çocukları tanımadık hiç…/Uyup yükseklerden gelen bir sesin buyurgan tonuna/Bizim olmayan bir ağızla konuştuk haklarında… (*)
İlk söz yerine:
Tarihi konuşmak, onu yazmaya çalışmak, bir eylem biçimini tercih etmek demektir. Biz bu tartışma boyunca anlatılan her şeyin, hepimizin ortak hikâyesi olduğuna inanıyoruz. Bu tartışmada şimdiye dek kaleme alınan yazıların tümü, geçmiş dünyasının görüntüsünü perdeleyen zımni suskunluğu bozmaya ve söz konusu dönemi bütün parçaları ile bugüne taşımaya yardımcı olacaktır.
Öncelikle geçmişin bütün yönleri ile ortaya çıkması için dönemin politik aktörlerinin kolektif hafızasında dönüp duran ve giderek de berraklığını kaybeden yaşanmışlıkların gün yüzüne çıkarılması gerektiğine inanıyoruz. Eğer buradan -az çok- tartışmaya değer bir hikâye ortaya çıkaracaksak, bunun ancak diyalojik bir yöntemle mümkün olduğunu iddia edeceğiz. Bilindiği gibi yapıcı bir diyalog süreci eşit konumdaki öznelerin kendilerini ifade etmek için söz alması ve görüşlerini samimiyetle ortaya sermesi ile mümkün olur. Böyle bir diyalog içerisinde birbirine karşıt ya da çatışan fikirler olabilir. Ancak bu ortak konuşmaya ya da yazmaya engel değildir. Yeter ki diyaloga katılan her özne kendi söz hakkından feragat etmiş olduğunu sanısına kapılmasın. Umuyoruz ki buradan çoğul bir hikâye çıkar. İhtiyacımız tam da budur.
Tarih, yaşanılan andan bakılan bir şey olduğuna göre, geçirdiğimiz siyasal evrimin bakiyesi ve bugünkü siyasi kültürümüzün, bakış açımızda tayin edici işlev göreceğinin ayırdındayız. Bu dolayım ile konuşmak ya da yazmak istediğimiz tarih, bugünkü bilincimiz ve duruşumuzdan azade olmayacak. Ha keza, konuşacağımız ya da yazacağımız her bir şeyin bizim bugün içinde olduğumuz siyasi pozisyonunun tezahürü olduğunu daha baştan kabul ediyoruz. Tarih tartışması aynı zamanda, kavramlara yüklediğimiz manalardaki değişimi keşfetmek, eski kavramlara yüklediğimiz yeni manalarla tanışmaktır. Bu tanışma aynı zamanda kendi değişim serüvenimize bir yolculuk, kendimiz ile yeniden tanışmaya açılmış bir pencere gibidir.
Böyle yaklaşırsak, tekil bir “seksenler öğrenci hareketi tarihi” çıkarmaya çalışmak ve bunu tartışmaya kapalı resmi bir tarih olarak ilan etmenin zorlama bir çaba olacağını söyleyebiliriz. Zira “resmi tarih” sadece devletin ürettiği bir tez ya da yaklaşım değildir. Muhalif öznelerin de zaman zaman bir resmi tarih özlemi içerisine girdiğini gözlemliyoruz. Söz konusu dönem için de resmi, yarı resmi ve gayri resmi tarih tez ve anlayışlarının ortaya çıkması, eşyanın tabiatının gereğidir. Yarıncı saflarda mücadele eden bizlerin, 80’li yıllara dair gayri resmi tarihi, konuşma ve yazımına katkı sunmak amacıyla yapılacak arkeolojik kazıya, elimizden geldiğince katkı sunmaya namzet olduğumuzu belirtmek isteriz.
Öncelikle şunu tekrar belirtmekte fayda var. Yarın sanat edebiyat dergisinin çıkarılması, 1975 TİP’in gençlik örgütü Genç-Öncü tarafından karar altına alınmıştır.
Hafızamızı biraz zorladığımız da birden fazla Yarın’ın olduğunu anımsayabiliriz. Birinci Yarın’ın hangi yoldan geçtiği ve ne tür ilkeler üzerinden kendini inşa ettiğini, ilk yazı kurulunda bulunan Semih Gümüş’ün “Yarın’ın öyküsünü unutmak zor” adlı makalesinden aktarmaya çalışalım.
Yaşadığımız günlerin daha neler getireceğini tam bilemediğimiz belirsizlikler ortasında, bazen Kızılay’ın çevresindeki sokaklarda, bazen Zafer Çarşısı’nın sağ kuytuluğuna inen merdivenlerin sağındaki kahvede buluşup gizlilikle kotarmaya çalıştığımız dergi Yarın’dı. 1980’den önce birbirini tanıyan o birkaç arkadaş, önce nasıl bir dergi çıkaracağımızı günlerce konuşup sonra derginin tasarımını çalışmaya başladık. Dergi ‘sanat edebiyat dergisi’ alt başlığını taşıyacak, ama elbette önce edebiyat dergisi olacaktı. Bizim asıl ilgi alanımız edebiyattı. 1981’de içerde yaşanan ürkütücü koşulların yanında, dışarıda gitgide çoğalan karabasan, hem de politik bir sanat-edebiyat dergisi çıkarmayı nerdeyse olanaksızlaştıracak pek çok etkenle bizi sınırlarken.
Bütün bu olumsuz koşullara karşın Yarın Dergisi’nin ilk sayısı 1981’in Eylül ayında çıkarılır. Geniş bir şair ve edebiyatçı topluluğunun katkı koyduğu dergi, kısa sürede beş bin adet satar. Dergi hapishanelerde yaklaşık beş yüz sürekli okura ulaşır. İlk sayısındaki “Sanat ve edebiyatımızda toplumcu gerçekçiliğin genç soluğu” çıkış bildirisi nefessiz kalan gençlikte kısa sürede karşılık bulur.
Gümüş, aynı makalesinde şöyle diyor:
Bir sanat ve edebiyat dergisi olmanın yanı sıra ortaya koyduğu politik tavır ve etkinliğinin gitgide artması yüzünden dergi polis tarafından sıkıştırılmaya başlamıştı. Yarın’ın örgütsel bağları olup olmadığı kuşkusu yakın çevremizdeki arkadaşlarımızın da endişesi arasındaydı. Bu endişe bütün bütüne hiç yok olmadı ama derginin o sırada yalnızca çalışanlarınca ve sınırsız inisiyatifle yönetiliyor olması eşit biçimde paylaşılıyordu. Şimdi o yıllara dönüp baktığımda, yaptığım en anlamlı işlerden birinin Yarın’ı örgütsel bağların gölgesinden kurtarmak olduğunu görüyorum. Ancak bizden sonraki dönemlerde dışarıdan yapılan müdahale değiştirdi Yarın’ı ve bu değişim onun yıpranmasına ve yok olmasına neden oldu. Yarın’ın, döneminin en radikal kararlığı olarak gördüğü ilgi, edebiyatımızın değerlerini kucaklama konusundaki çabası ve geniş bir alana yayılan etkinliği, onu son yirmi beş yılın en önemli değerleri arasına sokmuştur.
Derginin “gençlik dergisine” dönüştürülme sürecini ise, “Ona karşı yapılmış en önemli yanlış, gene kendi içinden gelen yazarları ve şairleri uzaklaştıran, politik bir gençlik dergisine dönüştürme çabalarıydı ki, bir zor oyunuyla gerçekleşen bu dönüşüm, onun dört yılda kazandığı saygınlığın erimesine neden olmuştu” şeklinde özetliyordu.
Yayın kurulundaki ya da omuz veren şair ve edebiyatçıların solun farklı yelpazesinde olmalarından dolayı, örgütten görece bağımsız olan yayın çizgisi sanat-edebiyat alanında kararlı radikal duruşu ile hepimizin dergisi olmaya namzet olmuş ve önemli ölçüde bunu başarmıştı.
Birinci Yarın, iki açıdan çok önemli bir misyon yüklenmiş ve başarıyla sürdürmüştür. Birincisi, sanatın nasıl özgürlükçü-muhalif bir öz taşıdığını bir kez daha görmemizi sağlaması ve faşizmin zifiri karanlığında, bir kıvılcım çakma cesaret ve hüneri ortaya koymasıydı.
İkincisi ise, solun değişik kesimlerinden gelen yayın kurulu üyelerinin, sanat-edebiyat alanında, ortak mücadele hattı inşa etmeleriydi. 70’li yılların rekabetçi politik kültürüne inat, hep birlikte yaşasın sanat, yaşasın hayat diyebilme hünerini ortaya koymalarıdır.
12 Eylül sonrası gençliği tartışırken, bu kısa süren ama son derece önemli deneyi de bütün yönleriyle ortaya çıkarmamız gerekir. Zira bu dönem, biraz da hepimizin sempatik duygularla dergiye baktığımız dönemdi.
Yarın Dergisi’nin birinci döneminin Genç-Öncü’nün merkezi müdahalesi sonucu sonlandırılmasının, bize gösterdiği en önemli nokta solun sanata bakışındaki kadim sorunsallıktır.
Sanatı günlük siyasetin yardımcı enstrümanı gibi gören anlayış ile sanat ve sanatçılar arasında öteden beri derin bir gerilim süregelmektedir. Bu gerilimi ortadan kaldırmak ancak ve ancak, sanata, siyasetin propagandif dolgu maddesi olarak bakan anlayışı terk etmek, sanatın devrimci işlevini kendi özerk alanında görmek ve siyaset ile sanat arasında yeni bir ilişkilenme biçimi yaratmak ile mümkün olacaktır.
1983 seçimlerinde, faşist cuntanın açıkça desteklediği Turgut Sunalp’ın MDP’sinin (Milliyetçi Demokrasi Partisi) üçüncü parti, Turgut Özal’ın ANAP’ının tek başına iktidar olması, vesayet altında olsa da “sivil bir hükümetin” iktidara gelmesinin yarattığı koşulları olanağa çevirme çabaları istisnasız bütün sol çevrelerde hız kazandı. Çeşitli alanlarda, yeni örgütlenme biçimleri altında demokratik mücadele için adımların atılmasını ve yığınak yapma çabaları hız kazandı.
Bu çabalara kimi zaman, kendiliğinden çıkışlar eşlik etmekteydi. Öğrenci hareketi açısından bu kendiliğinden çıkışın mihenk taşı sayılacak gelişme, 1984 yıllında Ankara Hukuk Fakültesi öğrencileri tarafından gerçekleştirilen Öğrenci Derneği kurma girişimidir. Bu girişimlerini ve karşılaştıkları engellemeleri, Yarın dergisi ile paylaşmaları ve Yarın dergisinin bunu yazması, çıkışın takipçisi olması, TİP’in gençlik örgütü, Genç-Öncü merkezinin, Yarın Dergisi’ni, politik gençlik dergisine evriltme kararına götürür.
Semih Gümüş’ün “bir zor oyunuyla gerçekleşen dönüşüm”den kastettiği, Genç-Öncü merkezinin aldığı bu karardır. Bu karar ile birlikte, Yarın dergisi tedrici olarak Genç-Öncü’nün, yarı resmi yayın organına dönüştürüldü. Bu değişimle birlikte, adım adım hepimizin olan Yarın dergisi, biz Genç-Öncü ve etki alanındaki gençlerin dergisi haline geldi.
1981’de kurulan YÖK (Yüksek Öğrenim Kurumu), üniversitelerin görece özerkliğini yok etmiş, eğitim yerleşkelerinin etrafını tel örgülerle çitlemiş, büyük kampüslerin içerisine karakollar kurmuş ve üniversiteleri açık cezaevine çevirmişti. Öğrenci gençlik içinde, hoşnutsuzluk dalgası gözle görülür hale gelmişti.
Yarın dergi çevresi, Özerk Demokratik Üniversite mücadelesini örgütlemek amacıyla, bütün üniversitelerde etkin bir faaliyet içine girdi. Uzun bir mücadele sonrası, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği kuruldu. Ardından İzmir, İstanbul ve Ankara’nın birçok fakültesinde, öğrenci dernekleri kurulmuş oldu.
1984 yıllında ülkenin sanatçıları, çağından ve çevresinden sorumlu kimseler, “Aydınlar Dilekçesi” olarak anılacak bir metinle, ülkenin gidişini eleştirdiler. Toplumda önemli yankılar uyandıran bu girişim, toplumsal muhalif güçlere moral kaynağı olduğu gibi, yeni mücadele yöntemleri geliştirmede, esinlendirici işlev gördüğünü söylemek mümkündür.
1985 yılı birçok gelişmeye sahne oldu. 1983 yılında kurulan ancak cunta tarafından veto edildiği için seçime giremeyen SODEP (Sosyal Demokrasi Partisi) ve seçime girmiş olan HP (Halkçı Parti) SHP çatısı altında birleşti.
SHP’nin öğrenci hareketinin gelişmesinde, önemli ölçüde yardımları oldu. Parti mekanlarını açmak, öğrenci gençliğin mücadelesini meclise taşımak, birçok veçhesi ile sahip çıkmak mücadelenin meşrulaşmasına önemli ölçüde katkı koymaktaydı
Aynı yıl Otomobil-İş sendikasının önderliğinde, İstanbul Topkapı, Beyoğlu ve Anadolu yakasında önceden belirlenmiş üç fabrikanın kapısında 1 Mayıs kutlaması gerçekleştirildi.
Kültür sanat alanındaki mücadelenin de yükselişe geçtiği görülmekteydi. Cezaevlerindeki direniş, edebiyat ve sanata alanındaki karşılığını yaratmaktaydı.
Muhalif müziğini günümüze kadar taşıyacak olan Gurup Yorum sahneye çıktı. Protest müziğin diğer bir etkin figürü Ahmet Kaya, idam mahkûmu Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü” adlı şiirini besteleyerek içerinin direniş rüzgârlarını dışarıda estirmeye başarmıştı. Cezaevlerinde tek tip elbiseye karşı direniş, kendi bedenini yakma, ölüm oruçları, yaygın eylem biçimlerine dönüşmüş ve kimi kazanımlar elde edilmişti. Cezaevi direnişleri, muhalif kamuoyunun önemli gündemlerinden biriydi demek abartı olmayacaktır.
Aziz Nesin önderliğinde kurulan Bilar ve eğitim ve akademi dünyasından uzaklaştırılan 1402’liler ciddi bir hareketlilik içinde ülkeye giydirilmiş deli gömleğini yırtma çabası içine girmiştiler.
Kürt coğrafyasında direnişe, baskılar eşlik etmekteydi. Öğretmen Sıdık Bilgin’in gözaltında öldürülmesi, onun şahsında Kürt coğrafyasında baskıların, gün yüzüne çıkmasına vesile olmuştu. Cumhuriyet gazetesinin Adana temsilciliği görevini sürdüren Celal Başlangıç ve gazete yazarı Erbil Tuşalp’ın, Kürt coğrafyasındaki katmerli baskıyı ülkenin Batısına taşıma çabaları, ülkede olup bitenden haberdar olmak açısından, azımsanmayacak önem arz etmekteydi.
SHP milletvekilleri Cüneyt Canver ve Fikri Sağlar’ın Kürt coğrafyasındaki hukuk dışı baskıların ısrarlı takipçisi olmalarının, SHP’yi Kürt raporunu yazmaya götürmede işlev gördüğünü söylemek mümkündür.
Aydınlar, İHD (İnsan Hakları Derneği); tutuklu yakınları, TAYAD (Tutuklu Aileleri Yardımlaşma Derneği) kurma çalışmalarına hız vermişlerdi. 12 Eylül’ün, patronları sevindirmek için çıkardığı yasalara karşı işçi sınıfı içinde ciddi hoşnutsuzlukların uç verdiği bu zaman diliminde Otomobil-İş sendikası sınıf sendikacılığının gereklerini yapmaya çalışmakta, Türk-İş içinde muhalif sendikalar kendi aralarında birliktelikler oluşturarak, bir taraftan sarı sendikacı anlayışla mücadele diğer taraftan işçi sınıfının itirazını örgütlemeye çabalamaktaydılar.
1987 yıllında aralarında Didar Şensoy’un da bulunduğu tutuklu yakınları, meclise dilekçe vermek üzere Ankara’ya yürümüştü. Polisin acımasız saldırısı sonucu, geriye “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!” sloganını bırakarak Didar Şensoy hayatını yitirmişti.
Solun istisnasız farklı bütün örgütlü yapılarının ve örgütsüz bireylerin faşizme karşı kendi bulundukları yerden karşı çıkış örgütlediklerini söylemek mümkündür.
Kısacası öğrenci derneklerinin kuruluşu sadece bu tartışmalarda sıklıkla dile getirildiği gibi TİP çevresinin müzmin teşkilatperverliği ile açıklanamayacak bir dinamiğe dayanıyordu. Bu zaviyede TİP çevresine ya da “Yarıncılara” düşen rol olsa olsa toplumsal süreci iyi okumak ve ortaya çıkardığı dinamiklere gereken önemi vermekten öte bir şey değildir diye düşünüyoruz.
Yarın çevresi, özerk demokratik üniversitenin hayat bulması için üniversitenin öğretim görevlileri, üniversite çalışanları ile birlikte, üçüncü ve en kalabalık olan bileşeni öğrencilerin üniversite yönetimlerinde temsil edilmesi gerektiğini saptamıştı. Bu temsiliyetin gerçekleşmesi için ise öğrencilerin kendi derneklerini kurmasını, ön şart olarak görmüş, bu dolayım ile siyasal çalışmasının ağırlığını, bu noktada odaklaştırmıştı.
Yarın dergisinin, öğrenci gençliği, sendikal demokratik alanda örgütleme çabaları zorlu ama kararlı bir şekilde ilerledi. Polisin baskılarına rağmen birçok üniversitede dernekler kuruldu. Tabii ki, dernek kurucularının hepsi Yarın’cıydı iddiasında değiliz. Ancak başlangıçta, dernekleşme çalışmasının lokomotif gücü Yarın’cılardı. Derneklerin kurulmasıyla bir eşik geçilmiş oldu. Ancak derneklerin gençliğin en geniş kesimlerini bir araya getirmesi henüz aşılmayı bekliyordu.
YÖK’ün 44. Maddesi nedeniyle 40 bini aşkın öğrencinin okulundan atılmış olması derneklerin bu soruna yoğunlaşmasına nesnel zemin hazırladı. Bütün üniversitelerde başlatılan “44. Madde değiştirilsin” imza kampanyasına 13 bin öğrenci imza attı. Bu imzaları, meclise götürmek üzere, dernek temsilcileri Ankara’ya yürüme kararı aldılar. 4 Kasım günü İstanbul ve İzmir olmak üzere iki ana koldan başlayan yürüyüşün katılımcıları, 44. Madde nedeniyle okuldan atıldığı için intihar eden Eskişehir Anadolu üniversitesi öğrencisi İsa Tanrıverdi’nin mezarı başında buluşarak planladıkları gibi YÖK’ün kuruluş günü olan 6 Kasım’da, Ankara’ya ulaştılar. Ankara’da ODTÜ kampüsünün önünde yaklaşık 1500 öğrenci, temsilcileri karşıladı. Aynı gün mecliste grubu olan parti başkan vekilleri ile görüşen dernek temsilcileri ardından Meclis Başkanı Necmettin Karaduman ile görüştü ve öğrencilerin taleplerini dile getirdiler ve 13 bin öğrencinin imzaladığı dilekçeleri, meclis başkanlığına teslim ettiler. Aynı yıl YÖK’ün, üniversiteden 40 bin öğrencinin atılmasına sebep olan 44. Maddesi öğrencilerin talepleri doğrultusunda değiştirildi. Böylece öğrenci gençlik mücadelesinin ilk kazanımı da elde edilmiş oldu.
1987 yılında Cumhuriyet gazetesi muhabiri Asiye Uysal’ın üniversitelerde yaptığı bir araştırmaya göre öğrencilerin yüzde 75’i dernekleri olumlu bulduğunu, yüzde 45’i ise, derneklere üye olmayı düşündüğünü söylemişti. Bu araştırma verileri, son derece önemli bir politik yol ayrımın kavşağında olduğumuza işaret etmekteydi. Bu kavşağın sapaklarından biri bu öğrencileri, derneklerde bir araya getirmeyi sağlamak suretiyle, kitlesel demokratik öğrenci hareketini oluşturma gayesine yoğunlaşmak, diğeri ise mevcutta olduğu kadarına razı olup, dernekleri hızla bir merkezi yapıya evriltmek ve bu merkezi yapının iktidarına talip olmaktı.
Yarın çevresi olarak “her üniversiteli, öğrenci olması nedeniyle derneklere üye olmalıdır” diyor idik. Dolayısı ile düşünsel temelde öğrenci gençliğin, en geniş kesimini örgütlemeden yana görünmekteydik. Ancak, içine girdiğimiz pratik, bizi yukarıda sözünü ettiğimiz ikinci sapağa doğru götürmekteydi. Yeterli olgunluk seviyesine ulaşmadan, dernekleri merkezi çatı altında birleştirme ısrarımız, öğrenci derneklerinin merkezi yayını olmasını düşündüğümüz Öğrenci Postasının, yayın kurulunun tamamına yakınını Yarın’cılardan oluşturmak biçiminde atığımız adımlar düşünüldüğünde biz de fiilen, yüzümüzü derneklerin iktidarlarına doğru çevirmiş durumdaydık.
Değişik sol örgüt ve çevreler, politik dergiler çıkarmaya başladıkları bu süreçte, yayınları aracılığı ile derneklere ilişkin, fikir ve öneriler üretmeye başladılar. Ancak ne Yarın çevresi olarak bizler ne de farklı perspektifler sunan çevreler ortaya çıkan farklı önerileri ortaklaştırma konusunda başarılı olabildik.
Bu başarısızlığın nedenleri arasında, solun tarihinden devraldığımız politik mirasın tayın edici rolü vardı. Bu mirasta bizim TİP çevresi olarak kendimize yüklediğimiz “öncü parti” misyonu olmuştu. Ancak bu inanış sadece bize özgü değildi, istisnasız bütün sol yapılar kendilerini birliğin lokomotifi, dışındaki sol kesimleri de vagonları olarak görmekteydi. Bu durum ortaklaşmayı değil, karşı karşıya gelmeyi körüklemekteydi.
Bir taraftan polisin dernekler üzerinde kurduğu baskı, diğer yandan dernekleri sol içi rekabet alanına dönüştürmüş olmamıza, derneklerin iktidarı için kıyasıya mücadele de eklenince, dernekleri hedef kitlesi ile buluşturmak amacı ufkumuzdan silindi. Geriye hepimizin ortak başarısızlığına yeni bir örnek olarak gösterilebilecek bir pratik kaldı.
1987 yılının başında, ANAP iktidarının tek tip dernek yasa teklifi üzerinde çalışmakta olduğu, milletvekili İsmail Dayı tarafından dillendirildi. Yeni yasa teklifi, fakülte derneklerinin kapatılmasını, bunun yerine her üniversitede tek bir üniversite derneğinin kurulmasını öngörmekteydi.
Bu durum, öğrenciler tarafından iktidarın, dernekleri güdümlü hale getirme çabası olarak değerlendirilerek karşı çıkışın yolları aranmaya başlandı. Bütünsel bir karşı çıkış örgütlemek üzere İstanbul Eyüp SHP’de toplanan dernekler platformunda iki ayrı eylem biçimi gündeme geldi. Derneklerde muhalif durumda olan, kendilerini devrimci demokrat olarak tanımlayan arkadaşlarımızın eylem önerisi İstanbul Üniversitesi merkez yerleşkesine yakın bir yerde, izin almaksızın kitlesel bir yürüyüş yapmaktı. Yarıncıların önerisi ise, Tek Tip Dernek Yasa Tasarısının geri çekilmesi talebiyle, imza kampanyası açılması ve üniversitelerde, yasa tasarısının anti demokratik içeriğinin, geniş öğrenci kitlesine anlatılması ve toplanan imzaların, dernek temsilcileri tarafından topluca, Ankara’ya, TBMM’ye götürülmesi şeklindeydi. Uzun tartışmalar sonucunda eylem biçiminde ortaklık sağlanamayınca, öneri sahipleri kendi eylemlerini kendileri yapmak durumunda kaldılar. 14 Nisan’da toplanan imzaları Ankara’ya götürmek üzere, Yarıncıların önerisini benimseyen bir grup öğrenci dernek temsilcisi, Sultanahmet Meydanı’nda bir araya gelerek basın açıklaması yaptılar. Yoğun bir polis ablukası altında, kalabalık bir öğrenci grubu tarafından uğurlanan dernek temsilcileri, otobüslere binerek, Ankara’ya hareket ettiler. Devrimci demokrat dernek temsilcileri ise, kendi önerileri doğrultusunda, Aksaray’da yaklaşık 2000 öğrenci ile İstanbul Üniversitesi Kampüsü’nün bulunduğu, Beyazıt’a doğru yürüyüşe geçtiler. Yürüyüşe geçen öğrenciler, Edebiyat Fakültesi önüne geldiğinde, polisin saldırısıyla karşılaştılar. Polisin dağılmaları yönünde yaptığı uyarılara, sloganlar ve türkülerle karşılık veren öğrencilerin protesto yürüyüşü, coplu polis saldırısıyla dağıtıldı ve 63 öğrenci gözaltına alındı. Mahkemeye sevk edilen öğrencilerin 31’i, “2911 sayılı yasaya muhalefet etmek, izinsiz yürüyüş yapmak, polise mukavemet etmek ve slogan atmak” suçlamalarıyla tutuklandı.
Otobüslerle Ankara’ya hareket eden dernek temsilcileri ise, İzmit civarında gözaltına alındılar. Geceyi polis karakolunda geçiren öğrenciler, ertesi gün, SHP yöneticileri ve basının desteğiyle serbest bırakıldılar. İzmir ve Bursa’dan gelen dernek temsilcileriyle Eskişehir’de buluşarak, Ankara’ya meclise gittiler. SHP milletvekilleriyle görüştükten sonra, “Tek Tip Dernek Yasa Tasarısının” geri çekilmesini talep eden dilekçeleri meclise ilettiler. İzmir’de ve Ankara’da, yasa tasarısının geri çekilmesini isteyen öğrenciler, oturma eylemi, yemek boykotları, PTT’ye giderek toplu telgraf çekme, açlık grevi gibi eylemlerle protestolarını sürdürdüler. ODTÜ’de oturma eylemi yapan öğrenciler, jandarma tarafından dipçiklenerek gözaltına alındılar. İzmir’de telgraf eylemi yapan 171 öğrenci gözaltına alındı. Birçok üniversite yerleşkesinde yasa teklifinin yanı sıra tutuklanan öğrencilerin tutuklanmasını protesto eylemleri yapmaktaydı. 12 Eylül sonrasının en yaygın ve kitlesel eylemleri sonuç vermiş, yasa teklifi geri çekilmiş. Öğrenci gençlik ikinci direnişinde de başarı elde etmiş oldu.
1980’lerin öğrenci hareketi üzerine yapılan az sayıdaki tartışma her defasında “Nisan eylemleri” üzerine düğümlenmiştir. Lafı fazla uzatmadan söylersek bu yazıyı kaleme alanlar olarak bizlerin “bugünden baktığımızda” görüşümüz, Yarın Çevresi olarak 14 Nisan yürüyüşü ile başlayacak eylemlilik sürecini, özellikle İstanbul’da, oldukça eksik okuduğumuz yönündedir. Yoksa Yarın Çevresinden gençler İzmir başta olmak üzere bütün illerde eylemlilikler içerisinde yer almıştır.
Ancak burada söz konusu olan eksiklik bu tartışmalarda dile getirildiği gibi öğrenci hareketine bir “fren koyma” niyeti ile savrulduğumuz bir nokta değildir. Yine bugünden bakarak söylersek, buradaki sorunun birincil kaynağının daha önce kullandığımız “imza kampanyası-yürüyüş” türü bir aracın önceki başarısına fazla önem atfetmemiz olduğunu söyleyebiliriz. Bu araçlar üzerine aşırı ısrarımız bizi toplumsal hareketliliğin yeni imkânları üzerine düşünmeye bir ölçüde kapalı hale getirmişti. İkinci bir konu ise sert bir itişme sürecinin öğrenci derneklerini en geniş öğrenci kitlesinden koparacağı yönlü kaygımızdı.
Ancak, şunu teslim etmek zorundayız ki, daha ilk günden başlayarak 14 Nisan eyleminde aldığımız tutumun yanlışını kendi içimizde tartışır olmuştuk. Bu eksiğimizi telafi etmek için ikinci günden başlayarak bütün eylemlilik sürecinde ve tüm gücümüzle var olmaya çalıştık. Böylece öğrenci hareketini en geniş öğrenci kesiminden koparmaya kadar varacak bir “eylem yarıştırma” süreci içerisine Yarın Çevresi olarak biz de dâhil olduk.
Aynı yılın haziran ayında İzmir, Bornova’da bulunan ETÜT (Ege Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği) lokalinde yapılan öğrenci dernekleri platformu toplantısında yapılan tartışmada, devrimci demokrat arkadaşlarımızın DÖB (Devrimci Öğrenci Birlikleri) kurma önerisi, genel kabul görmeyince platform bir daha toplanmamak üzere dağılmış oldu. İki kanaldan iki farklı anlayışla ivmesi düşerek sürdürülmeye çalışılan dernekleşme çalışmasında sonun başına gelinmiş oluyordu.
Özerk demokratik üniversite için, YÖK nezdinde iktidarın üniversiteleri kışlalaştırma girişimine karşı çıkışımız, nüanslarımızla birlikte, ortak paydamızdı. Ha keza öğrenci derneklerinin önemli mücadele aracı olduğuna kimsenin itirazı yoktu. Ancak derneklere üye olacaklarda aranacak nitelikler konusunda görüş farklılığı vardı. Devrimci demokrat arkadaşlarımız derneğe üye olacak öğrencinin anti-faşist, anti-emperyalist olmasını şart koşuyor ve bu şartın dernek tüzüğüne yazılmasında ısrar ediyorlardı. Yarın çevresi olarak bizlerse “isteyen her öğrenci derneğe üye olabilmelidir” düşüncesindeydik. Bugünden bakınca çözümü çok da zor olmayan bu tartışma boyunca, Lenin’in devrim tezleri, Dimitrov’un “anti-faşist” cephe önerileri, Latin Amerika devrimlerinin işimize gelen yönleri ya da üç-dünya teorisi gibi birtakım tartışma başlıklarının havada uçuştuğunu biraz da tebessümle hatırlıyoruz. O günlerde bu tartışmanın kızgın alevleri -her zaman olduğu gibi- tartışmaya katılan bütün çevreleri büyülemişti. Tartışmanın bütün tarafları gibi bizler de gereğinden fazla enerji soğuran bu sürecin bizi temel birtakım meseleleri görmekten alıkoyduğunu hiç fark etmiyorduk.
Gözden kaçırdığımız temel meselelerin en başında Kürtlerin varlığı ve bu varoluş nedeniyle Kürt gençlerine anadilde eğitim hakkını savunmak gibi bugün bütün sol açısından reddedilmesi olanaksız bir konu geliyordu örneğin. Bu dolayım ile daha başlarken Kürt öğrenci gençliğini yok sayarak derneklerin dışına itmiş olduk. Bu aynı zamanda içinde anadilde eğitimin olmadığı eksik bir özerk demokratik üniversite anlayışına sahip olduğumuz anlamı içermekteydi. Üstelik birçoğunda olduğu gibi bu “eksikliğimizde” de Yarın Çevresi olarak yalnız değildik. Tartışmaların bütün sertliğine ve keskinliğine rağmen “anadilde eğitim” gibi temel konuyu öne sürmeyi kimsenin akıl edememiş olduğunu saptamak, o döneme dair yapacağımız zihin jimnastiğimde önemli bir başlık olmaya adaydır diye düşünüyoruz.
Bütün bu gelişmelere paralel TKP ve TİP arasında yürütülmekte olan görüşmeler geri dönülmez aşamaya gelmişti. 1987 yılında Brüksel’de yapılan bir basın toplantısıyla dünya kamuoyuna duyurulan birlik toplantısı, sonrasında hayatını kaybeden TİP genel başkanı Behice Boran’ın cenazesinin Türkiye’ye getirilmesi ve ayrımsız bütün sol güçlerin cenazeye kitlesel katılması önemli basamak olarak görüldü. Bunun ardından sıra, birleşerek TBKP (Türkiye Birleşik Komünist Partisi) ismini alan yeni partinin yöneticilerinin komünizm yasağını kırmak amacıyla yurt dışından dönüş kararı almalarına geldi.
TİP ve TKP gençliği arasında yürüyen birlik görüşmelerinde çeşitli tartışma başlıkları hızla çözüm beklemekteydi. Bir başka ifade ile her iki gençlik yapısının da partilerin hızı ile senkronize olması gerekiyordu. Tartışılan başlıklardan biri de Yarın Dergisi’nin kapatılması, yerine ortak bir yayının çıkarılması şeklindeydi. Genç-Öncü ve Yarıncıların pek sıcak bakmadığı bu gelişme, bütün hoşnutsuzluğa rağmen karara dönüştü. Bu durumun gençlik içinde motivasyon düşürücü etkisinin yanı sıra, birlikte çıkardığımız Söz Hakkı’nı istenilen araca dönüştürememiş olmamız bizi gençlikten yalıtılma işlev görmekteydi. Birlik sürecine kilitlenen üye ve aktivist arkadaşlarımız, üniversite yaşamından uzaklaşmaktaydılar. Uzun bıktırıcı iç tartışmalar, gençliğin enerjisini parti içine kilitlemiş durumdaydı. Bu özel durumumuza dünya sosyalist sisteminin çöküşü de eklenince çöken duvarın altında kırılmaya ve paralize olmaktan bir bütün olarak kendimizi kurtaramadık. Ancak bu ekolde yetişen bir dizi arkadaşımız kesintisiz bir biçimde mücadeleye devam etmekteydi. Bizim kendi hikâyemiz de bu minvalde gelişti.
Öte yandan öğrenci hareketinde aktivitelerini sürdüren devrimci-demokrat arkadaşlarımız hareketi kalıcılaştıramadığı gibi, kimi zaman sol içi rekabeti fiziki çatışmaya taşıdıklarına da tanık olduk. 1990’lı yılların başında bütüncül bir öğrenci hareketinden söz etmek mümkün olmayacak düzeye indiğini söylememiz abartı olmayacaktır.
Yine bugünden baktığımızda seksenlerdeki solcuları tuhaf bir dille konuşan insanlar olarak görürüz kuşkusuz. Oysa seksenlerde bizler çok da özgün ya da yeni bir dille konuşmuyorduk, olsa olsa yetmişlerden devraldığımız bir terminoloji ve akıl yürütme yöntemleri kullanarak bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Bugün bizlere seksenlerin politik dilinin, örneğin, yetmişlere göre daha uzak ve hatta yer yer itici gelmesinin bir nedeni olmalı diye düşünüyoruz. Bu duruma, biraz indirgemeyi göze alarak, şöyle bir açıklama getirebileceğimize inanıyoruz: Seksenler boyunca solun bir önceki siyasal jargonunu taklit etmekten öteye gidemememiz ciddi bir soruna yol açmıştı. Çünkü bu dil ciddi bir güç ve sol-içi rekabet dinamiklerine dayanıyordu. Ancak seksenlerdeki bütün sol siyasal özneler önceki döneme göre kalıcı bir güç ve örgütlülük kaybı içerisindeydi. Üstelik söz konu olan, o günlerde sandığımız gibi, bu hiç de “geçici” bir durum değildi. Adına neoliberalizm denilen yeni ve çok kalıcı bir saldırı dönemi başlamıştı ve kısa sürede de durumu tersine çevirecek bir gücümüz yoktu. Maalesef yirmi birinci yüzyıla da sarkan bu sürecin hesabını hala görebilmiş değiliz. Dolayısıyla seksenlerde bizler, artık kapanmış bir dönemin dili ile konuşan ve bu dil üzerinden sonunda herkesin kaybedeceği bir oyun içerisine gönüllü olarak dalan anakronik öznelere gibiydik. Özellikle doksanlı yıllardan başlayarak solun yeni bir siyasal jargon ve daha zengin ve çoğul mücadele alanı yarattığını teslim etmek zorundayız. Belki de seksenlere dair herkesin şikâyet ettiği şu yarı-bilinçli unutma durumunun açıklamasını, seksenler solunun kendine özgün bir dil yaratamamasında aramak gerekiyor diye düşünüyoruz. Bir çağ tam kapanmamıştı. Bizler ise kapanmış bir çağın dilini taklit eden kekeme bir kuşaktık.
Tarih yazımı bir eylemdir. Dolaysıyla yaşayan ve bugünle bağlarını kurulmaya muhtaç bir anlatıdır. Yaşam, bir yönü ile unutkan ama “aktif unutkan” bir eylemdir. Tarih anlatılarının yaşama hizmet etmesi için, zaman zaman unutulmaya açık olması gerekir. Ucu açık bir tarih yazımı süreci hatırlama ve unutma sarkacı arasında uygun bir denge bulmak zorundadır. Nereden bakarsak bakalım, tarihe yaklaşımımızın, yaşadığımız bugünün birlikte tarih yazmasına engel olacak bir noktada olmaması gerekmektedir. Buradan yaklaşınca seksenlerin tarih yazımında aktif unutmamız gereken çatışma ve rekabet dilini diriltmemeyi gözeten bir yerden tartışmaya devam etmek dileği ile.
(*) Yolculuk, Şükrü Erbaş, Yarın Yayınları, 1986
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.