Egemenler arası eski mutabakat zemininin kalmadığı, uluslararası manevra aralığının daraldığı ve toplumsal desteğini yitirdiği koşullarda Erdoğan'ın bu savaşlardan istediği sonucu elde etmesi eskisi gibi mümkün değildir. Onun savaşı artık bir taarruz savaşı değil, taarruz havası verilmiş ama ezilen sınıflar karşısında sınırsız bir saldırganlık potansiyeli barındırsa da egemen sınıfların ciddi bir kesimi karşısında savunmayı da içeren, saldırganlığını çaresizliğinden alan özel bir sınıf savaşı
TÜSİAD’ın laiklik ve demokrasi vurgulu Yüksek İstişare Konseyi toplantısı, Merkez Bankası’nın TÜSİAD’da temsil edilen sermaye kesiminin isteği hilafına ve beklentilerin ötesinde bir faiz indirimine giderek TL’nin Dolar karşısında rekor düzeyde değersizleşmesinin önünü açması, MÜSİAD ve iktidara yakın diğer sermaye çevrelerinin bu kararı desteklemesi, Tayyip Erdoğan’ın Osman Kavala’nın tahliye edilmesi gerektiğini söyleyen 10 büyükelçiyi “istenmeyen kişi” ilan etme resti, 7’si NATO ittifakına üye ülkelerden 10 büyükelçiliğin Kavala açıklamasını geri çekmeden ve tutumlarını özü itibariyle değiştirmeden Erdoğan’a geri adım attıran manevrası, Suriye ve Irak’a Erdoğan başkomutanlığında iki yıl daha asker gönderme tezkeresi ve CHP’nin daha önceki tezkere oylamalarındaki tavrının aksine bu kez TBMM’de açık bir “hayır” ile itiraz etmesi, sonrasında Erdoğan’ın linç çağrısı anlamına gelecek bir video eşliğinde “Kılıçdaroğlu millete hesap verecek” demesi…
Neler oluyor?
Tayyip Erdoğan delirmiş değil. Kemal Kılıçdaroğlu’nun da aklı bir yere gidip gelmiş değil. Herkesin aklı yerli yerinde duruyor. Siyaset, sınıf mücadelelerinin, sınıflar arası ve sınıf içi ilişki ve çelişkilerin belirlediği sınırlar içinde icra ediliyor.
Peki değişen ne?
İşte tam da bu ilişki ve çelişkilerin belirleyiciliğinde bir kırılma noktasındayız. Ezilen sınıflar arasındaki rıza üretme kapasitesi hızla zayıflarken egemen sınıf fraksiyonlarının zıt yönlü beklentileri karşısında bir o yana bir bu yana giden iktidarın, emperyalistler ve sermaye içinden yükselen “tercihini yap” çağrıları karşısında türbülans halinden savaş fazına geçtiği bir andayız. “Savaş” derken kelimenin hem gerçek hem de mecazi anlamında, birden çok cephede verilecek, hangi olası senaryo gerçekleşirse gerçekleşsin iktidarın değişmez bir ilke olarak Türkiye halklarının ekmek, özgürlük, barış ve demokrasi özlemlerini hedef alacağı bir çatışma sürecinden söz ediyoruz.
Martta aralanan kapı
Savaşın bir boyutunu Mehmet Baki Deniz ve Ümit Akçay ile Hakkı Özdal’ın geçtiğimiz günlerde Sendika.Org’da yayımlanan yazılarında dikkat çektiği üzere sermaye içi savaş oluşturuyor: Türkiye kapitalizmini kim yönetecek? Bir boyutunu ABD-Rusya arası tercih zorlaması, Suriye’nin asli unsurlarının geri çekilme zorlaması, yeni bir mülteci akını tehdidi ve TSK içi hoşnutsuzluk altında yeni bir aşamaya geçen Suriye savaşı oluşturuyor: Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki konumu ne olacak? Bir başka boyutunu Erdoğan’ın toplumsal desteğinin zayıflaması ve egemenler arası çelişkilere bağlı olarak gelişen kontrgerilla içi çatışmalar oluşturuyor: Devlet iktidarının sahibi kim? En nihayetinde, değişmez ve tüm sistem içi çatışmalar açısından kuşatıcı boyutunu da ezilen sınıfların ekmeğini ve özgürlüğünü hedef alan saldırganlık ve buna karşı gelişen direniş oluşturuyor: Türkiye işçi sınıfı nasıl zapt edilecek?
Bugün içinden geçtiğimiz ve Erdoğan’ın dört yana kılıç sallamaya başladığı çok boyutlu çatışma sürecine açılan kapı Mart 2021’de peş peşe yaşanan bir dizi gelişme ile aralanmıştı. ABD’nin yeni başkanı Joe Biden, 16 Mart’ta verdiği bir mülakatla Rusya lideri Vladimir Putin’i “katil” ilan etmiş, 19 Mart’ta Ankara’da gazetecilerle bir araya gelen ABD Büyükelçisi David Satterfield da “Ocak sonunda yürürlüğe giren Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası Türkiye’nin S-400’lere sahip olmamasını öngörüyor. Burada altını çizmek isterim ki bu kurnazlıkla ya da şirinlikle çözülebilecek bir konu değil” diyerek artık durumu idare etmeyeceklerinin sinyalini vermişti. ABD’nin artık eskisi gibi tolerans göstermediği Erdoğan’ın ‘yönümü dönerim’ dediği Rusya’da gördüğü şey de şefkatle kucak açmış bir Putin değil, İdlip gibi ertelenmiş hesaplaşmaları hatırlatan, verilmiş sözlere riayet, daha fazla taviz ve geri adım bekleyen bir Putin oldu. Suriye’ye yönelik yıllardır süren yığınaktaki sıçrama da, bu yeni tezkere ile birlikte değil, daha o günlerde yaşanmaya başlamıştı. İdlip’te Bab el Hava sınır kapısının yakınında 20 kıdemli subay, 400 asker, 700 zırhlı ve 100 de tank barındıran yeni bir TSK üssü ortaya çıkmış, Libya’ya gönderilen Suriyeli cihatçılar geri çağrılmıştı.
Merkez Bankası’nın faizleri bir indirip bir yükselttiği zikzakların ardından, son “faiz yükseltici” Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal 20 Mart’ta görevden alınıp yerine bugünkü “faiz indirici” başkan Şahap Kavcıoğlu getirildi. Erdoğan, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararını o günkü Resmî Gazete’de ilan etti. Gezi Parkı’nın mülkiyeti yine 20 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alınıp gerçekte var olmayan bir vakfa devredildi. Milletvekilliğinin sonradan mahkemeden dönecek bir kararla düşürülmesi karşısında TBMM’yi terk etmeyen Ömer Faruk Gergerlioğlu 21 Mart’ta utanç verici bir manzara sergilenerek yaka paça dışarı atıldı. Bu fırtınalı birkaç günün ardından 24 Mart’ta düzenlenen AKP Kongresi’nde konuşan Erdoğan dış ve iç düşmanlara karşı mücadele vurgularıyla aslında seçmene değil militana seslenen bir çizgiyle, esas olarak seçime değil savaşa hazırlandığını ortaya koyuyordu. Sonraki gelişmeler de bu doğrultuda yaşandı.
Mart ayında bu gelişmeler üzerine yazılan “Türbülansta savaş fazına doğru” başlıklı yazıda şöyle denilmişti: “Emperyalist sistem içi ve sermaye içi zıt yönlü baskıların gerilimi altında şiddetlenen türbülans hali iktidar içi çatışmalara da gebedir. Erdoğan’ın zorlandığı tercihler 15 Temmuz 2016’dan bu yana ülkeyi yöneten kontrgerilla koalisyonunu bir arada tutan denge halini de sarsacaktır.”
Sarstı da.
103 emekli amiralden TÜGVA sızıntılarına
Önce 103 emekli amiral, 4 Nisan’da, iktidar çevrelerinin Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açmasına ve TSK içindeki cemaat örgütlenmelerine karşı sert uyarılar içeren bir bildiri yayımladı. Ne var ki iktidar sözcülerinin “darbe çağrısı” dediği bildiri bir karşı-darbeye vesile olmadı. Erdoğan iki gün sonra bildiriyi doğru bulmadığını söylese de aynı açıklamada “Montrö’ye bağlılığımızı sürdürüyoruz” diyerek Montrö’den çekilmek gibi bir niyetleri bulunmadığını belirtme gereği duydu. Bir süre sonra da aynı bildiride hedef alınan cübbeli-sarıklı amiral Mehmet Sarı’nın görevden alındığı Milli Savunma Bakanlığı tarafından açıklandı.
Bu zayıflık belirtisini iktidar bloku içindeki çözülme vakaları ile puslu havada gerçekleşen ve tam olarak hangi odak tarafından gerçekleştirildiği belli olmayan kontrgerilla eylemleri izledi.
Mayıs ayında Sedat Peker’in Mehmet Ağar ve Süleyman Soylu’yu hedef alan ve ucu Erdoğan ailesine uzanan ifşaları başladı. “Bu gidişin sonu siyasi cinayetlerdir” sözü Eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür tarafından daha o günlerde telaffuz edildi.
17 Haziran’da HDP İzmir İl Binası’na silahlı baskın düzenlendi ve o anda bina içinde bulunan tek kişi olan Deniz Poyraz katledildi. Temmuz ayında orman yangınları sırasında Kürtleri ve mültecileri hedef alan provokasyon girişimleri ve nihayet 30 Temmuz günü Konya Meram’da Dedeoğulları ailesinden 7 kişinin öldürüldüğü ırkçı katliam yaşandı. Ağustos’ta ise tırmanan mülteci karşıtlığı içinde Ankara Altındağ’da Suriyelileri hedef alan bir pogrom gerçekleşti.
Sosyalistlere, Kürt hareketine ve üniversiteli gençliğe yönelik taciz, kaçırma, ajanlık dayatması, yasaklama ve polis şiddeti vakaları da tırmanarak devam ediyordu.
Rusya ve Suriye’nin İdlip’e yönelik bir kara harekâtına hazırlandığı ve Türkiye’yi askeri gücünü Suriye topraklarından çekmeye çağırdığı eylül ayında TSK’nin İdlip sahasında görevli 5 komutanının istifa ettiğini öğrendik.
Ekim’de ise gündemimizde TÜGVA sızıntıları vardı. AKP’nin devlet içinde kadrolaşıyor olması değil bu kadrolaşmanın içeriden kopyalanmış listeler halinde ifşa ediliyor olmasıydı şaşırtıcı olan. TÜGVA sızıntılarının ardından Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara yönelik “18 Ekim Pazartesi itibariyle bu düzenin illegal isteklerine verdiğiniz tüm desteğin sorumluluğu size de ait olmaya başlayacaktır. ‘Emir almıştım’ diyerek bu kirli işlerden sıyrılamazsınız. Size kanun dışı her ne yaptırılıyorsa Pazartesi itibariyle durun. … Türkiye Devleti yeniden halkın devleti olma yoluna girmiştir. Kurumları bir şahsın ve ailesinin ahırına dönüştürenler, elbette ki hesap verecektir” seslenişi, “hesaplaşma” söyleminden bugüne kadar kaçınan CHP’nin de bir faz değişikliğine gittiğinin göstergesiydi.
Hayırdır?
CHP’nin 26 Ekim’deki Irak-Suriye tezkeresi oylamasında “hayır” oyu kullanması da yine bir faz değişikliği işaretiydi. CHP’nin tezkereye “hayır” demesi önemliydi. Ancak bu “hayır” sol tabanın ve ezilen sınıfların beklentileriyle uyumlu olmanın ötesinde, ondan daha belirleyici şekilde, TSK içinde komutan istifalarıyla açığa çıkan hoşnutsuzlukla, TÜSİAD’ın ve NATO müttefiklerinin pozisyon değişikliğiyle aynı frekansta bir itirazdı.
Artık ne egemen sınıfların beklentilerine aynı anda yanıt verebilen ne de ezilen sınıfları bir egemen sınıf programına bağlayabileceği görülen, batı medyasında “hasta adam” olarak anılmaya başlayan, Joe Biden ile görüşmeye niyet ettiği ABD ziyaretinde kısmetine çıka çıka Mustafa Destici çıkan, ABD sırtını dönünce Rusya’nın da sert yüzüyle karşılaşan, kendisine devletin tek sahibi olmadığı hatırlatılan, eski müttefikleri ve destekçileri tarafından adım adım terk edilen bir Erdoğan var.
Onun savaşı artık bir taarruz savaşı değil, taarruz havası verilmiş ama ezilen sınıflar karşısında sınırsız bir saldırganlık potansiyeli barındırsa da egemen sınıfların ciddi bir kesimi karşısında savunmayı da içeren, saldırganlığını çaresizliğinden alan özel bir sınıf savaşı. Merkez Bankası kararı ile tekelci burjuvazi karşısında, 10 büyükelçiyi “istenmeyen kişi” ilan etme hamlesiyle de NATO müttefikleri karşısında kılıç atma hamleleri (kim ne derse desin, 10 büyükelçiliğin Kavala açıklamasını geri almadan Erdoğan’a geri adım attıran manevrası, blöfün ardındaki zayıflığı açığa çıkaran bir hamleydi), Suriye’ye yapılan askeri yığınak, Kılıçdaroğlu’nun linçle tehdit edilmesi, taarruzun değil savunmanın gereği.
Egemenler arası eski mutabakat zemininin kalmadığı, uluslararası manevra aralığının daraldığı ve çoğunluk desteğini yitirdiği koşullarda Erdoğan’ın bu savaşlardan istediği sonucu elde etmesi eskisi gibi mümkün değil.
15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası parçalanan kontrgerillayı, Kürt savaşı ve Suriye savaşı ekseninde ve İslamcı faşist ideoloji temelinde yeniden bütünleştirmeye girişen Erdoğan-Bahçeli ikilisinin projesi başarısızlığa uğramıştır. Kontrgerillanın krizi derinleşirken, Kılıçdaroğlu liderliğindeki Millet İttifakı ise, Erdoğan-Bahçeli karşısında NATO ve tekelci sermaye ile uyumlu, kontrgerilla merkezli devleti onarmaya talip olan yeni bir kriz yönetimi önermektedir. Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasındaki iktidar mücadelesi, istisnai bir rejimden kurallı bir rejime geçiş süreci olarak değil, kontrgerillanın krizinin sürekliliği içinde yaşanmaktadır.
Emperyalizmin ve sermayenin çıkarları doğrultusunda barışı, kardeşliği, ekmeği ve özgürlüğü elinden alınan Türkiye toplumunun ise bu çıkarları güvence altına alan kontrgerilla düzenini tasfiye etmekten başka şansı kalmamıştır. Devrimciler, düzen içi muhalefetin kontrgerilla merkezli devleti onarma projesi karşısında kontrgerillanın dağıtıldığı ve faşizmin bütünüyle tasfiye edildiği bir alternatifi gösterebilmelidir.
Bu nedenle de parlamenter düzleme odaklanan, muhayyel bir “geçiş süreci”ne müdahil olma ve muhayyel bir “Erdoğan sonrası”na yatırım yapma şeklindeki, günün çatışmasını örgütlemekten kaçınan eğilimlerin bir hükmü yoktur. Buradaki fırsat, CHP’nin solundaki ilerici fikir ve niyetlerimizle müdahil olunabilecek bir “geçiş süreci” olarak değil, halkın bağımsız çıkarları doğrultusunda ve halkın örgütlü güçleriyle müdahale edilebilecek bir “sistem krizi” ya da “çatışma süreci” olarak karşımızdadır.
Bu müdahalenin gereklilik ve imkanları üzerine bir tartışma, aynı zamanda “Direniş Fraksiyonu” yazısıyla başlayan tartışmanın devamı olarak bir sonraki yazının konusu olsun.