Yaşar Kemal, büyük edebiyatçı olmak için büyük kapılardan geçmek gerek, demiştir. O, o kapılardan geçmiştir. Dünyada Türk edebiyatı denince akla gelen ilk isimlerden biri olmuştur. İyi ki vardın Yaşar Kemal
Türkü ”ömür” diyor, savrulup gidiyor. Daha yapılacak, halledilecek işler varken, giderilmesi gereken arzular, yerine getirilmesi gereken istekler listesi sırasını beklerken bir de bakmışsın ömür savrulmuş gitmiş. Böylesi ömür biraz da buruk geçen bir ömürdür.
Ömür, doğumla ölüm arası bir olgu. İster savrulsun, isterse savursun, yine de sonlu. Bir gün geliyor, uğruna mücadele ettiği her şeye veda edip ölüme teslim oluyor. Türküdeki savrulup gidiyor dizesi biraz da bu gerçekliği ifade ediyor.
Büyük edebiyatçı Yaşar Kemal 28 Şubat cumartesi günü 2015’te hayata gözlerini yumup okuyucularına veda ettiğinde 91 yaşında idi. Edebiyatın bu büyük ismi 91 yıllık yaşam dilimine çok şeyler sığdırdı, sığdırdıkları da Yaşar Kemal’i sınırları aşarak ölümsüzleştirdi.
Yaşar Kemal’in anadili Kürtçe idi ama, o, edebi eserlerini Türkçe yazdı, Türk edebiyatının çınar ağacı oldu. İnsanın kendini en güzel ifade ettiği, eserlerini yazdığı dil [bu tercih bir aşamadan sonra gönüllü bir tercih miydi, yoksa zorunluluk gereği miydi, önemsizleşir ve “anadilindeki zengin titreşimlerin, göçtüğü Türkçede yankı”’ması (Mahmut Temizyürek, YÖP, 2016) iddiasının aksine, o yansıma edebiyatçıya sadece edebiyatında kişisel zenginlik katar, ona edebi köken aidiyetliği vermez], onun nereye ait olduğunu en belirleyen yanıdır, etnik aidiyetlik ne olursa olsun. Bu tespitin milliyetçilikle de alakası yoktur. Kullanılan dili küçümseyerek, başka aidiyetliği öne çıkarmak bizde çok yaygın bir anlayıştır ve Yaşar Kemal’in kendisi de Kürt olduğunu söylemiştir. O zaman, edebiyatını nereye konumlayacağız, Yaşar Kemal’i ayrı, edebiyatını ayrı mı irdeleyeceğiz? Dili, dili kullanan kişiden ayırarak mı meseleye yaklaşacağız? O dildir ki insan kimliğinin en büyük öğesidir. Ve bir insan bir dilde hiçbir zorluk çekmeden düşünüyor, yazıyor, hayal kuruyor, acıyı, tatlıyı tadıyor ve kaleme döküyorsa o kişi o dildir, o dil o kişidir. Edebiyatçının kullandığı dil de onun edebiyatta nerede olduğunun başatıdır. Sonra bir edebiyatçının edebiyatı, edebiyatta kullandığı dili kişiliğinden hangi şartlar ve ortamda ayrılır, hele bu kişi örneğin Yaşar Kemal gibi Türkçede büyük eserler vermiş biri ise?
91 yıllık bir ömür. Bazı ömürler vardır sadece savrulup gitmez. Aynı zamanda savurup da gider. Bu tür ömürlerin arkasından ağıt yakılmaz. Olsa olsa kahramanlık türküleri söylenir. Yaşar Kemal’in ömrü daha çok ikinci türden ömürdür. Belki de onun ömrü için hem savrulup hem de savurup gitti demeliyiz. Zira onun ölüm haberi Türkiye sınırlarını aşıp dünya basınında yerini aldı. Ama tek başına bu nedenden ötürü onun ömrü savurdu demedim.
Alman basınında Yaşar Kemal’in ölümü geniş yankı bulmuştu. Nitekim edebiyat sever Almanlar tanır Yaşar Kemal’i. Örneğin biraz muhafazakâr ve tutucu Hannoversche Allgemeine Zeitung ”Barış ödülü sahibi Türk Yaşar Kemal öldü” başlığı ile haberi birinci sayfada verdi.
Keza Almanya’da Yaşar Kemal, 1997’de ”Fridenspreis des Deutschen Buchhandels”[1] ödülüne layık görülmüştü.
Sahi neden barış ödülü? Yaşar Kemal neyi, kimi barıştırmaya kalkıştı?
Almanlarla Türkler arasında bir savaş vardı da haberimiz mi olmamıştı? Veya Türk toplumunda savaş halinde olan çevreler arasında barışın olması için Yaşar Kemal arabuluculuk mu yapmıştı?
Oysa Yaşar Kemal yaşamı ile, eserleri ile İnce Memed romanında tasvir ettiği Çukurova’nın çakır dikeni idi ve onun dikenleri feodal kabuğunu bir türlü üzerinden atamayan, burjuva olmuşken (sermaye sınıfı olarak) eğitim ve kültür olarak henüz burjuvalaşamamış, vaktin Türk toplumunun eski egemen güçlerine battı, onları epey rahatsız etti; savurdu, savurduğu için de savruldu da. Yaşar Kemal gibi bir edebiyatçıya barış değil, çakır dikeni olma ödülü layıktır.
Modernleşmiş yeni burjuva utanarak da olsa artık ona biraz sahip çıktı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü ile onu onurlandırdı ve cenaze töreninde de bulunmayı mahrum etmedi. Tek ve en önemli eksiklik ise bir ulusal törenin olmayışı idi.
Şimdi Yaşar Kemal burjuvazi ile barışmış mı oldu? Yoksa yeni Türk burjuvası Batılı abilerinden, ablalarından biraz burjuva demokrasisi dersi alıp öğrendikten sonra romancısı ile, edebiyatçısı ile iyi geçinmeye mi başladı, fikirlerine katılmasa bile?
Galiba biraz öyle görünüyordu! Galiba diyorum ve sadece görünüyorduyla yetiniyorum.
Zira bugünün yönetici siyasi eliti sol görüşlü, eleştirel edebiyatla barışık değil. Var olan, var olduğu gibi görünen sadece konjonktürel bir barışıklıktı. Sözgelimi Nazım’ın şiirlerinden işlerine geldiği bazı kısımları okumalarından onların, eleştirel edebiyatla barışık olduklarını çıkarmak çok safça bir yaklaşım olur. Nazım’a sahip çıkmak onun vasiyetini yerine getirmekten geçer. Bu vasiyet de “Anadolu’da bir köy mezarlığına…” defnedilmesidir ve onun vasiyeti hala gerçekleşmesini beklemektedir. Sadece Nazım’ın vasiyetinin yerine getirilmemesi bile bu devlet ve onun toplumunun yapısı hakkında bize çok şeyler söylüyor.
Bizim devlet erkanı despotik Sünni İslami devlet geleneğinden kolay kolay kopmayacağa benziyor. Basit bir örnek. Almanya’nın bir Goethe Enstitüsü vardır. Yurt dışı Almanca teşviki bu enstitü üzerinden yürütülür. Goethe’nin biraz antikleşmesine rağmen, onun, yine de modern Almancanın, modern Alman edebiyatının en büyük temsilcisi olarak burjuva devletinde özel bir yeri vardır ve burjuvazinin bütün siyasi yelpazesi için de bu değişmez kuraldır, Goethe’nin dünya görüşü ne olursa olsun. Zira Goethe bir burjuva aydını ve edebiyatçısıdır. Yıllar sonra bizde de buna benzer bir enstitü kuruldu ve faaliyet vermektedir (geç kalınmış bir özenti ve bütün özentiler gibi kötü bir girişim). Bizimkiler bu enstitüye Yunus Emre adını verdiler. Aynı işleve sahip olunması düşünülen bu enstitüye bu isim verilirken hangi kıstas referans olarak alındı? Modern Türkçenin temellerini Yunus Emre mi attı? Modern Türk edebiyatı Yunus Emre ile mi başladı ki öylesi bir enstitünün adı Yunus Emre olsun? Modern Türkçeyi ve Türk edebiyatını yurt dışında tanıtma ve yaygınlaştırma görevini üstlenen bir enstitüye bu ad verilirken referansı oluşturan tercih dini motiftir. Dini kimlik kapsayıcı kimlik olarak kullanılıyor bu girişimde. Yunus Emre’nin 13. yüzyılda yaşadığı tahmin edilir ve 128 tane mezarı olduğu iddiası da vardır. Bizim yeni burjuva kafa yapısı ile ta 13. yüzyılda kalmışa benziyor, tercihini Yunus Emre’den yana yaptığına göre. Bu tespit Yunus Emre’yi küçümseme maksadı ile yapılmamaktadır. Ama Yunus Emre modern Türkiye ve onun toplumunu edebiyatta temsil edemez. Vurgulamak istediğim budur.
Zira yurt dışında Türk edebiyatı denince akla gelen ilk isimlerden biri Nazım Hikmet’se, ikincisi mutlaka Yaşar Kemal’dir. Elbette başka yazarlar da vardır, mesela Orhan Pamuk gibi.
Evet, Yaşar Kemal arkasında epey bir eser bırakarak fiziki olarak aramızdan ayrıldı. Artık o, aramızda eserleri ile yaşamaya devam edecektir.
Yaşar Kemal, İnce Memed romanında sadece Çukurova çevresinin insanlarını anlatmaz. O, onları anlatırken Türk toplumunun insanının genel ruhunu büyük bir sentezle tarif eder. Bizim insanlar zira bir şeyi sevdiklerinde onu neredeyse hastalıklı bir ruh hali ile yüceltirler, göklere çıkarırlar, onda olmayan yanları görür, ona atfeder, mübalağa eder. Beklediklerini onda ulaşamayacağını anlar anlamaz da ona çabucak sırt çevirir ve onu aynı mübalağa ile yerden yere vurur.
Bizim insanımızın kendine öz güveni zayıftır. Zira geleneğinde kişide özgüveni teşvik etme gibi bir endişesi yoktur. O, insanını otorite hayranlığı yetiştirir. Sonra da otoritenin korkusu ile yaşamaya başlar. O hep, kendinin içine düştüğü güçsüzlük durumundan, çaresizliğinden birilerinin kurtaracağını düşünür, düşler. Bu ya yerüstü bir güçtür ya da yeryüzünde o ilahi gücün bir nevi yeryüzü temsilcisidir ve o güce o gücün hak etmediği bir şekilde tapınmaya özenir. Abdi Ağa’yı vuran İnce Memed örneğinde olduğu gibi. Çukurova köylüsü İnce Memed’i anlatmakla bitiremez; o cılız, hayatın ne olduğunu henüz bilmeyen çocuk Memed birden kartal olmuştur.
Ne zaman Abdi Ağa’nın ölmediği, hala yaşıyor olduğu anlaşılmıştır, o zaman ”senin neyine?” olur ”Abdi Ağa”’yı vurmak!
Nitekim bizim insan kendi üretir, kendi geliştirir, adı Allah vergisi olur, kısmet olur!
Yaşar Kemal, büyük edebiyatçı olmak için büyük kapılardan geçmek gerek, demiştir. O, o kapılardan geçmiştir. Kapı metaforunu nasıl anlayacağız? Kapı metaforunu bir edebiyatçının büyük edebiyatçı olmasında önem arz eden uğraklar olarak betimleyemez miyiz? Bu durumda o kapılardan biri onun çağdaş edebiyatın başlangıcı olarak değerlendirdiği Nazım Hikmet ve onun edebiyattaki yerini teslim etmek hiç de yanlış bir yaklaşım olmayacaktır. Kendisi 2008’de Spiegel dergisine verdiği bir demeçte bir romana başlamadan önce Stendhal ve Nazım Hikmet’i okuduğunu, ikisinin kendine yeni bir roman için esin kaynağı olduğunu dile getirmiştir. Sonra geleneksel anlatı ve destanları (17, 18 yaşına kadar bütün destanları topladığı bilinmektedir) o kapılardan bir başkası olarak adlandırmak olası. Sonra Türkiye’de sosyalist aydınlanma ve mücadele girişimleri ayrıca bir başka uğraktır onun hayatında. Uğrakları çoğaltmak mümkün. O durumda ‘anadilindeki zengin ses titreşimler’den yola çıkılarak Yaşar Kemal’i anlatmaya kalkışmak pek doğru bir yöntem olmasa gerek. O zengin ses titreşimlerini, kılamları her gün birinin kulağına üfleyin ve bekleyin onlardan büyük romancılar çıkar mı? İnsanlar için anadili önemlidir, lakin anadilin önemini yanlış yerlerde vurgulamamak gerekir. Ha, ayrıca üniversite okuyarak da insan şair ve romancı olmuyor, olamıyor (en azından bu bizim kültürde böyle). Olsa olsa onlardan en iyi ihtimalde iyi bir şiir eleştirmeni, iyi bir roman eleştirmeni olur.
Yaşar Kemal’in büyüklüğü, her şeyden önce öykü ve romanlarında insan manzaralarını anlatırken onların ruhlarını bütün yoğunluğu ile anlatmasında yatar. Okuyucuyu prototiplerinin dünyasını iç içe yaşatmayı becerir. O okuyucuyu bu dünyadan uzaklaştırıp kahramanlarının dünyasına götürür. Okuyucu adeta büyülenmiştir orada ve kahramanları onun gözünde canlanırlar. Yaşar Kemal detay gözlemcisidir. Uzun tasvirler, detaylar onda ama edebi bir romantizm değil, eserin kaçınılmazı olarak ortaya çıkar.
Yaşar Kemal, Türk edebiyatında, dolayısı ile edebi bir genre olarak Türk romanında önemli bir yere sahip ve eminim ki layık olduğu bu yeri bundan sonra da koruyacaktır. Zira o dejenere olmuş edebiyata sırtını dönen ve arasına mesafe koyanlardandır.
Bizde gerek geçmiş dönemin siyasi elitlerinin, gerekse şimdiki İslamcı siyasi elitlerin ağzından sürekli ”muasır medeniyet” kavramını duyarız.
Muasır medeniyet dedikleri bu medeniyet Avrupa kıtasında doğup Avrupa kıtasında gelişen ve yerleşik hale gelip oradan bütün dünyaya yayılan ve halen de yayılmakta olan burjuva demokrasi ve onun geleneği, onun kültürel olgu ve oluşumu, düşünce ve yaşam tarzıdır. Bu muasır medeniyette fikir tartışması, düşünce özgürlüğü, bilimsel araştırma ve edebiyat, özellikle toplumsal konulara eleştirel bakan edebiyat çok büyük rol oynamıştır, muasır medeniyetin muasır medeniyet olabilmesi için. Ona göre de eleştirel edebiyat saygı görür faşist dönemler hariç. Faşist dönemlerde o eserler ve yazarları sakıncalı olurlar ve olmuştur da.
Ve nitekim bizde Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Fakir Baykurt ve birçok yazarın eserleri ya yasaklandı ya da ”sakıncalı” eserler listesinde yer aldı. Halbuki eserlerin yazarları ne kadar sosyalist meyilli olursa olsun eserleri ise bir Türk burjuva aydınlanma dönemi niteliğinde ve yine ona denk düşen yapısallıkta idiler. Ama bizim burjuvazi ondan bile korkuyordu. Burjuva sınıfının karakteri gereği kendisinin teşvik etmesi gereken eserlerden korkması, eserleri sakıncalı, yazarlarını cezai takibe alması onun kendi egemenliğinden emin olmadığının bir ifadesi olarak okunabileceği gibi muasır medeniyet kavramını da ne kadar içini boşaltmış ve yüzeysel kullandığının göstergesidir.
Yaşar Kemal gibi, Fakir Baykurt gibi romancılarımız (öykücülerimiz) bir nevi geçiş dönemi romancı ve öykücüleridir. Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye nüfusu yaklaşık 13 milyondu. Ve bunun yüzde sekseni kırsal kesimde yaşıyordu ve yine nüfusun yüzde sekseninin okuması yazması yoktu. Yeni devlet Avrupa’daki ”muasır medeniyeti” yakalayabilmek için bir yandan ekonomide devlet kapitalizmini teşvik ederken, diğer yandan da ona hitap edecek, onun ihtiyaçlarını karşılayacak modern eğitime önem vermiş ve bir eğitim seferberliği başlatmıştı.
Bu yeni toplumsal gelişme karşısında çözülmeye mahkûm bir feodal yapı, onu takviye ve de takiben yeni sömürge yarı sömürge ekonomik ve sosyal münasebetler.
İşte Yaşar Kemal böylesi bir yapılanmaya denk düşen toplumsal çelişkileri, insan ilişkilerini ustaca öyküleştirmiş, bu sentez bazında romanlar yazmıştır. Kendisi de bir geçiş dönemi çocuğu idi ve bu dönemi çok iyi özümseyerek Türk edebiyatına ve okuyucusuna büyük eserler armağan etti.
Edebiyatın iyi bir edebiyat olması için mutlaka (ör. ezen-ezilen, yöneten-yönetilen, emek-sermaye, varsıllık-yoksulluk, isyan-teslimiyet-pasiflik türünden) toplumsal çelişkileri işlemek, onlarla uğraşmak zorunda değil. Edebiyat sosyoloji değil çünkü. Edebiyatın toplumsal çelişkilerle uğraşmak gibi bir yükümlülüğü de yok. Ama edebiyat toplumsal çelişkileri işledikçe ölümsüzleşir.
Edebiyatın asıl hedefi insanı eğlendirmektir. Tiyatrocu Bertolt Brecht, tiyatronun asıl görevinin insanı eğlendirmek olduğunu söyler. “Mesele” der “tiyatronun insanı kimin perspektifinden eğlendirdiğidir”. Brecht’in lütfettiği gibi edebiyatın insanı eğlendirirken insanı hangi perspektiften eğlendireceğidir. Madem konu insandır, insanın yaşam mücadelesidir. İnsan lakin yaşam münasebetleri içinde soyut değil, somut sosyal bir varlıktır. Bu somutluğu ile insan sınıflara, çeşitli toplumsal katmanlara ayrılmıştır; dertleri, acıları, özlemleri, beklentileri, zevkleri, eğlenme türü, eğlenme şekli, tarzı ve eğlenme zevki de toplumsallığı ölçüsünde yaşadığı ortamın katmansallığına, sınıfsallığına denk düşer yer yer örtüşmeler olsa da.
Edebiyat eğlendirecektir, eğlendirirken de bu farklılıkları neşredecektir. Lakin Türkiye gibi ülkelerde toplumsal konuları neşreden bir edebiyatçı tabir caizse her zaman kelle koltukta dolaşmak zorunda kaldı ve halan da vaziyette büyük bir değişim olmadı. Edebiyatçıların üzerinde dönemin egemenlerinin hışmı bir Demokles’in Kılıcı gibi sallandı. Bizde devlet erkanı ve onların geleneği edebiyata ve edebiyatçıya ideolojik yaklaştı. Sanatçıya, edebiyatçıya resmi politika ve ideoloji ile paralellik gösterdiği oranda sahip çıktı. Çünkü kendilerinin sürekli söyledikleri ”muasır medeniyet”’e küçük ve dar dünyadan baktılar. Aziz Nesin gibi bir mizahçının başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi, deyim yerinde ise.
Yaşar Kemal öldüğünde cenazesinde bulunan burjuvazi Yaşar Kemal ile barıştı mı diye sormuştum. Veya Yaşar Kemal burjuvazi ile barıştı mı diye de sorabilirim. Bunun ne önemi var ki. Öyle olsa bile bu durum Yaşar Kemal’e gölge düşürmez ki, romanına, romancılığına leke getirmez ki. Yaşar Kemal romanlarını yazarken birileri rahatsız olsun veya hoşnut olsun diye mi yazdı ki!
Edebiyatçı toplumda var olan çelişkilerde bazen savrulur, çoğu zaman ama savurur. Savurup savrulanlara ne mutlu! Kürttün, Türktün, hem Kürttün hem Türk Yaşar Kemal. Bunun ne önemi var ki! Sen edebiyatta bir çınardın bu iki oluşumu, bütün varlığınla birleştirerek. İyi ki vardın Yaşar Kemal.
[1] 1997 Frankfurt Kitap Fuarı Alman Yayımcılar Birliği Ödülü
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.