Seçim, geçim, deprem, geleceğimiz, her şey ama her şey bugün sokaklarda çırpınıp duran halk iradesinin siyasal-örgütsel bir forma kavuşmasına bağlıdır. Önce bunun farkına varmak, sonra da bu farkındalığın gerektirdiği irade, sorumluluk, yaratıcılık ve akılla hareket etmek halklarımızın “kader defterine” yazılacakları belirleyecektir; artık kaybetmeye tahammülümüz yok!
Anadolu’nun altındaki iki fay hattı aynı anda kırıldı: Biri, doğanın ölümcül depremler üreten fay hatları; diğeri, Türkiye’nin düzeninin doğanın yıkımını daha da ölümcül kılan çürük siyasi fay hatları.
Depremde on binlerce insanımızı yitirdik…
Ve deprem kırığı sadece toprağı değil memleketi de ikiye ayırdı: İyilik, dayanışma, onur ve insani erdemler bir yana; safi kötülük, alçaklık, düşkünlük, yalan, asalaklık, sömürü ve zorbalık diğer yana düştü depremde.
Yıllarca üçüncü sayfa haberleriyle -cinayetler, hayvanlara karşı suçlar, iktidarın pabucunu yalamalar vs.- başımıza tek bir “ana fikir” kakıldı: Bu halk iliklerine kadar çürümüş, düşkünleşmiştir, ayağa kaldırmaya çalışmak beyhudedir. El hak, bu “tuzluğun” altına epeyce aklı başında insanlar da koşup gitti, dökülen tuz boşa gitmesin diye.
Peki nasıl bir halk gerçekliği çıktı depremin altından? Ya da halkın ana damarı ne yaptı depremin ilk anından itibaren? Milyonlarca insan bir iyilik, dayanışma, insanlık ve vicdan seli halinde çırpınıyor bir haftadır. Yıkıntıların altından büyük harflerle İNSAN çıkıyor. Ölümü metanetle göğüsleyerek, “Mustafa’ya 2.500 lira borcum var, ödeyin beni borçlu yatırmayın” diye vasiyet mesajı atıyor bir kadın. Diğeri kurtarma ekiplerine, “önce kedimi alın” diyor. Bir başkası, “kolumu kesin, küçük yeğenimi çıkarın” diyor tereddütsüz. “Yağmacılar” histerisiyle yer gök inletilirken, market camını kırıp torununa süt, ekmek alan ihtiyar adam, “bu yaştan sonra hırsız olduk kızım” diyor ağlamaklı. Ve bir market sahibi gelip, “tabii alacaklar insanlar ihtiyaçlarını, böyle zamanda ne önemi var market camlarının kırılmasının” diyor. Adapazarı’ndan yola çıkan gönüllü, “dört bin ekmek aldım dağıtacağım, gücüm bu kadarına yetiyor” dedikten kısa süre sonra ölüyor, soğukta çalışır bıraktığı otomobilinde egzoz gazından zehirlenerek. Bir hemşire kendi canından önce küvözde bekleyen bebekleri korumak için koşuyor. Madenciler, inşaat işçileri, gönüllüler yıkıntıların altında can arıyorlar hayatlarını hiçe sayarak. Kurtardığı bebeğe sarılarak ağlıyor Yunan kurtarma ekibi. “Afedersiniz” Ermenistan tırlar dolusu malzeme ve gönüllüyle hayat kurtarmaya koşuyor. Öğrendiği iki kelime Türkçe ile, “Zübeyde hanım, korkma” diye sesleniyor Alman gönüllü. Daha dün sokakta bir hafta cenazesi yatan Taybet anaya ağıt yakan Silopi’nin bütün evlerinde ekmek pişiriliyor deprem bölgeleri için. Zaho, Erbil canını dişine takmış yardıma koşuyor. İstanbul Şişli’de yüzlerce metrelik erzak taşıma kuyruğu tırlara eşya yüklüyor, İzmir’de, Ankara’da, Türkiye ve Kürdistan’ın her yerinde bir vicdan ve insanlık ayaklanması yaşanıyor…
Ve Türkiye’nin onuru, yüz akı sosyalistler. İlk onlar koştular felaket bölgelerine. Halkın yaralarını ilk onlar sardılar. MHP’liye bir tas çorba, çadıra gelen askere battaniyeyi onlar verdiler.
Peki fay kırığının devlet tarafında ne görünüyor? Bodrum’dan ve daha pek çok yerden kalkan yardım kamyonlarının, üzerine AKP-AFAD– Valilik vs. afişi asılmaz ise yola çıkmalarının engellenmesi! Erbil ve Diyarbakır’dan gelen tırların engellenmesi! Enkaz başında, belki de kalan son takatleriyle hayata tutunan insanların üzerinde AFAD-AKP-reyiz propagandası için tepinme!
Koordinasyonsuzluğun ötesinde, can kurtarmak için çırpınan insanların engellenmesi. Yardım alan insanların itilip kalkılması, horlanması. Konuşmak isteyen depremzedelerin önünden itiş kakış mikrofon kaçırılması. Antakya’da imar belgelerinin depolandığı merkezi “ivedilikle” yıkıp delil karartanlar. Reyizlerinin yanında resim karesine girmek için itiş kakış öne fırlayan bakanlar. Enkaz kaldırmada işe yarayabilecek askerin iki gün boyunca kışlalara hapsedilmesi. Devletlular iki dakikalık demeç verecek diye on saat bekletilen ambulanslar, iş makineleri. İmar barışları, kayırılan -ve tabii yüklü komisyon alınan- müteahhitler. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanına “İngiliz ajanı” diye çemkiren çığırtkanlar. AHBAP’ın topladığı bağışlara göz dikenler, kan kokusu almış kurtlar gibi para kokusu alınca uluyanlar, enkaz altında kurtarılmayı bekleyen insanlara sela dinletenler, tekbir getirerek insanların samimi inançlarını bile parti-tarikat propagandasına alet edenler. Bu deprem günlerinde “yağmacı” diye yaftaladıkları insanlara işkence edip yayımlayanlar, üniversiteleri kapatarak gençliğin öfkesinden kurtulacaklarını sananlar. Sosyal medya yasaklarından -ki, çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine yol açan bir insanlık suçudur depremde– , OHAL’den medet umanlar, halka ve muhaliflere parmak sallayanlar, ağızlarından tek bir insani sözcük çıkarabilme kabiliyetini yitirenler, kin ve nefret kusanlar…
Biliniz ki bir vicdan ayaklanması halinde dayanışma için çırpınan milyonların belleğinin kara kaplı defterine kaydediliyor bütün suçlarınız!
Suçlarını örtbas etmek, dezenformasyon, karartma, yalan haber için. Doğruları söyleyecek basın organlarını susturmak, baş kaldıranı ezmek, işkence ve zorbalığı “olağanlaştırmak” için. Ayrımcılık, kayırmacılık için. Seçimleri kendileri için elverişli buldukları zamana kadar ertelemek, olmazsa hilehurdalarını perdeleyecek OHAL koşullarında yapmak için.
Sürprizlere gebe çetrefilli süreçte bu amaçların hepsini gözetiyorlar OHAL ilanıyla. Fakat halklarımız için “yakın ve açık tehdit” oluşturan somut bir yönelimleri var ki, tüm sosyalist ve demokratların ivedilikle bu halkayı kavraması gerekiyor: Suriyeli ve göçmen düşmanlığını kışkırtarak bir halklar boğazlaşmasını körüklemek, bu sayede saray rejimine yönelen öfkenin yönünü saptırmak. Umdukları şey açıktır: halkların öfkesinden korunmak, oluşacak kaotik ortamda muhalifleri ezmek, hatta “kurtarıcı otorite” olarak sahneye çıkmak. Gayet somut adımlar atıyorlar bu “stratejik planları” doğrultusunda: Linçler, işkenceler ve bunların video kayıtlarının sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulması. Kestirmeden gidelim. IŞİD, insan yakma, kafa kesme videolarını dolaşıma sokarak öyle bir korku ve dehşet yarattı ki, Irak ve Suriye’de koca koca kentler tek kurşun atmadan IŞİD’e teslim oldular! IŞİD taktiklerini devreye sokan rejimin dinci–ırkçı paramiliter çeteleri işkence videolarını yaygınlaştırarak tam da aynı amacı güdüyorlar. Çok sayıda vahşi işkence videosu izlemek zorunda kaldım, bir tanesinde kurbanın kulaklarını kestiler profesyonelce. İzlemedim fakat, insanların dövülerek öldürüldüğü videolar olduğu söyleniyor. İki şey hedefleniyor; 1) “yağmacı” yaftasıyla Suriyeli ve göçmen düşmanlığının körüklenmesi, giderek katliamların, halklar boğazlaşmasının yolunun açılması, 2) tüm muhaliflere ve topluma gözdağı verilmesi, “susun oturun yoksa sonunuz böyle olur” tehdidinin savrulması, halkın korku ve dehşetle sindirilmesi, teslimiyete zorlanması. Erdoğan’ın, “OHAL’i yağma olaylarının önüne geçmek için ilan ettik” cümlesi ile “yağmacıların” linç edildiği videoların servise girmesi arasında bir-iki günlük süre olduğu unutulmamalı, bir kenara not edilmelidir. Peki tutar mı bu “hesap”? Zor, ama şanslarını deniyorlar. Zor çünkü başta on beş milyon depremzede olmak üzere tüm toplumun etinde kemiğinde hissettiği apaçık gerçekler -bu defa- psikolojik harp manevralarıyla karartılabilir cinsten değiller. Yine de bu “hesaba” karşı uyanık olmak ve boşa çıkaran tedbirler almak kaçınılmaz.
Paraları, silahları, istihbarat örgütleri, TV-gazeteleri var. Afra tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Gelin görün ki bir kusurcukları var: Halklar nezdinde itibarları, meşruiyetleri yerlerde sürünüyor! Kendi halinde gazetecilerin bile altını çizdikleri bir gerçek var: “Burada AFAD, Kızılay yok, gönüllüler var”. Ne demek bu? Devlet yok halk var! Sosyalistler, demokratlar, kalbi iyilikle çarpan milyonlar var! Devletin cisimleşmiş ifadesi olan saray rejimi, halkların dayanışma seli tarafından kuşatılmış köhne bir derebeyi şatosunu andırıyor bugün. Vaziyeti zorlayanlar “ikili iktidardan” bile söz edebilirler ama hayır, çok uzağız o günlerden. Sadece yakıcı bir ihtiyacımız var: Bu fiili durumu, halkın dayanışma selini somut bir forma kavuşturup sürekliliğini sağlamak ve ısrarla peşinden koşulacak talepleri formüle etmek; seçim, geçim, deprem, geleceğimiz, her şey ama her şey bugün sokaklarda çırpınıp duran halk iradesinin siyasal-örgütsel bir forma kavuşmasına bağlıdır. Önce bunun farkına varmak, sonra da bu farkındalığın gerektirdiği irade, sorumluluk, yaratıcılık ve akılla hareket etmek halklarımızın “kader defterine” yazılacakları belirleyecektir; artık kaybetmeye tahammülümüz yok!
Sadede gelelim: Sosyalistler deprem bölgelerinden başlayarak memleket sathında Dayanışma Meclislerinin kuruluşuna öncülük etmelidir. Sosyalistlerin ittifakı ve koordinasyonu değil, sosyalistlerin gündemleştirip önayak olduğu dayanışma meclisleri her yerde kurulmalıdır; sosyalistler bu meclislerin içinde devrimci bir öğe olarak konumlanabilirlerse mayalanmakta olan büyük halk hareketinin kaldıracı ve öncüsü olabilirler. Grup hesabı değil halkların özlemleri, talepleri, siyasi tablonun gerekleri; her şey buna bağlıdır. İhtiyaç ve gereklilikler apaçık ortadadır, devletten, saray rejiminde hiçbir şey bekleyemeyiz. Dayanışmanın örgütlü halde süreklileştirilmesi, rejimin suçlarını tüm meslek gruplarının kendi cephelerinden kayıt altına almaları, adalet ve hesap sorma hareketinin ısrarla sürdürülmesi (tabii insan onurunu ayağa kaldıran iyiliklerin de kayıt altına alınması), kaynakların, imkanların halkın yaralarını sarmaya akıtılması ilk akla gelen talepler.
Önümde bir tweet var, aktarıyorum: “Ahbap’ta biriken 1 milyar lira, 50 milyon dolar yapıyor. AKP Erzurum milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu’nun iddia edilen rüşvet parası 180 milyon dolardı.” (Üç milyon görüntülenme olmuş ama izin almadığım için tweet adresini açıklamıyorum.) Durum bu kadar nettir! Haluk Levent ve sanatçı arkadaşlarının çırpınarak topladıkları -ve toplum tarafından devletten çok daha güvenilir bulunan- bağışlar, rejimin silik bir aparatının aldığı rüşvetlerin 1/3’ü ancak ediyor. Sonra da ekmek çaldı diye insanlar sokak ortasında linç ediliyor! Kimse linç edilmesin ama bu soygun, sömürü, rüşvet paralarına kamu adına el konularak depremzedelerin yaraları sarılmalıdır; sadece bu bile Dayanışma Meclislerinin kuruluş gerekçesi olabilir.
Şu anda ivedi olan diğer meseleye gelince; sosyalist yapılarımız deprem bölgelerinden başlamak üzere halkın ve kendilerinin güvenliğini sağlayacak öz savunma yapılanmalarını, hem de halka birlikte oluşturmak durumunda. İhtiyaçların kamulaştırılması yağma değildir, fakat bunu aşan durumlar söz konusu olursa -evet insan evladı çiğ süt emmiştir her şey mümkündür- engellemek ve yakalanana insan onuruna yaraşır muamele ederek sorunu çözmek öz savunmanın görevleri kapsamındadır. Daha da önemlisi, “yağmayı engelliyoruz” diyerek ortalıkta dolaşan paramiliter çetelerin halka ve sosyalistlere zarar vermesini engellemek, halklar boğazlaşmasını kışkırtmalarının önünün almak şu anda öz savunmanın hayati işlevi olacaktır.
1999 depreminde depremin merkez üssü sayılabilecek Sakarya’da hapishanedeydim. Devletin çürümesine o gün de tanık olduk, fakat bir aşamadan sonra, -adını koyamayacağım- felaket anlarında ortaya çıkabilen bir şey girdi devreye. Hapishanede kilitli kaldığımız ilk üç günde değil ama tahliye anında ve yaklaşık 15 ring aracıyla vardığımız Gebze hapishanesi bahçesinde tacize, saldırıya uğramadık. Saatler süren yolculuktan sonra Ağustos sıcağında kızgın fırına dönen 15 ring aracının teker teker boşaltılması ağır bir probleme dönüştü. Komutanı (Yüzbaşı) çağırdık ve inişi beraber koordine etmeyi önerdik. Kabul etti, “bir temsilci gelsin” dedi. Dakikalar içinde alınan ortak kararla ben indim. Yüzbaşının sözlerini unutmuyorum, yanına çağırdığı iki askere şunu söyledi: “Arkadaşın söylediği araçların kapılarını öncelikle açın.” Deyim uygunsa iki askeri devrimci tutsakların talepleri için görevlendirdi. Bu sayede söylediğimiz iki edilmeden rahatsızlanan, hasta olan, tuvalet ihtiyacı olan arkadaşlarımızı ivedilikle ringlerde beklemekten kurtarabildik, keza eşyaların kontrolü ve içeriye taşınmayı da hızla gerçekleştirebildik.
Bugün olan ise –şimdilik bilebildiğimiz– üç adli mahkumun kurşunlanarak öldürülmesi. Kuşatılmış bir hapishaneden kimse kaçamaz, bu gaddarlık, bu kıyıcılık niye!?
Devlet o gün çürümüştü, bugünkü rejim ise kanserleşmiş bir urdur; kesilip atılmazsa kendisiyle birlikte toplumu da yok oluşa sürükleyecektir.
Not: Merak edenler için 99 depreminde Sakarya hapishanesinde yaşananları anlattığım yazıyı aşağıya bırakıyorum.
https://www.gazeteduvar.com.tr/amp/korona-hapishanesi-haber-895668
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.