Yaşayan insan zihninde bir kabus gibi ağırlığını hissettiren ölü kuşak geleneği veya tarih yaşayan insandan hesap soran mı?
Yaşayan insan zihninde bir kabus gibi ağırlığını hissettiren ölü kuşak geleneği veya tarih yaşayan insandan hesap soran mı?
Türkiye’de özellikle kendini sol olarak algılayan, konumlandıran, sol argümanlarla tartışmaya katılarak mevzilenen aydın kesime musallat olmuş sakat bir anlayış var. Bu anlayış örneğin “Tarih bu yapılanların hesabını soracaktır!”, “Tarih bizden hesap soracaksa, şundan, şundan ötürü hesap sormalıdır!”, “Tarihin bütün yurttaşlarını motive edebilmek!” ifadelerinde olduğu gibi tarihin muktedir olamayacağı durumları tarihe yüklemekte yatmaktadır.
Bu anlayışın sadece solda yaygın olmadığını, toplumun diğer kesimlerinde de var olduğuna son bir örnekle tanıklık etmekteyiz. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 24 Haziran seçimlerinden ötürü kendi adaylığı ile ilgili basın açıklamasında “Tarih önünde vicdanen müsterihim!” diye bir cümle kurmuştur.
Gül konuşmasını kameralar ve onu dinleyen somut insanlar önünde yapmasına karşın, onun açıklamasını Türkiye kamuoyu değil de, tarih merak ediyormuş gibi vicdanının onun (tarih) önünde rahat olduğunu söylüyor. Ve tarih böylece vicdanı rahat olabilecek insanları kabul edebilen, iradi karar verme yetisi olan kutsal bir makam veya anıta dönüşmektedir. Sayın Gül, vicdanının rahatlığını tarihe havale ederek kendini aklamaya kalkışadursun, onun kendi kendine aklanmış vicdanından zarar görmüş başkaları konuşsa vicdan o zaman nasıl bir dil kullanır, kendini nasıl savunur bilemeyiz, zira vicdanı yargılayacak bir kurum yok. Kişiler de zaten vicdanlarından dolayı değil, icraatlarından dolayı yargılanırlar, icraatlarının vicdanları ile uyum içinde olup olması veya olmaması yargıyı belirleyici etkilemez, en fazla cürümü hafifletici veya ağırlaştırıcı bir etmen olabilir, psikolojik olarak. Nitekim Sayın Gül mahkeme karşısında değil, o sadece kamera karşısındadır.
Tarih hiç mi ama hiç kimseden hesap sormamıştır, soramamıştır şimdiye kadar ve de soramaz da. Adı üzerinde tarihtir. Tarihse geçmiş olandır. Geçmişin şimdiden ve gelecekten hesap sorabilmesinin olanağı olamaz, şimdinin geçmişten hesap soramayacağı gibi hesap vermesi gerekenler somut kişilerdir ve de hesabı sorabilecek olanlar da somut olarak yaşayan, faaliyette olan, olaylara şu an müdahil olan insandır, somut maddi bir güç olan insan. Kurumların hesap vermesi gereken durumlarda bile o kurumları temsil eden kişiler bundan sorumlu tutulur. Ve hesap vermesi gerekenler hesap soracaklar önünde olsa olsa şu an veya gelecekte hesap verebilirler. Hesap verecekler ölmüş ise sırları ile birlikte, hesapları da kendileri ile birlikte ölümden ötürü işleme sokulamaz hale gelir. Ve yine tarih kimseye vicdanen rahat mısın diye de sormaz. 11. Cumhurbaşkanı Gül de esasında onu çok iyi bildiği için vicdanını tarihe havale etmektedir, Türkiye kamuoyuna değil.
Nitekim ölüler yargılanmaz, hakkında dava olmuş biri varsa ve davalı dava sürecinde ölmüş ise o dava düşer, davalı yargılanmaz. Tarihse hiç yargılanmaz, o sadece analiz edilir, geçmişten gelecek adına dersler çıkarılır veya çıkarılmaz. Zira şimdiki toplumlar geçmişin mirasına oturduklarından geçmişi nesilden nesile aktarımla bağrında taşımaktadırlar, lakin bu olurken geçmişin bir tekrarı olarak değil, onun değişmiş şekli ile var olurlar. Bundan ötürü tarih yargılanmadan ve idealize edilmeden tahlil edilir, edilmelidir de. Aksi takdirde tarihi olayları açıklama ve okuma tarzımıza ideolojik saplantılar, bağnazlıklar, safsatalar, abartılar damgasını vuracaktır.
“Tarihin bütün yurttaşlarını motive edebilme” ifadesine gelince, bu ifade Hamza Celaleddin kalemzadeye aittir ve Duvar Gazetesi’nde yayımladığı “Demirtaş’a oy vermek için dört felsefî neden” adlı makalesinden alınmıştır. Hamza Celaleddin makalesinde isimlerini tek tek saydığı tarihi figürler olan ağır topların içeriği yüklü ve ağırlıklı felsefelerinin etkisi altında kendinden o kadar emin bir halde tarihin bütün yurttaşlarını motive etmek gibi bir cümle kurar ve 2018’de seçime katılmaları için eyleme geçer. Cümlesindeki kulağa hoş gelen seslerin ahenginden de yine kendisi o kadar etkilenmiş olması lazım ki içeriği derin bir tespit yaptığını düşündüğünden, cümlenin kendisinin içi boş bir safsatadan ibaret olduğunun ayırdına bile varmaz, ya da okuyucuların da kendisi gibi yavan olduğunu düşünmektedir.
O bilir ki Kopernikus, Aristotales, Hölderlin vs. tarihi kişilerdir. Ama o, bu tarihi kişileri tarihin yurttaşları yapar. Bununla da yetinmeyip dirileri de tarihin yurttaşları yapar. Demirtaş da tarihin yurttaşıdır, Demirtaş’ı seçmesi gerekenler de tarihin yurttaşlarıdır. Unuttuğu bir şey varsa, tarihin yurttaşlarının olmadığıdır.
Tarihte yaşamış insanlar vardır ve o insanlar bir devletin uyruğu altında yaşamışlarsa ancak o devletin yurttaşlarıdırlar ve o yurttaşlar olsa olsa şimdi ölülerdir ve ölüleri motive etmeye kalkışanların akli durumundan şüphe etmek gerekir. “Derin felsefe”’nin sorumluluğu adına bunu söylemek zorundayım.
Hölderlin tarihi bir figürdür veya Batlamyus. Ama onlar tarihin vatandaşları değildir, zira tarih bir devlet değildir. Vatandaş bir devletin bünyesinde yaşayan sosyal insanla devlet arasındaki hukuki ilişkiyi ifade eder, tarihle insan arasındaki ilişkinin hukuki ifadesini değil. Ama Celaleddin ve onun gibiler tarihi, varlığını devam ettirmekte olan bir devlet veya yaşamakta olan bir insan, tüzel kişilik veya vicdanını aklayacağı kutsal bir abideye dönüştürüyorlar.
Demirtaş’ı seçmek için insanları motive edebilirsin, onların neden Demirtaş’ı seçmeleri gerektiği için ikna nedenlerini de makalede sıralayabilirsin, istersen bunu dört felsefi nedene de dayandırabilirsin ama, bununla onları tarihin yurttaşları yapamazsın, zira onlar dirilerdir ve yaşamaktadırlar. Seçime bu insanlar T.C. yurttaşları olarak müdahil olacaklardır, tarihin yurttaşları olarak değil.
Hamza Celaleddin makalesinin içeriğinin felsefi derinliğinden o kadar emindir ki kendini felsefi yüzeyselliğe bile yakışmayacak kadar abes bir durum düşürdüğünün ayırdına bile varamamaktadır ve ayrıca bizleri Hölderlin’i yurt, Tagor’u göğü’müz, Nietzsche’yi yâr, Camus’u yardımcımız olmaya davet ederek aklınca bilge olmaktadır.
İnsanda henüz ölüleri dirilterek onları harekete geçirmek (motive etmek) gibi bir yetinin olmadığını Hamza Celaleddin de bilmesi gerekir. Ama onu şöyle teselli edebilirim. İnsanda ölüleri belleğinde diriltme yetisi vardır ve bu yeti sayesinde ölülerle birlikte kendini motive edebilir.
İnsan, ölüleri belleğinde dirilterek, ölü kuşakların geleneklerini zihinlerinde taşıyarak, onlara yaşıyorlarmış görüntüsü vererek onların ağırlıklarını kendinde duyabilir. Ölmüş insanları belleğimizde diri tutma geleneğinden ben de payımı aldığımdan, konuya da uygun düştüğünden hayatta olmayan büyük düşünür Karl Marx’tan bir alıntı ile devam edeyim. Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i adlı eserinde şöyle bir tespit yapar: “Bütün ölü kuşakların geleneği, yaşayanların zihinleri üzerinde bir kabus gibi ağırlığını duyurur. Ve insanlar tam kendilerini ve eşyayı kökten değiştirmekle, henüz hiç var olmamış bir şeyi yaratmakla uğraşır göründükleri bir zamanda, tam da böyle devrimci buhran dönemlerinde, telaşa kapılıp geçmişin ruhlarını kendilerine hizmete çağırırlar.” (Celaleddin de bunu yapıyor- Hölderlin’i yurt yapınız! vs.) Onlardan isimler, şiarlar ve kostümler ödünç alarak dünya tarihinin yeni perdesini yılların itibar kazandırdığı bu sahte kılıkta ve bu ödünç dille sahneye koyarlar.”
Ama yine de ölülerin anılarını yaşatan da, o anılarla yaşayan da, eski kostümleri giyip eskiyi sahneye koyan da şu an somut olarak var olan, düşünen, faal olan, üreten, üretirken yiyip içen, yiyip içtiklerini defni hacet eden insandır, geçmiş yani tarih değildir. Ve yaşayan insanı da tarihin yurttaşı yapmak bilgelik adına zıvanalıktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.