“Bu dönemde kazanımla biten eylemlerde bile alınan zamların bu kayıpları telafi edecek düzeyde olmadığını da düşünürsek, önümüzdeki ocak ve şubatta asgari ücretin yeni miktarına da bağlı olarak 2022 Ocak ve Şubat’ından ve 2023 Ağustos’undan çok daha yaygın eylemlerin gündeme geleceğini düşünüyoruz”
“Yeni ekonomi yönetimi, işçi direnişleri ve sınıf mücadelesinin seyri” dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) Genel Başkanı Mehmet Türkmen ile. Özak Tekstil direnişi başlamadan önce yaptığımız söyleşide Türkmen, ücret talepli eylemlerin önümüzdeki dönem boyunca sınıf mücadelesinin görünür yüzü olacağını ifade etti.
Kazanım elde edilen direnişlerde bile enflasyon karşısındaki kayıpların telafi edilmediğini söyleyen Türkmen, önümüzdeki ocak ve şubat aylarında 2022 Ocak ve Şubat’ından ve 2023 Ağustos’undan çok daha yaygın işçi eylemlerinin gündem geleceğini öngörüyor.
Türkmen Şireci direnişinin üzerinde de oldukça durdu. Direnişin kırılma anlarını, kritik müdahaleleri ayrıntılı biçimde aktaran Türkmen, sonraki mücadeleler için de motivasyon kaynağı olacağını ekledi.
Enflasyonun yüksek olmasına dair Merkez Bankası raporları da Mehmet Şimşek’in açıklamaları da ücretlere işaret ediyor. Ücret politikasına dair önceki döneme nazaran nasıl bir değişimden söz edebiliriz?
Ben sermayenin ve iktidarın işçi ve emekçilere yönelik ücret politikasında bir değişiklik olduğunu düşünmüyorum. Yani bunu olumsuz anlamda söylüyorum. Ücretlere öteden beri hükümetin de temsil ettiği sermaye sınıfının da işçi ücretlerini düşük tutma refleksi hep vardı. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değil. Kapitalizmin ana kâr unsuru işçiler üzerindeki artı değer sömürüsüdür ve bu artı değer sömürüsünün ne kadar yüksek olduğunu belirleyen en önemli şeylerden biri de işçi ücretlerinin düzeyi.
O yüzden ben bunun değiştiğini düşünmüyorum. Ama son dönemde; özellikle son üç yıldır döviz kurundaki dalgalanmalar ve enflasyondaki artıştan dolayı ücretlerin reel olarak da değer yitirimesiyle ücretlerin yetersizliği daha fazla hissedilmeye ve doğal olarak işçi mücadelesinin daha fazla konusu haline gelmeye başladı. Sermaye ücretleri daha önce yüksek tutma gibi bir eğilimde değildi zaten ama işçilerin alım gücünün iyice azalmasıyla işçiler nezdinde hissedilirliği arttı.
Erdoğan’ın Türkiye Ekonomi Modeli diye öve öve anlattığı, ısrarla faizleri düşük tutma politikası ve buna bağlı olarak döviz kuru ve enflasyondaki artış pek çok iktisatçı burjuva iktisatçı tarafından da eleştirildi. AKP’nin bundan uzun süre kendi çıkarları ve hedefleri bakımından sonuç aldığını da düşündüğüm ısrarın sebebi şuydu: AKP’nin dayandığı ve temsil ettiği ihracata bağlı üretim yapan sermaye çevrileri, KOBİ’ler, inşaat sektörü yatırımlarını büyük oranda ucuz kredilerle sürdürüyor. Faizi düşük tutmanın asıl sebebi aslında bu kesimlere sürekli ucuz kredi imkanı sağlamaktı. Bu sermaye kesimleri ucuz krediler ve vergi teşvikleriyle son yıllarda çok büyüdü. Bunun dolaylı sonucu olarak istihdam da hep bir düzeyin üzerinde kaldı. Enflasyon artsa da ücretler erise de istihdamın belli bir düzeyde kalması, insanların büyük bir çoğunluğunun nezdinde keskin bir kriz algısının önüne geçti. “Ücretler düşüyor, geçim zorlanıyor ama en azından bir işimiz, bir gelirimiz var” duygusu hakim oldu. Bu da geniş kesimleri AKP’nin ekonomi politikalarına destek verme konusunda etkili oldu.
Ama tabii bu artık sürdürülemez bir noktaya geldi. Bu sürdürülemez hale gelişin sonucu olarak Mehmet Şimşek yeniden ekonominin başına konuldu. Bu aynı zamanda emperyalist güçlerin de AKP’ye dayattığı da bir durumdu. Mehmet Şimşek’in attığı adımlara ve söylemlere de bakarsak ekonomi yönetimini tamamen emperyalistlerin kontrolüne bırakan buraya teslim olmuş bir görüntü olduğunu görmemiz gerekiyor.
Faizler hızla arttırıldı. Bunun ilk hissedilir sonuçları da özellikle emek yoğunluklu ve kredilere fazlasıyla muhtaç, başta tekstil gibi sektörlerde büyük istihdam kayıpları. Seçimden sonra özellikle son birkaç ayda, tamamen kapanan, işçileri ücretsiz izine gönderen pek çok fabrika olduğunu biliyoruz. Bir daralma var ama tabii ki tekstil sektörünün batacağını düşünmüyoruz. Ama burada asıl önemli olan şu; daralma, enflasyon, hammadde ve üretim maliyetlerinin artması gibi şikayetler her öne çıktığında arkasından bunun faturasını işçiye kesmek, işçi ücretlerini baskılamak çalışma koşullarını ağırlaştırmak olduğunu biliyoruz. Ki bir süredir bunun adı konmamış bir biçimde pek çok sektörde çalışma saatlerinin arttığı, ücretlerin düştüğü, mesai farklarının pek çok yerde düşük ödendiği ya da hiç ödenmediği bir durum var. Yine işten atmalar, ücretsiz izinler de yaygınlaştı.
Temmuzdan itibaren çok sayıda yerde çoğunlukla zammın düşük bulunmasına karşı işçi eylemleri oldu. Enflasyon etkisinin uzun dönemli olması durumunda bu hareketlenmenin uzun vadede etkisinin ne olacağını ve nereye varacağını düşünüyorsunuz?
Sınıf mücadelesinin son iki yılda olduğu gibi bir süre daha Türkiye’de ücret savaşları şeklinde süreceğini öngörmek gerekiyor. İlk bölümde bahsettiğimiz ekonomik gelişmeler ve Türkiye’nin ekonomi politikası işçi ücretlerini süreli artan enflasyonun altında ezilmesine neden oldu. Açlık sınırının 15 bine, yoksulluk sınırının 45 bine dayandığını ve ortlama ücret neredeyse asgari ücret olduğunu düşünürsek buna isyan etmek ve ücret talebiyle ilgili mücadelelerin çok daha yaygın direnişlerin iş bırakmaların yaşanması işçiler için sadece bir tercih olmaktan öte bence kaçınılmaz bir zorunluluk.
Geçen yıl şubatta başta Antep ve İstanbul, İzmir olmak üzere yüzden fazla grev ve direniş oldu. Neredeyse tamamı ücret talepliydi. Bu yıl Temmuz ve Ağustos aylarında yine onlarca grev ve direniş yaşandı ve bunların da hepsi yine zam ek zam ya da doğrudan zam talebiyle ile ilgiliydi. Bu dönemde kazanımla biten eylemlerde bile alınan zamların bu kayıpları telafi edecek düzeyde olmadığını da düşünürsek, önümüzdeki ocak ve şubatta asgari ücretin yeni miktarına da bağlı olarak 2022 Ocak ve Şubat’ından ve 2023 Ağustos’undan çok daha yaygın eylemlerin gündeme geleceğini düşünüyoruz. En azından bizim bölgemizde ve tekstil işkolunda.
Bu direnişlerin neredeyse tamamına yakını sendika öncülüğünde gerçekleşmiyor. Sendikalı yerler bile sendikaya rağmen direnişler oluyor. Antep’in burada bir özgünlüğü var. Daha çok sendikasız işyerlerinde direnişler oldu ama BİRTEK-SEN üyesi olmasa bile BİRTEK-SEN’le birlikte hareket etme eğilimi güçlendi. Yani bizim örgütlü olmadığımız pek çok yerde bile direnişe fiilen öncülük ettik aslında. Bu tabii belirli bir düzeyde örgütlülüğümüzün de ilerlemesini sağlıyor ama istediğimiz düzeyde değil. Bu eylemlere katılan 3000-3500 işçinin ancak 400-500’ü sendikamıza üye oldu.
İşçilerin BİRTEK-SEN öncülüğünde mücadele etme ve sendikaya güvenme eğilimi artsa da sendikalı olma konusunda hâlâ ciddi bir tereddüt var. Bu konuda Antep’te tekstil işkolunda yetkili üç sendikaya duyulan güvensizlik de var. Bu güvensizlik yavaş yavaş kırılsa da daha kalıcı örgütlenmeler henüz çıkarılmadı.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem yani ücret talepli eylemlerin çok daha yaygın yaşanacağı tespitini yaparken bunun ne kadar örgütlü kalıcı bir örgütlü güce dönüşerek ilerleyeceği yönünde bir öngörüde bulunmak zor. Bu hem işçi hareketinin seyrine bağlı bir şey hem de bizim gibi mücadeleci sendikaların ve sendikal güçlerin bunu nasıl değerlendireceği, nasıl bir refleks göstereceğine.
Sendikal bürokrasiye karşı işçiler içindeki tepkinin, itirazın hiç olmadığı kadar yükseldiğini düşünüyorum. Önümüzdeki dönem sendikal bürokrasinin işi de öyle çok kolay olmayacak. Bunu kendi işkolumuzdan da görüyoruz. İşkolumuzda hâkim olan sendikal bürokratik yapıların artık eskisi kadar rahat edemeyeceğini biliyoruz. BİRTEK-SEN’in varlığı ve BİRTEK-SEN’le birlikte bu sendikal anlayışa karşı kendi hakları için daha kararlı bir mücadele eğiliminin geliştiği tekstil işçilerinin mücadelesi de onlar için bir tehdit. Artık o koltuklarında daha rahat oturamayacaklar.
2022 Ocak ve Şubat aylarında da çok sayıda yerde yine ağırlıkla ücret zamlarının düşük bulunmasına karşı eylemler olmuştu. Bu yılki eylemlerle kıyaslarsak benzerlikler ve farklılıklar açısından ne söyleyebilirsiniz?
Aradaki farkı kendi bölgemizden bakarak yanıt vermem daha doğru olur. 2022 Şubat’ta örneğin Antep’te 12bin civarında işçi 34 fabrikada kısa süreli iş bırakma eylemleri yaptı. Çoğunluğu zam talebiyle yapılan eylemlerin önemli bir bölümüne yine sendikamız müdahil oldu. O zaman yeni kurulmuştuk, henüz üye yapabilir durumda değildik. Ama DİSK Tekstil ile öncesinden beri işçi hareketindeki çalışmamızdan dolayı işçilerin zaten tanıdığı bildiği bir odağız. Ancak buna rağmen sendikalaşma ve sendika ile birlikte direnişi örgütlü şekilde sürdürme eğilimi çok zayıftı. 2023 Ağustos’ta biz bunun daha güçlendiğini gördük.
Şireci Tekstil her yıl iş bırakırdı, biz her yıl destek verirdik ama 3-5 kişi üye olurdu sadece. Onlar da içeri girdikten sonra istifa ederdi. Bu kez iki şey farklıydı: Birincisi, sendikayla birlikte hareket etme, direnişi örgütlü bir şekilde sürdürme, kendi temsilcilerini seçerek kararlı bir şekilde birliğini koruyarak sürdürme eğilimi çok daha güçlüydü . İkincisi de sendikaya üye olma eğilimi de güçlüydü. Örneğin Şireci’de her sene 3-5 kişi üye olurken bu sene 200’e yakın kişi üye oldu ve toplamda da 7-8 fabrikadaki direnişlerden 500’e yakın yeni üyemiz geldi. Bu fabrikalarda işçi grupları, kalıcı komiteler kurarak burada işçi örgütlülüğünü sürekli hale getirmek üzere bir çalışmamız var ve ağustos eylemleri bu bakımdan bize daha fazla olanak yarattı. O yüzden işçilerin örgütlü hareket etme ve kalıcı bir birlikle bu mücadeleyi sürdürme eğiliminin hala çok zayıf olduğunu söylemekle birlikte geçtiğimiz yıl şubatta ya da önceki dönemlere göre bu eğilimin daha da güçlendiğini söyleyebiliriz rahatlıkla.
Toplu iş sözleşmesi yapılabilen yerlerde dahi kısa süre içerisinde yüksek enflasyondan dolayı ücretlerde hızlı bir erime yaşanıyor. Toplu sözleşme masası olsun ya da olmasın, ücret artışı talebi yeterli mi, ücret artışı talebinin yetersiz kaldığı noktada taleplerin içeriği nasıl genişletilebilir, nasıl bir strateji izlenebilir?
Bunun ülkedeki ekonomik koşullarla da ilgili. Enflasyonun bu kadar dengesiz istikrarsız olduğu koşullarda işte aldığımız zamla bir yıl enflasyonu düşünmeden yaşamak mümkün değil. Enflasyon düşüşe geçene kadar zamların daha sık yapılmasını sağlamak. Altı ayda bir zam bile yeteri gelmiyor. İki aylık hatta aylık maaş düzenlemesinin gerektiği zamanlar bile oluyor. Zam alındığında geriye dönük kayıpları tam karşılayacak şekilde bir düzenleme talep edilmeli.
Zam döneminde “enflasyon artı refah payı” kalıbı çok yaygındı yakın bir zamana kadar. İşçiye enflasyon oranında bir zam vermek işçiye zam vermek değil. Bir kere bunun yeniden hatırlanması gerekiyor. Enflasyon farkının her ay, en azındna enflasyon farkının bir düzeye geldikçe, diyelim ki her yüzde 5’i geçtiğinde, geçmişe dönük ödemelerle birikte maaşa yansıtıldığı bir düzenek gerekli.
Bu yöntem tek başına sorun çözer demiyorum ama önemli oranda işçilerin kayıplarını telafi edebilir. Bu tabii ki işçilerin örgütlü gücüyle de alakalı bir şey. İşçilerin bunu kabul ettirebiliyor olması da gerek.
Bunu gerçekçi bulmayanlar olabilir. Piyasadaki bütün ürünlerin fiyatları enflasyon karşısında sürekli güncelleniyor değil mi? Örneğin bir ürün 6 aydan önce şu kadar zamlanamaz diye bir kural yok. İşçi, sattığı emeğin fiyatını niye güncelleyemiyor? Çayından şekerine ekmeğine kadar enflasyon karşısında bazen günlük zam geliyorsa, o zaman işçi ücretleri niye günlük zamlanamıyor mesela? Niye işçi ücretleri için bir senelik sözleşme dönemlerini beklemek zorunda kalıyoruz? Bir kere bunun kendisi artık tartışma konusu olmaktan çıkmalı.
Yetersiz ücretlerin yakıcılığından dolayı gölgede kalsa da işçilerin şüphesiz birçok sorunu var. Bunların başında çalışma koşullarının ağırlığı, çalışma sürelerinin giderek artması, pazar tatilinin bile fiilen kalmadığı durumlar var.
İşçiler iş ararken gözettikleri şeylerden biri o fabrikada fazla mesailerin, pazar mesaisinin olup olmadığı. Pazar mesaisi ve fazla mesailerin olduğu fabrikaları tercih ediyor genelde işçiler. Çoğunluğu fazla mesaiye ve pazar mesaisine kalmak istiyorlar. Çünkü ancak böyle geçinebiliyorlar. Bu şansları yoksa da ek iş yapıyorlar.
Ücret meselesi daha önce hiç olmadığı kadar derinleştiği için artık pazar tatili, sekiz saat çalışma, izin hakkı gibi işçi sınıfının uzun yıllar önce uğruna mücadele ettiği ve büyük bedeller ödeyerek kazandığı haklardan işçi sınıfı gönüllü olarak vazgeçmiş durumda.
O yüzden bir süredir ısrarla ücret talebi için mücadeleye geçen bütün işçilerle yoksulluk sınırında bir ücret için mücadeleyi sürdürmeyi ama aynı zamanda haftalık çalışma sürelerinin azaltılması için de mücadele etmeyi tartışıyoruz. Haftalık çalışma saatinin 35 saate düşürülmesi, hafta sonu 2 gün tatil, senelik izin… Bunlar bizim çok önemli. İşçiler bu dünyaya sadece çalışmaya gelmedi. Amerika’daki 8 saatlik iş günü mücadelesini başlatan işçilerin pankartında yazan o talebi yeniden işçi sınıfının gündemine sokmaya ihtiyacımız var.
Bunların yanı sıra iş güvencesi ve işçi sağlığı ve güvenliği mücadelesi de temel başlıklarımızdan olmalı.
Sendikanız bu sene Şireci Tekstil’deki direniş ve sonrasında gelişen eylemlerle gündeme geldi. Bu direnişlerin güçlü ve zayıf yanları açısından ne söyleyebilirsiniz? Bir sonraki direniş için hangi dersleri çıkarıyorsunuz?
Şireci Antep’te zam dönemlerinde iş bırakma geleneği en güçlü olan fabrikalardan birisi. Hemen hemen her yıl zam döneminde iş bırakmalar olur. Bazen birkaç saat sürer, bazen bir iki gün sürer.
Zam açıklanır, işçilerin maaşları hesaplarına yatar, o zaman görürler ve düşük bulunca da aynı gün toplanırlar. Kendiliğinden bahçe ya da fabrikanın önüne toplanıp iş bırakırlar. Ve bu genelde çok örgütsüz devam eder. Daha önce Başpınar’daki başka fabrikalarda birçok direniş grev ve benzeri deneyim yaşamış, hatta buna öncülük eden işçiler olmasına rağmen ilginç bir şekilde ısrarla örgütsüz hareket etme tutumu var. İşçi sınıfı biraz da kendi deneyiminden, mücadelesinden öğrenerek gider ama Şireci’de neden ısrarla hepsi yenilgiyle bitmesine rağmen ve bu yenilginin sebebi de işçilerin dağınık, örgütsüz davranması olduğunu işçilerin de farkında olmasına rağmen neden bunda ısrar ediliyor diye tartışmıştık.
“Biz öne çıkarsak grev bitince bizi işten çıkartırlar” refleksi öne çıkıyor. Çünkü böyle bir şey olduğunda örgütlü yapının içeri girdikten sonra işçilerin işten atılmasını engelleyemeyeceğini düşünüyor. Çünkü bunun için kalıcı bir örgütlülük lazım.
O yüzden bu direnişte yine aynı şekilde müdahale ettik, yine aynı uyarıları “Yine böyle yapmayacaksanız gelin çalışın” dedik. Açık açık böyle söyledik. “Yine temsilcilerini seçip taleplerinizi ortaklaşıp sonuna kadar direnişi örgütlü bir şekilde sürdürme konusunda bir tutum almayacaksanız, bizi dinlemeyecekseniz, yine bizi de yormayın kendinizi de yormayın, gelin çalışın.”
Daha ilk günden işçilerin hem taleplerinin ortaklaşması hem de her fabrikadaki kendi temsilcilerini seçerek ortak bir komite kurulmasını sağladık. Üç fabrikada toplamda 2000-2500 işçinin taleplerini de mücadelesini de ortaklaştırmak konusunda daha önce yapamadığımız bir ileri adım oldu.
Pek çok kırılma anı yaşandı. Direniş aslında üç kere bitip yeniden başladı. Bunlardan ilki ikinci gün servislerin de kaldırılmamasıyla başladı. İşçiler 20 kilometre uzaklıktan kendi imkanları ile gidip gelmeye başladı. Bu biraz moral bozukluğu yarattı. Temsilciler ileri işçilerle birlikte müdahele edince işçilerin toparlanabildi.
Bunun üstüne üçüncü gün işten atmalar başladı. İlk kırılma eyleminden biri oydu. Yeni işçileri attılar sadece. Bir yılı doldurmamış yüzlerce yeni işçi işten atıldı tazminatsız bir şekilde. Bu işçileri bölmek için yapılan bir hamle. “Yeni işçilerin zaten tazminatı yok. Bizim onlarla işimiz yok” gibi bir eğilim vardı işçiler arasında. Her fabrika önünde sabahtan gece yarısına kadar toplantılar yaparak bu eğilimin çok tehlikeli olduğunu, greve çıkarken yeni eski işçi diye ayrılmadığını anlatmaya çalıştık. Taleplerin başına “hiçbir arkadaşımız işten atılmayacak” talebini ekleyip işçilerin sahiplenmesini sağladık.
Dördüncü gün bütün işçiler işten atıldı. Tamamı eski işçiler hem de tazminatsız olarak. “Dava açalım, hakkımızı arayalım” eğilimi baş gösterdi.
Bu işin bir de piyasası var. İş davalarına bakan avukatlar “Siz gelin, davanızı biz açalım, tazminatınızı alırız” dediler. Bu durum da herkesi kendi derdine düşmeye itiyor. Bu yüzden buna engel olduk. Sendikanın avukatları işçilere “Sizin davalık işiniz yok. Siz yasadışı bir grev yapıyorsunuz. Bu fiili bir direniştir ve bundan dolayı da sizi tazminatsız işten atma hakkı var. Tek şansınız var fabrikada bu birliği, bu direnişi sürdürüp patronun hem taleplerimizi kabul edip hem de hepimizin çıkışlarını iptal ederek işe geri almasını zorlayacak bir mücadele” dedi. Buna da ikna ettik. İşçi başka çaresinin olmadığını anladı ve orada direniş gerçekten yeniden başladı.
Altıncı gün biz bir yürüyüş kararı aldık Başpınar’dan Antep’e. Çevik kuvvet, emniyet tüm güçlerini yığdı ve yürüyüşü yaptırmadı. Biz sonra buna bir refleks gösterdik. Araya pazar günü giriyordu ve o arada grev kırıcılar devreye girdi işçileri bölmek için. Biz pazar günü Demokrasi Meydanı’nda eylem yaptık. Çünkü işçilerde şöyle bir duygu oluşuyordu: Başpınar’da 2000 işçi grev yapıyoruz ama kimse sesimizi duymuyor. Basında kısmen yer alıyor, EMEP Milletvekili Sevda Karaca gidip geliyor, BİRTEK-SEN burada ama başka kimse ne gidip geliyor ne soruyor.
Bu direnişi kentin gündemine sokmak, yani bu sesin boğulmasına izin vermemek için yaptık bu eylemi. Onlar da bunun tehlikesini bildiği için, buna engel olmak için her şeyi yaptılar. Polis işçiler içindeki kimi daha gerici olanlarını da çekip “Bizim eylemimizi başka yerlere çekmeye çalışıyorlar”, “Bunlar bizi kullanıyor, bizim işimiz fabrikayla, yürüyüşle ne işimiz var”, “Bunlar bizi hapse attıracak”, “Bunlar terörist” dedirtmeye çalıştılar.
Ama o gün en az bin beş yüz kişi geldi Şireci işçileri ve çok güçlü bir eylem oldu. Bu hem kamuoyunda hem Antep’te hem de patron nezdinde çok güçlü bir mesaj oldu. Direnişin 7. günü patron Fatma Şahin’i çağırmak zorunda kaldı. O da son kırılma anıydı. Fatma Şahin işçileri topluyor, patronu öven konuşmalar yapıyor. Ayrıca bizi kastederek “Siz baba oğulsunuz, baba oğul kendi sorunlarını çözer ama işte kimi nifak tohumu ekenler var” diyerek işçileri ikna etmeye çalıştı. Biz o an fabrika önünde değildik.
Akrilik bölümünden işçilerin üçte birine yakınını Fatma Şahin ikna edip içeri sokmuştu. Grev kırılmaya başlamıştı biz fabrika önüne gelene kadar. Sevda Karaca ile birlikte fabrika önüne geldik. Sevda Karaca’ya da daha önce bu görüşmelere katılması yönünde bir çağrı gelmişti ama o çıktı işçileri fabrikada topladı ve işçilerin onayı ve iradesiyle gideceğini söyledi. İşçilerin bir kısmı içeri girdiğinde moral bozulmuştu. “Bizi sattılar, artık bu iş bitti, direniş bitti” havası oluşmaya başladı. Tam o anda öncü işçileri yeniden toparlayarak grup grup toplantılar yaptık. Vazgeçildiği takdirde direnişin kırılacağı konusunda ikna ettik işçileri.
İşçilerin güçlü bir şekilde slogan atmaları, bir kısım işçilerin içeri girip işçileri çağırması ile birlikte içerideki işçiler yeniden çıktı ve o kırılma anında direniş yeniden başladı. Fatma Şahin’i yuhaladılar, konuşmasını bile dinlemediler. Sevda Karaca bir milletvekili olarak orada oynadığı rol de işçiye gerçekten bir cesaret verdi işçi yalnız olmadığını gördü. Sevda Karaca’nın o kararlı tutumundan dolayı direnişi bitirme yönlü bir tutum sergileyen CHP milletvekili Cemil Meriç de biraz daha dengeli davranmak zorunda kaldı. Böylelikle o kırılma anı da Fatma Şahin’in grev kırıcılığı girişimini de boşa çıkardı. Patron bu tabloyu da görünce bir saat sonra işçilerin talepleri kabul edildi, bütün işçilerin işe alınacağı sözü verildi ve zam oranları ve diğer talepleri de tamamı olmasa da önemli oranda kabul edilerek direniş büyük bir başarı ile bitmiş oldu.
Zam meselesi sadece Şireci’nin değil, tüm Başpınar’ın sorunuydu. Pek çok fabrikadan bize bilgiler geliyordu. Ne kadar zam yapılacağı açıklanmamış pek çok fabrika vardı, hepsinin gözü kulağı Şireci’deydi. Eğer Şireci yenilgiyle bitseydi bu hareket orada kesilirdi. 7-8 fabrikada daha direnişler yaşandı. Şireci’de kazanım olursa biz bunun başka fabrikalarda yayılacağını öngörmüştük ve böyle de oldu. 10 fabrika ağustos ayı boyunca zam talebiyle iş bıraktı. Kimisi 2-3 gün sürdü, kimisi bir gün sürdü, örneğin Erkaplan ve Artemis 3 hafta sürdü.
Şireci bittikten sonra Şireci’nin etkisiyle aynı zammı vermek zorunda kalan fabrikalar oldu. Önümüzdeki dönem ocak ve şubat zam dönemi yine böyle hareketlenmeler gelişeceğine dair öngörümüz var. Bu mücadelelerin hem daha yaygın ve daha cesaretle yaşanmasında da Şireci’nin başarıyla bitmesinin ben önemli bir rol oynayacağını düşünüyorum. Şireci yalnız Antep’te değil, ülke genelinde de aslında çok güçlü bir etki yarattı, bir umut yarattı.
Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Şubattan beri dönem dönem işçi hareketleri kendiliğinden grevler direnişler fiili grevler patlıyor ama çoğu lokal düzeyde kalıyor. Bu hareketler ortak bir harekete dönüşmüyor. Sendikal bürokrasinin sendikal anlayışının bence bugün işçi hareketinin istikrarlı bir şekilde büyüyerek ilerlemesinin önündeki en büyük engellerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Hatta bazı yönleriyle en büyük engel.
O yüzden bu sendikal anlayışın değişmesi, mücadeleci, işçi iradesinin hakim olduğu bir sendikal anlayışın inşa edilmesi şart. Sarı sendikalara ve bu bürokratik sendikal anlayışa karşı sınıf sendikacılığı temelinde bir mücadele olmadan işçi hareketinin istikrarlı bir şekilde büyümesi, ilerlemesi mümkün değildir.