Türbülansta savaş fazına doğru

Ülke dışarıda yıkıcı çatışmaların, içeride de muhalefete ve emeğe yönelik yeni ve daha kapsamlı saldırı programlarının eşiğindedir. Kongredeki dış ve iç düşmanlara karşı mücadele, aile, eğitim, kültür vb. vurgulardan anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan meşruiyetini şovenizmde, gericilikte, kültür savaşlarında arayacak; Kürt düşmanı, kadın düşmanı ve LGBTİ+ düşmanı tutum ve uygulamalar sürekli gündemde olacaktır. Erdoğan’ın bu senaryoyla uyumlu son hamleleri ne seçimleri bekleyerek ne yasalara başvurarak ne de salt protestocu muhalefet çizgisiyle savuşturulabilir. Faşizm halka karşı açılmış bir savaştır ve ancak bir direniş hareketiyle göğüslenebilir

Türbülansta savaş fazına doğru

Muhalefetin büyük ölçüde parlamenter düzleme endekslendiği bir dönemde, iktidarın 17 Mart’tan sonra peş peşe sıraladığı hamleleri anlamlandırmakta güçlük çekiyor ya da anlamak istemiyor olabiliriz. Çünkü bunlar ne seçime hazırlık hamleleri gibi duruyor ne de salt yasal demokratik alanın mücadele araçları ile karşılanabilir türden. İşin aslı parlamentoyu, Anayasa’yı ve yasaları anlamsızlaştıran, iktidarı elde tutmanın bir aracı olarak şiddetin her türlüsüne yatırım yapan, seçmene değil militana ve uzun süredir “tarafını seç” diye bağıran egemenlere seslenen hamlelerle karşı karşıyayız.

2019 yerel seçimlerinin ardından giderek şiddetlenen bir türbülansa[1] giren, yani zıt yönlü hareketlerle sarsıntılı bir seyir izleyen iktidar koalisyonu, emperyalist sistem içi ve sermaye içi zıt yönlü baskıların ve giderek keskinleşen toplumsal çelişkilerin gerilimi altında tercih yapmaya zorlanıyor. İdare edilebilir bir durum kalmadığını gören Tayyip Erdoğan da en iyi bildiği şeyleri yapıyor; elindeki yetkileri sonuna kadar kullanıyor, risk alıyor, kendini dayatıyor ve kelimenin hem gerçek hem de mecaz anlamlarıyla çok sayıda cephede savaşa hazırlanıyor.

Derdi seçim olsaydı

Erdoğan’ın, olağan koşullarda 2023’te yapılması gereken seçimleri daha iki yıldan fazla süre olmasına rağmen sürekli telaffuz ederek partisini seçim havasında tuttuğu, uygun koşullar oluştuğunda aksi yöndeki bütün sözlerini çiğneyerek bir baskın seçim düzenleyebileceği doğru. Ancak son dönemde atılan şaşırtıcı adımlar, iktidarın seçmen desteğini genişletmekten çok militan bir çekirdeğe daraltmaya yarayacak cinsten.[2]

HDP’ye yönelik baskılarla başlayalım. Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülüp Meclis’ten hafızalara kazınacak bir utanç sahnesiyle çıkarılması ve kapatma davası HDP’yi zayıflatmamış, aksine güçlendirmiştir. Kesintisiz süren gözaltı ve tutuklamalar dahil onca baskıya ve pandemiye rağmen Newroz meydanlarını dolduran yüzbinler, tabanın HDP’ye sahip çıkma refleksinin güçlendiğini ortaya koymuştur. İşin ilginci, Newroz gösterilerinin düzenlenmesine ciddi bir engel getirilmemiş, böylece bugün adı “HDP” olan siyasetin, parti kapatmayla ortadan kaldırılamayacak bir halk gerçekliği olduğunu dost düşman görmüştür. Bu saldırıların önemli bir sonucu da HDP’nin meşruiyetini güçlendirerek, CHP liderliğindeki Millet İttifakı’nın HDP ve tabanı ile ilişki kurmasını zorlaştırmak bir yana kolaylaştırması.

Erdoğan, şahsının aldığı karar ile Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğini ilan ederek yalnızca kadın hareketinin ya da Saadet Partisi hariç bütün muhalefet partilerinin değil bugüne kadar kendi tabanındaki kadınların kayda değer bir kesiminin de “yapma” dediği bir şeyi yaptı. Sokaklar yine ciddi bir polisiye engelle karşılaşmayan kitlesel kadın eylemlerine sahne oldu ve eylemler sürüyor. Velev ki bu hamle Saadet Partisi’ni kazanmak için yapılmış olsun, bu şekilde kazandığı oyun kaybettiği oyu karşılamayacağını bilmiyor olabilir mi? Kaldı ki Saadet Partisi tabanındaki AKP’ye oy vermeyen kesimin, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması ya da hatta parti yönetiminin olası bir ittifak değiştirme kararı ile oy davranışını değiştireceği de oldukça tartışmalıdır.

Gezi Parkı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin elinden alınması ve Hazine garantisi getirilerek Kanal İstanbul projesinin yeniden ısıtılması gibi, yerel seçim yenilgisinin rövanşını zorbalıkla alma hamlelerinin de seçmenin pek hoşuna gitmediği ortada.

Peki tüm bunlar 24 Mart AKP Kongresi öncesi parti örgütünü motive etmek için yapılmış olabilir miydi? Kongre öncesi bu yönde yorumlar da yapıldı. Ne var ki kongre, önceki 7 gün içinde yaşanan olağanüstülüklerin yarattığı sürpriz beklentilerini karşılamayan, yalnızca lebalep olması ile dikkat çeken bir “olağan” AKP kongresi olarak gerçekleşti.

Peki neden?

Bu süreçte seçim hesaplarıyla şu ya da bu şekilde ilişkilendirilemeyen diğer olağanüstü gelişmelerle birlikte tablonun bütününe bakalım.

Merkez Bankası’nda 6 ay içinde ikinci kez faiz konusunda “U dönüşü” anlamına gelen bir hamleyle başkan değiştirildi. Kasım 2020’de, faiz karşıtı söyleminin tam aksi bir hamleyle, büyük sermayenin beklentileri doğrultusunda Merkez Bankası’nın başına Naci Ağbal’ı atayan Erdoğan, son faiz artırımının ardından Ağbal’ı görevden alıp yerine faiz karşıtı tutumuyla bilinen Yeni Şafak yazarı Şahap Kavcıoğlu’nu atadı. Bu zikzakların sonu gelir mi, bilinmez. Ancak şurası net ki “ekonominin sorumlusu benim ben” diyen Erdoğan, düşük faizli kredi bekleyen küçük ve orta ölçekli sermaye ile faizin artırılması anlamına gelecek piyasa kurallarının işletilmesini bekleyen büyük sermaye fraksiyonlarının beklentilerine aynı anda yanıt veremiyor. Oysaki uluslararası koşulların Türkiye’ye yıllık 50 milyar dolar gibi muazzam bir yabancı sermaye akışı sağladığı 2013 öncesi dönemde[3] bütün sermaye fraksiyonlarını aynı anda tatmin etmesi mümkündü. 2013’ten sonra rüzgârın tersine dönmesi ile bu imkân ortadan kalktı ve sermaye fraksiyonları arasındaki çelişki, sağın (ve nihayet AKP yönetimi kadrolarının) parçalanması ile siyaset sahnesinde karşılığını buldu. Peki 8 yıldır nasıl idare edildi? Yanıt, ülkenin Gezi Direnişi’nden bu yana iktidar eliyle bir iç savaş atmosferine sürüklenmesinde, Erdoğan’ın her türlü teröre başvurmaktan çekinmeyerek kendini egemen sınıflara tek seçenek olarak dayatmasında, biraz da boşaltılan Hazine’de olsa gerek.

Peki ya bundan sonra? Sermaye içinden gelecek hoşnutsuzlukları gidermek emeğe yönelik yeni saldırıları gerektirecektir. Mesela bir gece ansızın kıdem tazminatının fona devredilmesine ne dersiniz? O kadarına da cesaret edemezler mi? Kararlar sermaye lehine alındıkça otokratik yönetimlerden gayet de memnun olan burjuvazi, “Bu hukuk devletine aykırı” mı diyecektir?

Yabancı sermaye girişi için ABD ve Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye’ye yaptırım uygulamaması, mümkünse kıyak geçmesi beklenecektir. Neyin karşılığında? ABD ve AB’nin beklentisi Türkiye’nin NATO üyesi olmanın gereğine göre hareket etmesidir. Yani S-400’lerin elden çıkarılması, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta AB ile uyumlu hareket edilmesi, ayrıca mülteci anlaşmasının sürdürülmesidir. İstanbul Sözleşmesi, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Türkiye’deki insan hakları ihlalleri vb. için duyulan derin endişelerin somut bir karşılığının olup olmaması da AKP’nin emperyalizmin beklentilerine ne ölçüde yanıt vereceğine bağlıdır.

Manevra aralığı daralıyor

Erdoğan iktidarı, ABD ve AB ile işbirliği yapmak konusunda hevessiz değildir. Aksine hep NATO üyeliğinin bilinciyle hareket edilmiş, Milli Savunma Bakanlığı’na ABD’nin ve NATO’nun güven duyduğu bir isim olan Hulusi Akar getirilmiş, AB politikaları üzerindeki en etkili lider Angela Merkel’le ilişkiler en kritik zamanlarda desteğini alacak şekilde sıcak tutulmuştur. Öte yandan ABD emperyalizminin hakimiyet krizinin yarattığı boşluklar, özellikle ABD-Rusya arasındaki çıkar çelişkilerinin geri planda tutulduğu Donald Trump döneminde Erdoğan’a büyük bir manevra aralığı tanımıştır. Türkiye, bu dönemde Rusya ile de askeri ilişki geliştirebilen bir NATO üyesi olmanın avantajıyla hareket etmiş, bir taraftan gelen basıncı diğer tarafa yanaşarak dengeleyebilmiş, riskli ve maliyetli çatışmalara girişse ve sürekli uyarılar alsa bile iki taraf arasında ezilmeden yoluna devam edebilmiştir. Rusya’dan S-400 füzelerinin alınması ve bunun karşılığında gündeme gelen yaptırımların ertelenmesi ya da yumuşatılması, ABD ile girilen Suriye savaşı macerasında Rusya ile yola devam edilmesi ve Rusya’dan tavizler koparılabilmesi, Erdoğan’a pazarlık gücü sağlayan Libya ve Güney Kafkasya operasyonları bu manevra aralığında gerçekleşmiştir.

Ne var ki Joe Biden’ın ABD Başkanı seçilmesiyle, Trump’ın içe kapanma siyaseti terk edilerek emperyalist dünya sisteminin temel sorunlarına ve ABD hegemonyasının yeniden inşasına odaklanılmaktadır. ABD ve Rusya arasında çelişkiler yeniden ön plana çıkacaktır. Joe Biden, 16 Mart’ta verdiği bir mülakatta Rusya lideri Vladimir Putin’i “katil” olarak niteleyip ABD seçimlerine müdahale ettiğinden söz ederek çatışmanın işaret fişeğini atmıştır.[4] Ayrıca, NATO başta olmak üzere ABD liderliğindeki emperyalist sistem kurumlarını yeniden güçlendirme ve Avrupa Birliği ile ilişkileri onarma yoluna girmiştir. NATO üyesi Türkiye itilmeyecek, tutulacaktır ancak Rusya ile ilişkilerini sınırlandırması, S-400 gibi hiza aşan konuların bertaraf edilmesi istenecektir. 19 Mart günü Türkiye basınından bir grup gazeteci ile buluşan ABD’nin Ankara Büyükelçisi David Satterfield, “Ocak sonunda yürürlüğe giren Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası bir çözümün ancak Türkiye’nin S-400’lere sahip olmamasını öngörüyor. Burada altını çizmek isterim ki bu kurnazlıkla ya da şirinlikle çözülebilecek bir konu değil” diyerek artık durumu idare etmeyeceklerinin sinyalini vermiştir.[5] Satterfield’ın bu net uyarısı, Tayyip Erdoğan’ın ve Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ABD’ye yönelik işbirliği çağrılarının ardından geldi. 15 Mart’ta ABD’li Bloomberg’de Tayyip Erdoğan imzasıyla çıkan yazıda “Batı Suriye’deki iç savaşı bitirmek için Türkiye’ye yardım etmeli” denilmiş; Hulusi Akar da 18 Mart mesajında “ABD’nin bir terör örgütü olan YPG ile işbirliği yapmak yerine yaklaşık 70 yıldır NATO üyesi ve müttefiki olan Türkiye ile işbirliği yapması gerekir. Biz buna hazırız” demişti.[6] Bu mesajlar verilirken TSK kontrolündeki Suriye topraklarına Rusya tarafından düzenlenen balistik füze saldırılarının enkazında dumanlar tütüyor, Rusya yeni saldırılara hazırlanıyordu.[7]

Özetle ABD-NATO ile Rusya arasında denge siyasetinin miadı dolmaktadır; bir tarafın basıncının diğer tarafa yanaşılarak hafifletildiği konjonktürün aksine çift yönlü basınç altında sıkışılan bir döneme girilmiştir. ABD ve AB’den gelen basınç ciddidir ancak anti-demokratik Erdoğan iktidarını yıkmak için değil NATO açısından sorun teşkil eden bir serbestlikle hareket eden Erdoğan iktidarını hizaya çekmek için gelmektedir.[8] Rusya’nın Türkiye sınırına doğru fırlattığı balistik füzeler de “bedelini ödersin” anlamındadır.

Savaşa hazır mıyız?

Erdoğan çift yönlü basınç altında bir tercih yapmaya zorlanmaktadır ancak çatışmasız bir tercih söz konusu değildir. Durumun ciddiyeti sahadan da okunmakta, Suriye’de TSK kontrolündeki bölgelerde askeri gerilim tırmanmakta, TSK de bölgeye tahkimatı sürdürmektedir. Suriyeli muhalifler 17 Mart’ta İdlip’te Bab el Hava sınır kapısının yakınlarında inşa edilen yeni bir TSK üssünün görüntülerini paylaştı.[9] Üste 20 kıdemli subay, 400 asker, 700 zırhlı ve 100 de tank olduğu belirtiliyor.[10] Suriye ordusu 2020 sonundan itibaren “işgal gücü” olarak nitelediği TSK’nin kontrolündeki bölgelerin temas hattına takviye güçler yolluyor, Rusya AKP-TSK güdümündeki cihatçıların askeri ve ticari altyapısını hedef alan balistik füze saldırıları düzenliyor, Erdoğan iktidarı Suriye’den Libya’ya gönderiği cihatçıları yeni sefer görev emirleriyle geri çekiyor. Suriye’deki bu savaş hazırlığının hangi senaryoya hizmet edeceği net değil ancak savaşta namlunun esasen ülke içine, emekçilere ve muhalefete çevrildiği ve olağan koşullarda sürdürülemeyen bir iktidarın olağanüstü durum ihtiyacı için değerlendirileceği akılda tutulmalı.

Emperyalist sistem içi ve sermaye içi zıt yönlü baskıların gerilimi altında şiddetlenen türbülans hali iktidar içi çatışmalara da gebedir. Erdoğan’ın zorlandığı tercihler 15 Temmuz 2016’dan bu yana ülkeyi yöneten kontrgerilla koalisyonunu bir arada tutan denge halini de sarsacaktır. Erdoğan ve Bahçeli neden birbirilerine sürekli teşekkür etme ihtiyacı duymaktadır? Polise neden TSK’nin elindeki ağır silahları kullanma yetkisi verilmiştir? MHP’li bir ismin tepesinde olduğu Trabzon Emniyet Müdürlüğü neden “Andımız”ın kaldırılmasını onaylayan Danıştay kararının ardından mermiyle “Andımız” yazıp sosyal medyadan paylaşmıştır? Kontrgerilla neden ve kime karşı poz vermektedir? İşin doğrusu kontrgerilla fraksiyonları geçici dengenin bozulma ihtimaline karşı tetiktedir. Dengenin sürdürülmesi ya da yeni bir dengenin kurulması yine “Allah’ın lütfu” kabilinden bir çatışma ile mümkün olacaktır. Erdoğan’ın parlamentodaki mevcut denklem ve yasalar göz önüne alındığında olağan koşullarda gerçekleştirilmesi mümkün görünmeyen yeni Anayasa vaadi de ancak böylesi bir çatışma beklentisi ve de Anayasa’yı tanımama iradesi ile anlam kazanmaktadır.

Ülke dışarıda yıkıcı çatışmaların, içeride de muhalefete ve emeğe yönelik yeni ve daha kapsamlı saldırı programlarının eşiğindedir. Kongredeki dış ve iç düşmanlara karşı mücadele, aile, eğitim, kültür vb. vurgulardan anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan meşruiyetini şovenizmde, gericilikte, kültür savaşlarında arayacak; Kürt düşmanı, kadın düşmanı ve LGBTİ+ düşmanı tutum ve uygulamalar sürekli gündemde olacaktır. Erdoğan’ın bu senaryoyla uyumlu son hamleleri ne seçimleri bekleyerek ne yasalara başvurarak ne de salt protestocu muhalefet çizgisiyle savuşturulabilir. Faşizm halka karşı açılmış bir savaştır ve ancak bir direniş hareketiyle göğüslenebilir.

Savaş, gündelik hayatımızda, özgürlükleri kısıtlamanın bahanesi haline getirilen pandemi yönetimiyle, cinsiyetçi, gerici ve ırkçı saldırganlıkla, Kod-29’la, üniversitelerdeki ve meydanlardaki polis işgaliyle, ülkeyi bir bir ganimet sahası olarak gören kayyum, gasp, yağma düzeniyle kendini göstermektedir. Direniş eğilimleri de bu saldırganlığa karşı farklı toplumsal kesimlerin yaşamına, özgürlüklerine, haklarına, emeğine, üniversitesine, yaşam alanlarına sahip çıkma mücadelesinde kendini göstermektedir.

AKP hükümetinin geleneksel kontrgerilla fraksiyonlarıyla çatışmalı bir süreç içinde kaynaşmasıyla oluşan bugünkü faşist iktidar, girdiği türbülanstan çıkamamakta, egemenlere güven vermemekte, Türkiye halkları içinde çoğunluk desteğine yaslanmamakta; Kürtler, kadınlar, LGBTİ+’lar gibi nüfus gruplarını hedef haline getiren saldırganlığı nedeniyle giderek kitleselleşen bir reddiyeyle karşılaşmaktadır. Bu reddiyenin direnişe dönüştüğü yerde şiddet aygıtının da sınırları görülmektedir.

Boğaziçi direnişinde, Newroz mitinglerinde, kadın hareketinin eylemlerinde ve giderek yayılan irili ufaklı işçi direnişlerinde görüldüğü gibi sokağa da taşan bu reddiyenin Erdoğan tarafından içi tümüyle boşaltılan parlamenter düzleme, yasal itirazlara ya da basit protestoculuğa sıkıştırılmadan, özsavunmaya ve doğrudan eyleme çevrilmesine var mıyız?

Dipnotlar:

[1] Bu “türbülans” meselesini 4 Aralık 2020 tarihli “Türbülans, kehanet, siyaset” başlıklı yazıda irdelemiştik. https://sendika.org/2020/12/turbulans-kehanet-siyaset-602767/

[2] Tablo, devlet kadrolarının tarikat ve cemaatlerden İslamcı militanlarla doldurulması, 18 Mart’taki MHP Kongresi’nde faşist katliam ve cinayetlerden hüküm giymiş isimlerin yer aldığı, cinayet şebekesi gibi bir MYK oluşturulması vb. adımlarla tamamlanıyor.

[3] https://dergi.sendika.org/sayi-4/mustafa-sonmez-soylesi-bu-batmakta-olan-bir-geminin-kaptaninin-cirpinislaridir-597754

[4] Akdoğan Özkan, T24’teki “Yeni Soğuk Savaş ve Türkiye” başlıklı yazısında Türkiye’de 17-20 Mart arasındaki olağanüstü gelişmelerde uluslararası alanda yaşananların da payı olduğuna dikkat çekiyor: https://t24.com.tr/yazarlar/akdogan-ozkan/yeni-soguk-savas-ve-turkiye,30309

[5] https://www.gazeteduvar.com.tr/s-400ler-sirinlik-ya-da-kurnazlikla-cozulecek-konu-degil-makale-1516679

[6] https://www.dha.com.tr/politika/bakan-akar-abd-ypg-yerine-turkiye-ile-is-birligi-yapmalidir/haber-1816656

[7] https://sendika.org/2021/03/rusya-yine-vurdu-el-bab-ve-cerablusta-akaryakit-tankerlerinin-bulundugu-pazarlara-balistik-fuze-saldirilari-611171/

[8] Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi’ni feshetme kararını Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile yaptığı üçlü video konferans görüşmesinden birkaç saat sonra alması, AB’den güçlü bir destek alındığının mı yoksa AB ile restleşildiğinin mi işaretidir? Kesin olan, gerilimli bir müzakerenin sürdüğü ancak bu müzakerede AB’nin Erdoğan’dan talebinin demokrasi olmadığıdır. https://www.sozcu.com.tr/2021/dunya/erdogan-ab-komisyonu-ve-ab-konseyi-baskanlari-ile-gorustu-6323587/

[9] https://stepagency-sy.net/2021/03/17/%D8%A7%D9%84%D8%AC%D9%8A%D8%B4-%D8%A7%D9%84%D8%AA%D8%B1%D9%83%D9%8A-%D9%82%D8%B1%D8%A8-%D8%A7%D9%84%D8%AD%D8%AF%D9%88%D8%AF-%D8%A7%D9%84%D8%B3%D9%88%D8%B1%D9%8A%D8%A9/

[10] https://southfront.org/turkish-military-established-mega-base-with-hundreds-of-vehicles-near-crossing-with-syria-video/


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur