Bir zamanlar grevli-toplu sözleşmeli bir sendikal düzenlemeyi ilke olarak pankartlarına yazan kamu emekçileri “memur yasası çöpe” diye haykırıyorlardı. Şimdi cezaların sicilden silinmesi gündeme geliyor ama “memur yasası” sorgulanmıyor. Ne amaçla yapıldığı bilinmeyen toplu görüşmede kamu emekçileri üç konfederasyon tarafından temsil ediliyor. Bir zamanların biricik hareketi KESK, bugün işkollarının çoğunda yetkili en büyük konfederasyon konumundaki faşist […]
Bir zamanlar grevli-toplu sözleşmeli bir sendikal düzenlemeyi ilke olarak pankartlarına yazan kamu emekçileri “memur yasası çöpe” diye haykırıyorlardı. Şimdi cezaların sicilden silinmesi gündeme geliyor ama “memur yasası” sorgulanmıyor.
Ne amaçla yapıldığı bilinmeyen toplu görüşmede kamu emekçileri üç konfederasyon tarafından temsil ediliyor. Bir zamanların biricik hareketi KESK, bugün işkollarının çoğunda yetkili en büyük konfederasyon konumundaki faşist Türk Kamu-Sen ile dinci Memur-Sen arasında yer alıyor. KESK’e bağlı sendikalar yalnızca üç işkolunda yetkili bulunuyorlar: Birincisi eğitim, ikincisi bu sektöre bitişik kültür ve sanat hizmetleri; üçüncüsü ise yerel yönetimler. Bakanlık verilerine göre, en büyük işkolunda, Eğitim-Sen 600 bine yakın eğitim emekçisinin yüzde 28’ini bünyesinde örgütlemiş bulunuyor. AKP hükümetinin sözleşmeli personel gibi esnek çalışma biçimlerini kamu emekçilerine taşıma, çalışan sayısını azaltma ve kadrolaşma gibi politikalarının Eğitim-Sen’in yetkisini sarsmayı da hedeflediği açıktır. Kültür Sanat işkolunda çalışan sayısı sınırlıdır. Yüzde 40 oranını aşan 70 binin üzerindeki üyesiyle önemli bir güç olan Tüm Bel-Sen ise esas itibariyle sosyal-demokrat ve DEHAP’lı belediyelerde örgütlüdür. Tüm Bel-Sen’in kaderi bu haliyle örgütlü gücünden çok yerel yönetimlerin hangi partide olduğuna bağlı görünmektedir.
Bugün KESK’in diğer konfederasyonlara kaptırdığı işkollarını geri alma olasılığı, perspektifi veya hedefinden kimse söz edemiyor. Daha kötüsü yetkili sendikaların durumu da pek sorunlu görünüyor.
İşçi hareketi ve genel olarak ezilen, yönetilen kitleler, tarihin her döneminde önce mücadele etmiş, fiili kazanımlara ulaşmış, hukuki-yasal tanımlar bu kazanımları kapsamak üzere sonradan gelişmiştir. Yasal olarak grev hakkına sahip olmayan kamu emekçilerinin, hükümetin karar alma “özgürlüğü”nü dengeleyen bir mevzuat beklenemeyeceğine göre, ne yapmaları gerektiği bellidir. Ama on yılı aşkın bir süre Türkiye emekçilerinin en güçlü, en ileri eylemlerini gerçekleştiren kamu emekçilerinin eylem gücü dibe vurmuş durumdadır. Burada eylem dendiğinde kameralara şaklabanlık yapmayı anlayan sağcı konfederasyonları kastetmediğimiz açıktır.
Ama durun; hemen telaşlanmayalım, soğukkanlı olalım.
Pekala emekçi hareketi bir dönemliğine gerileme yaşayabilir. Mesele bu gerilemenin nasıl telafi edileceğidir…
Ne yazık ki gerilemiş görünen eylem gücünü geri kazanmak için KESK’in herhangi bir fikri yoktur. Hükümetin zam oranlarını açıkladığı gün Türk Kamu-Sen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuracağını ilan etmişti. Türk Kamu-Sen’in yaklaşımı da hatırlatılarak ne yapacakları sorulduğunda KESK Genel Başkanının yanıtı “iç hukuk sürecinin henüz tamamlanmadığı, önce Danıştay’a gitmek gerektiği” olmuştur!
Görüşmelerin arifesinde savrulan genel grev tehdidinin koca bir blöf olduğu daha nasıl ilan edilebilirdi?
Evet, meğer eylem çağrısı blöfmüş. Ancak burası poker masası değil!
Bugün KESK kamu emekçilerini politikasız, silahsız ve çaresiz hale getirmiştir. Sorun patron temsilcisi hükümetin blöfün farkına varması değil. Bu politikasızlıkla kamu emekçilerinin artık ne örgütlülüklerine, ne önderliğe, ne de kendilerine güveni kalmıştır.
KESK yönetiminin bütün geleneklerini bir kenara bırakarak gittiği yönde boşluk dışında tek bir unsur göze çarpmaktadır: Avrupa Birliği! Yani KESK’in karşı olduğunu dile getirdiği kamunun yeniden yapılandırılması, norm kadro, yerel yönetimler yasası, özelleştirme uygulamaları gibi politikaların ısrarlı takipçisi Avrupa Birliği.
Hayır! Kamu emekçileri bu tabloyu hak etmiyorlar. Kamu emekçileri bu denli çaresiz değiller. Ancak içinde bulunduğumuz durum küçük düzeltmelerle tamir edilebilecek olmaktan çok uzaktır. Kuşkusuz KESK yönetimleri durumun sorumlusudurlar. Ve mesele yönetim değişikliği ile halledilemeyecek kadar derinlik kazanmıştır. Bugün kamu emekçileri hareketi bütün boyutlarıyla ve cesaretle tartışma masasına yatırılmalıdır. KESK’in kalkış noktaları, politikaları, yapısı, gelecek kurgusu, örgütlenme ve mücadele anlayışı, varlığı ve tanımı açık açık tartışılmalıdır. İşçi Konseyi olarak elinizdeki broşürle bir örnek oluşturmak istedik. Bu cesaret gösterilmezse, hareketin bir süre sonra tarihçiler tarafından otopsi masasına yatırılmasından korkarız!
KESK bugün ne yapıyor?
• KESK toplu görüşme masasını sorgulamaktan çekiniyor
Açıktır ki, “memur yasası”nın getirdiği toplu görüşme masası baştan aşağı bir saçmalıktır. Kimse masanın parçası olmanın kaçınılmaz bir durum olduğunu iddia etmemelidir. Toplu görüşme, grevli toplu sözleşme hedefinin alternatifi olarak, bu mücadelenin önünü kesmek üzere patron-devletin bir karşı atağıdır. Bu karşı atağın kamu emekçileri cephesindeki ajanları olarak sağcı sendikalar görevlerini yaptılar ve KESK boşa çıkarıldı. KESK devlet ve sarı sendikaların ortak manevrasıyla masaya oturmak zorunda bırakıldı. Özetle toplu görüşme, kamu emekçilerinin mücadelesinde yetersiz de olsa bir ileri adım, bir kısmi kazanım olarak görülemez. Toplu görüşme kamu emekçilerinin mücadelesine vurulmuş bir darbe, bir ön kesme hamlesidir.
İkinci saptama KESK’in bu darbeyi savuşturmayı başaramadığı, başarısızlığın da ötesinde bütünüyle politikasız kaldığıdır.
Üçüncü eklememiz gereken ise şudur: ne masanın baştan reddedilmesi, ne durup dururken terk edilmesi mümkündür. Politikasız KESK’in masaya oturmaması halinde yerinin sağcı/sarı sendikacılar tarafından doldurulacağı, masanın terk edilmesinin kriz çıkartmak, maceracılık veya sorumsuzluk olarak algılanacağı da açıktır. Elbette bunu öneriyor değiliz. Sorunun anlık bir çözümü bulunmuyor.
KESK yönetimi toplu görüşmeyi kabul edilebilir bir denge ve kısmi kazanım olarak algılayıp sineye çekmiş, karşısına çıkmayı göze alamamıştır. KESK’in örgütlü gücünde bir gerileme söz konusu olabilir. Ancak hükümetin kamu emekçileriyle istediği gibi oynadığı bir masanın figüranı olarak bu örgütlü gücün daha da eriyeceği kesindir. KESK bir an önce, örneğin 2005 yılında toplu görüşme masasının gayrı meşru kılmanın çaresini aramaya başlamalıdır.
• KESK kriz çıkartma faturasından korkuyor
Aslında KESK Türkiye kamuoyunun kriz korkusu ve istikrar, huzur, güven arayışına teslim olmuştur. Bugün halk kitlelerinin, hakları doğrultusunda gözüpek eylemlere yatkın olmadığı açıktır. Ancak bir sendikal önderlik, sihirli bir sözcük haline getirilen şu istikrar saplantısının kendi altını oymakta olduğunu nasıl algılamaz ve karşı önlemler geliştirmez! KESK kendi tabanının, genel olarak emekçilerin ve halkın üzerindeki ideolojik basınçla göğüs göğüse gelmeksizin, sorunun etrafından dolanabileceğini, tabanın ve emekçilerin verili durumunu değiştirmeye çalışmadan yaşayabileceğini zannetmektedir. Mezarlıkta ıslık çalmak değil midir bu? Gözlerinizi kapayıp uyur gibi yaparsanız evi soymakta olan hırsızı rüyanızın bir parçası haline dönüştürebilir misiniz?
KESK’in eylem yeteneğini yitirmesindeki temel nedenlerden biri zaten budur. Kamu emekçileri hareketinin yöneticileri, sendikaların ilk kurulduğu günlerden beri durmaksızın bütün ileri önerileri “taban geri” diye karşılamışlardır. Geri tabanı değiştirmek için em
ek vermeyen, gündem oluşturmayan yönetimler şimdi gerilik tarafından kuşatılmışlardır. Geriliğin birinci unsuru istikrar sözcüğüdür. Artık KESK’in grevli toplu sözleşmeli bir yasal düzenleme için mücadele verme olasılığı da silinmektedir.
• KESK Avrupa’ya sığınıyor
Kendi örgütlü gücüne dayanmayan, örgütlü gücü erozyona uğrayan, kriz çıkmasın diye mücadele etmekten kaçınan KESK’e kala kala AB kapısı kalmaktadır. KESK yöneticileri ister AB’yi emperyalist bir organizasyon olarak görsünler, ister AB’den değil “Sosyal Avrupa” veya “Emeğin Avrupası”ndan yana olduklarını anlatsınlar, sonuç fark etmiyor. Ortalama KESK üyesi Türkiye’nin AB üyeliğinin kendisi için hayırlı bir gelişme olacağını düşünmekte, sendika yöneticilerinin karmaşık anlatımlarından da KESK’in AB’den yana olduğu sonucunu çıkarsamaktadır. Zaten kimi genel kurullarda AB sürecini emekçi sınıfların bakış açısıyla eleştiren karar önerilere karşı, KESK yönetimini oluşturan kutsal ittifaklar tarafından canla başla mücadele verildiği görülmektedir.
Çalışma koşullarının, demokratik hak ve özgürlüklerin olumlu yönde değişimi için kamu emekçilerinin gözü AB sürecine dikilmiştir. Bugünkü KESK, tabanındaki Avrupacı yönelimleri “tabanın geriliği” saptamasına havale edemez. Kamu emekçilerinin kendi güçlerine değil emperyalist dengelere umut besler hale gelmelerinde KESK’in gelmiş geçmiş bütün yönetimleri sorumluluk sahibidir.
Oysa Avrupa’da kamu emekçilerinin hakları gerilemektedir. Avrupa’da sosyal uygulamalar daralmakta, kamu emekçileri ağır saldırılara uğramaktadır. Avrupa’nın büyük sendikal yapıları bizdeki Türk-İş/devlet ilişkisinde olduğu gibi, AB’nin kurumsal parçaları haline gelmişler, baştan aşağı sararmışlardır. Emekçilerin göreli durumunu düzelteceği yolunda umutlar yayılan AB, kamunun daraltılması, kamu hizmetlerinin metalaşması, kamu emekçilerinin sayısının azaltılması, sosyal güvencelerinin tasfiyesi, halkın müşteri konumuna getirilmesi, hizmetlerin özelleştirilmesi gibi uygulamaları hem kendi içinde gündeme getirmekte, hem de Türkiye’den talep etmektedir.
Bu son derece olağandır, çünkü Kopenhag kriterleri arasında yer alan piyasa ekonomisi tam da budur. AB bu sınıfsal saldırılardan en az IMF ve Dünya Bankası kadar sorumludur. Örnek olsun, IMF’ye karşı öfkeye kapılan ortalama KESK’li AB’den medet ummaktadır!
KESK yönetiminin, parçası olduğunu iddia ettiği Sosyal Avrupa veya Emeğin Avrupa’sının nerede olduğu ise bir sır gibi saklanmaktadır. Çünkü Avrupalı emekçilerle dayanışma ilişkilerini geliştirmek için AB’ye üyelik gibi bir koşul bulunmamaktadır. Çünkü üzeri biraz kazındığında dayanışma ilişkisi kurulan kesimlerin, Avrupa’da emeğe saldırının sorumluluğunu paylaşan sosyal-demokratlar ile en fazla kaçak güreşen sarı sendikalardan başkası olmadığı açığa çıkmaktadır.
ABD’nin Irak’ı işgaline karşı kamu emekçileri mücadeleye katılmışlar, defalarca alanları kitlelerle doldurmuşlardır. AB’nin savaş ve işgal konularında toplu tavır geliştiremediği bilinmektedir. ABD’nin safında yer alanlar bir yana, diğerlerinin Irak’taki işgal ve katliamlara karşı ilkeli bir tutum aldıklarını kim söyleyebilir? Bugün Almanya ve Fransa gibi ülkeler hem Irak’ın işgalinden hem de bu işgalin mali ve siyasi faturasını ödememekten memnun görünüyorlar. Bunların ABD’nin dünya halklarına kan kusturmak konusunda oluşturduğu tekeli kırmayı ve benzeri bir konuma ulaşmayı arzuladıkları bellidir. Ama, yine örnek olsun, yanki saldırganlığını nefretle protesto eden KESK’li, ABD’nin AB tarafından dengelenmesini dilemektedir!
AB üyesi bir Türkiye’nin bugünkü geri yapıya göre yeğlenmesi gerektiğini söyleyenler çıkacaktır. Aynen, hükümetle toplu görüşme masasına oturmanın, emir kulu olmaya oranla ilerleme sayılması gibi. Aynen, üç tane yetkili sendikanın varlığının, sendikaların toptan yasadışı ilan edilmesine göre ilerleme sayılması gibi…
Kamu emekçisi mi, memur mu?
Kamu emekçilerinin mücadelesi her zaman üç nitelik üzerinde yükselmiştir. Fiili, kitlesel, meşru mücadele. Haklar, ancak düzenin kabul etmediği yöntem, araç ve örgütlenmeleri fiilen oluşturarak elde edilebilir. Böyle bir mücadele ancak kitleleri içerebildiği ölçüde hayat bulabilecektir. Ve icazetçi olmayan kitlesel mücadele kendi meşruiyet kriterlerini bizzat kendisi yaratır.
Türkiye’de kamu emekçilerinin bütün mücadele tarihinde var olan bu özellikler, KESK’i oluşturan hareketin davranış kalıpları oldu. Yanıt aradığımız soru bugünkü duruma nasıl düşüldüğüdür. Nasıl oldu da fiili, kitlesel ve meşru mücadelenin yerini yasalcı, sembolik ve dolayısıyla ürkek bir devinim aldı?
Bu sorunun yanıtı ile ne yapmak gerektiğini birlikte ele almak daha yerinde olacak.
• Kamu emekçileri işçi sınıfının bir parçasıdır. İşçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkileri içinde üretim araçlarına sahip olmayışı ve bu nedenle hayatını sürdürmek için emek gücünü satmak zorunda oluşuyla ayırt edilir. Bu sınıfın üyeleri kimi zaman kullanım maddeleri, kimi zaman ara mallar üretiminde rol alabilir veya doğrudan üretimde değil, ama üretilen malların tüketiciye sunulması aşamasında istihdam edilebilirler. Emeklerinin ürünü somut bir meta olabileceği gibi, fiziki olmayan bir hizmet de olabilir. Kamu emekçileri Türkiye’de nesnel olarak parçası oldukları işçi sınıfının diğer kesimlerinden, egemen ideolojinin bilinçli bir manipülasyonu ve yine tamamen bilinçli ayrımlar icat eden hukuksal düzenlemelerle ayrıştırılmıştır. On yıllar boyunca devlet tarafından istihdam edilmek kamu emekçilerinde temelsiz bir güven ve sınıfın diğer kesimlerine oranla abartılı bir üstünlük duygusunu beslemiştir. Patron devletin bu yolla emekçilerin birlikte davranma eğilimini sabote ettiği açıktır.
• Doğal olarak mücadele ve sınıf bilinci paralel süreçlerdir. Kamu emekçileri ne zaman mücadeleye atılsalar, adım adım sınıfın bütününe yakınlaşmışlardır. Mücadele etmeyen, örgütsüz kamu emekçisi kendisini ayrıcalıklı bir memur saymaya eğilim gösterir. Aslında sözcüğün “emre biat eden” anlamı düşünüldüğünde bu düşünce asılsız da sayılamaz!
Kamu emekçilerinin 1980’lerin sonlarında tekrar yola koyulan hareketi bütünlüklü bir sınıf bilincine sahip olmadığı gibi, öncü kadroların bu yönde bir bilinçlenme hedefleri de olmamıştır. Tersine işçi statüsünde çalışan emekçilerin Bahar Eylemleri ile 1980’lerde yitirdikleri ekonomik kazanımları geri almaları, kamu emekçilerinin aleyhine bir eşitsizlik yaratmıştı ve kamu emekçilerinin yeni hareketliliği memurlarla işçiler arasında denge tesis etmeyi gözetiyordu. Bu açıdan mücadeleye katılan kamu emekçileri kendilerini işçilerle bir bütün değil bir rakip olarak algılıyorlardı.
Bu dar, kısmi, parçalı bilinç, işçi eylemlerine katılım göstermeyen kamu emekçilerinin işçilerin desteğini de almamalarında örneklenmiştir. “Memur değil işçi” sloganının memurların ayrıcalık özlemlerini ve kendilerine ilişkin üstünlük varsayımlarını rencide edeceği endişesi öncü kadroların perspektifini oluşturunca devre tamamlanmıştır. Kamu emekçilerinin eylem gücüyle sınıf bilinci düzeyi arasında ciddi bir açı farkı vardı.
• Kamu emekçilerinin mücadelesinde önemli bir örgütlenme Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖS olmuştu. TÖS’ün Türkiye İşçi Partisi’nin Mecliste grup oluşturduğu seçim yılı olan 1965’te ku
rulması rastlantı değildir. 1970’lerin öğretmen örgütü TÖB-DER’in 1975’te faşizmi ve pahalılığı protesto etmek için ülke çapında kampanya örgütleyerek 12 Mart sonrası sol yükselişin ön saflarında yerini almasında herhangi bir tuhaflık yoktur. TÖB-DER “DGM’ye Hayır!” miting ve yürüyüşünde de, ekonomik-demokratik haklar mücadelesinde de yerini almıştır. Genel greve çıkmış, DİSK’in “onur üyesi” olmuştur. Öğretmenlerin ve genel olarak kamu emekçilerinin işçi sınıfının parçası olmalarının somut eylem ve örgütlenme karşılığı olmalıdır. 1990’ların kamu emekçileri hareketi işçi sınıfının diğer kesimlerinden özellikle uzak durmuştur.
• Öyle ki, KESK’in oluşumundaki mücadelecilik, bir dönem için, kamu emekçilerini pratik olarak işçi sınıfı hareketinin öne çıkan kolu haline getirmiştir, ama bu kol hareketi ileriye çekme misyonunu üstlenememiştir. Burada sorun kesinlikle önderlik yapısında aranmalıdır.
• Sendikal önderliğin gıdasını aldığı toplumsal ortam da ihmal edilmemelidir. Kamu emekçileri hareketi, neo-liberal basıncın solu da etkisi altına aldığı, işçi sınıfının bittiği veya değiştiği yönündeki tezlerin itibar gördüğü, 12 Eylül’de darbe yiyen ve hırpalanan kuşağın taze kanla beslenip yenilenmediği, Sovyetler Birliği’nde glasnost ve perestroyka adı altında reel sosyalizmin tarihsel kazanımlarının sarsıldığı ve ülkeyi 12 Eylül’den çıkartma misyonunun Demirel’in DYP’si ile İnönü’nün SHP’si gibi son derece ortalamacı ve geri öznelere kaldığı bir döneme doğmuştur. Bütün bunlara 80’lerin sonlarındaki işçi hareketinin sönümlenmesi, 90’ların başında Türk-İş’te sendika bürokrasisinin güçlenmesi, DİSK’in ise yeniden açılışına çağdaş sendikacılık tartışmalarının damga vurması eklenmelidir. Kamu emekçileri sendikalarının önderlik yapısı işte bu ortamın kısıtlarıyla kuşatılmıştı.
• Yukarıda da değindiğimiz gibi KESK kitlelerin ideolojik olarak düzen tarafından belirleniyor olmaları durumunu, “taban geri” ifadesiyle baştan itibaren bir veri olarak almıştır. Bu yaklaşım, hareketin kendi kuyusunu kazmaktan başka bir şey değildir.
• Sınıfın bir kolunun sınıfın bütününü ileriye çekmesi yalnızca ideolojik bir etkileme anlamına gelmez. Bu ilişki sınıfı birleşmeye götürmelidir. Ancak bu birleştiricilik Demokrasi veya Emek Platformlarında sergilenen geriliğe denk düşmek zorunda değildir. Geride bıraktığımız yıllarda sendikalar ve kitle/meslek örgütlerinin oluşturduğu platformlar genellikle ileri kolların ortalamacılığa çekilmelerini sağlamıştır. Bir de günümüz liberalizminin, hükümeti, patron kuruluşlarını ve sendikaları “sosyal taraflar” olarak bir araya getiren modelleri var. Bu tür örnekler bu çalışmanın ilgi alanına girmiyor.
• Ancak kamu emekçileri hareketinin sınıfın bütününü ileri çekme yeteneği yalnızca sendikal bilincin ürünü olamazdı. Böylesi bir enerjinin siyasal bilinç, öncü parti örgütlenmesi ve bütünlüklü bir mücadeleyle temin edilebileceği bilinmelidir. Kamu emekçileri sendikalarının yönetimleri her zaman çeşitli sol geleneklerden gelen kadrolarla doldurulmuş olmasına karşılık, bu kadrolar canlı bir siyasal mücadele ve örgütlenme sürecinin taşıyıcısı veya yansıtıcısı değillerdi.
• Bütünü ileri çekemeyen, ortalamaya tabi duruma düşer ve bütün tarafından geri çekilmiş olur. KESK’in başına gelen budur. Bu sonuçtan cesaret alarak, Türkiye’de ayrı sendikal merkezlerin sınıfın birliği, sınıf bilinci, sınıfın siyasallaşması açılarından nasıl bir anlamı olduğu tartışılabilir. En özet haliyle bugün DİSK ve KESK’i ayıran bir perspektif farklılaşmasından söz etmek son derece güçtür. Ancak DİSK de giderek Türk-İş’ten ayrı duruşunu açıklamakta zorlanmaktadır. Aralarında ideolojik, siyasal, örgütsel konum farklarından öte Türkiye’de mevcut sendikal yapı işçi sınıfının bölünmüşlüğüne karşı herhangi bir dinamizmi temsil etmemektedir. Tam tersine sendikal yapı bütün unsurlarıyla işçi sınıfının bölünmüşlüğünün bir unsurudur. KESK de diğer sendikalar gibi emekçilerin sendikalardan hukuki veya fiili yollarla dışlanan kesimleriyle buluşmak çabasında değildir.
• Kamu emekçileri sendikalarının inşa edildiği dönemde, bu hareketlenmenin sınıfın birliği ve bilinç gelişimine olumlu katkıda mı bulunacağı yoksa parçalanmışlığa mı ekleneceği sorusunun, kamu emekçilerine belirli bir umut bağlanarak, yani iyimserce yanıtlanmasında yadırganacak bir şey yoktur. Yıllar boyu bu görevin önemini kavramaktan uzak duran sendika yönetimleri bu umutları boşa çıkartmışlardır. Ancak bugün KESK’in başka konfederasyonlarla AB-ETUC acenteliği yarışına girmiş olması düpedüz yapısal bir durumdur.
• Bugün kamu emekçileri bir tür eylem yorgunluğu içindedir. Bu yorgunluğun fizik gücün sınırlarına dayanmakla herhangi bir ilgisi yoktur. Emekçilerin mücadele enerjisi “örgüt” tarafından yeniden üretilmek durumundadır. KESK, gerçekte sahip olunmayan bir ayrıcalık fikrine bağlı kalmış, grev ve toplu sözleşme gibi en temel hedeflerine yaklaşamamış, üyelerinin mücadelede göze aldıkları bedeller hayal kırıklığına dönüşmüştür. Uzun yıllardan beri kamu emekçileri sendikalarının şubeleri ve merkezleri bir kaç siyasi hareketlerin kadrolarınca doldurulmakta, bu kadrolar enerjilerini giderek düzene karşı mücadeleden değil, aralarındaki sol içi rekabetten türetmektedirler. Sınırlı enerjilerinin büyük kısmı yine sol içi kısır rekabete akmaktadır. Üyelerine yabancılaşan, tabanı yalnızca bir eylem gücü olarak gören, hedefleri doğrultusunda yeni politikalar geliştiremeyen, devletin sarı/faşist sendikalarının atağını göğüsleyemeyen, sol içi rekabetle mekanizmalarını yıpratıp duran bir sendika… KESK’in durumu böyle tarif edilebilir. Bu yıpranmanın ne derece farkında olduğu anlaşılmayan merkezin periyodik eylem çağrıları her defasında daha az yankı yapmaktadır. Bu durum fiziki değil, siyasal bir yorgunluktur.
Sonuç olarak kamu emekçileri hareketi, işçi sınıfının bütününe yönelik bir misyon ve bilinçle donatılmayan bir çıkış yapmanın açmazını yaşamıştır. Bu açmazın çözülmesi sendikal mücadelenin boyutlarını çok aşıyordu. Kamu emekçileri hareketinde ekonomik, siyasal, ideolojik mücadelenin bütünselliğinin kurulabilmesi mümkün olamamıştır. Oysa her şey hareketin en sıradan ekonomik kazanıma ulaşması için bile siyasal, ideolojik, kültürel vb cephelerde kıyasıya bir mücadele verilmesinin mutlak ihtiyaç olduğunu gösteriyordu. Dünya çapında sermaye sınıfının yeni bir yapılanmayla emeğe karşı saldırıya geçtiği koşullara emekçilerin geçmiş sendikal deneylerin kırıntılarıyla direnebilmeleri mümkün olamazdı. Ancak sınıfın birliğini gözeten ve siyasal iktidar perspektifini içeren bütünlüklü bir strateji ile başarı sağlanabilirdi. Siyasal önderlik boşluğu ve ihtiyacı, kamu emekçileri hareketinin belirli bir momentinde ortaya çıkmamış, en başından itibaren hissedilmiştir. Oysa KESK’i ortaya çıkartacak olan önderlik(ler) “memur değil işçi” bile diyemiyorlardı.
Siyasallaşma nedir?
Biz siyaset eksikliğinden söz ettikçe, çeşitli sorular zihinlerden geçiyor olmalı. Öyle ya; KESK siyaset yapmamakta mıdır? KESK demokratikleşme sempozyumları düzenlemekte, Sosyal Forumlara ön ayak olmakta, emek sorunlarına ilişkin paneller gerçekleştirmekte, kadın komisyonları oluşturmakta, 1 Mayısları, savaşı, Kıbrıs sorununu, genel veya yerel seçimleri, Kürt sorununu gündemine almaktadır. K
ESK ekonomik taleplerin dışında siyasal taleplerle yapılan kampanya ve eylemlere katılmakta, zaman zaman başı çekmektedir.
Ancak sorunun başka yüzleri de var.
Bir kere siyasetin dışında kalmak veya içine dahil olmak bir tercih konusu değil. Toplumda kim nerede ne yapsa, doğrudan veya dolaylı olarak, hatta bilinçli veya bilinçsiz olarak siyasetle ilişkilenecektir. Hele söz konusu kurum sendikaysa bu ilişki, istense de önlenemez. İyi de bu siyasetin içeriği, amacı ne olacak? Birinci kritik soru budur. İşçi sınıfının gerçek tarihsel çıkarlarını temsil eden bir sendikanın misyonu, sınıfın üyelerinin gündelik, ekonomik bir farkındalık düzeyinden siyasal iktidar-sınıf bağlantısının kurulduğu bir bilince taşınması olmalıdır. Emekçilerin sendikalar eliyle biraz daha fazla ücret, biraz daha geniş sosyal haklarla donanması kapitalizmin egemenliğini değiştirmeyeceği ve ücretli kölelik süreceği gibi, bu kazanımlar egemen sınıf ve düzenin sürekli tehdidi altında olacaklardır. Dahası, içinde bulunduğumuz dönemde emekçiler sendikalar eliyle herhangi bir kazanım da elde edememektedirler. İşçi sınıfının kapitalist toplum içinde haklarını genişlettiği yükseliş dönemi sona ermiş durumdadır.
KESK açısından bakacaksak, KESK’in genel olarak ilerici hattının emekçilere siyasal iktidar-sınıf bağlantısı hakkında günlük gazete bilincinin ötesinde herhangi bir şey söylemediği herhalde açıktır. KESK’in siyasetle kurduğu ilgiye “sınıf siyaseti” demek güçtür.
KESK yönetimi geçmişten bugüne her zaman kendisini solcu, sosyalist, devrimci sıfatlarıyla niteleyen insanlarca oluşturulmuştur. Ama bileşenlerinin kendilerine uygun gördükleri sıfatlar KESK’in kurumsallığı söz konusu olduğunda saklanmaya çalışılmaktadır. Oysa ki, sınıf siyaseti sosyalizmden başka bir şey değildir.
KESK bugün dünya çapında yayılmakta olan bir sendikal siyasetin parçasıdır. Buna göre sendikalar sınıfın mücadelesinde bir geçişkenliği temsil etmemekte, düzen içinde oturmuş başlı başına bir kurum, bir odak olarak kabul edilmektedirler. Sendika sıfatını taşıyan kurumlar toplumun bütün gündem maddeleri hakkında sivil toplum kuruluşu kimliğiyle söz söylemekte, yayın yapmakta, karar alma mekanizmaları üzerinde baskı oluşturmayı denemektedirler. Sermaye daha önceleri TÜSİAD ve benzerlerine tanınan “düşünce kuruluşu” tabelasını sendikalara da hediye etmiştir.
Ancak düşünce kuruluşu ya da sivil toplum örgütü unvanı bedavaya verilmemektedir. Karşılığında sendikanın sınıf mücadelesi ve sınıf mücadelesinin geçmiş formlarıyla bağlantısının zayıflatılması, mümkünse yok edilmesi istenmektedir. “Özgürce” sözünü söyleyen sendika artık grevi unutmalı, eylemden vazgeçmelidir. Rakip sınıflar olarak değil “toplumsal taraflar” olarak, “işverenler” ve sendikalar masaya oturmalı, anlaşmazlıkları da çok taraflı masalara veya hakemlere taşımalıdırlar. Sendika, gücünü üretimden ya da örgütlü yapısından değil, düzen içi kurumsal pozisyonundan almaktadır. Bu yapıların her gündem maddesinde söz söylüyor olmalarının kendi üyelerinde bile bırakacağı fazla bir iz olmayacaktır.
Aslında sendikalara sunulan bu sınırlı özgürlük alanı, 1990’lardan itibaren sermaye diktatörlüğünün yöneldiği genel modelin bir parçası. Reel sosyalizmin çözülmesinden, solun ve emekçi hareketlerinin hızla gerilemesinden sonra, kapitalizm sınıf mücadeleleri döneminin kapandığını düşünmüş, dolayısıyla emekçi ve yoksul halk kitlelerinin toplumsal gündemin oluştuğu ve işlendiği bir alandan kovulabileceğine kanaat getirmiştir. On yıllar boyu mücadele ederek sosyal devlet uygulamalarını burjuvaziye dayatan, kamu hizmeti kavramını yaygınlaştıran, işsizlik sigortası, sosyal güvenlik gibi kazanımlar elde eden ve bu yollarla kâr oranlarını baskı altına alabilen işçi sınıfından intikam almanın zamanı gelmiştir. Bunun için işten çıkarmalara, sendikalar üzerinde baskılara, piyasa ideolojisinin bir beyin yıkama şeklinde yaygınlaştırılmasına başvuruldu. Sendikalar yeni modele boyun eğmek zorunda bırakıldı. Eskiden örgütlü tabanın gücü ve katılımı ile etkili olan sendikaların bu dinamik yanı da, genel model çerçevesinde budandı ve geriye sendika bürokrasilerinin saygı gördükleri bir toplumsal statü kaldı. İşçi sınıfı dışlanırken sendika bürokrasisi sosyal taraf haline geliyordu.
KESK’in gidişi bu yöndedir. Dolayısıyla KESK’in sermayenin dayattığı modeli sarsmaktan uzak düşünce üretiminin sınıf açısından ilerletici rolü çok sınırlı kalmaktadır. Sempozyumların, panellerin bir zararı kuşkusuz yoktur; ama bunlar sınırlı sayıda sendikacı dışında gündem oluşturmamakta, etkisiz kalmaktadır.
Taban gücü düzenli olarak gerilemekte olan KESK’te ilginç bir eylem tarzı yerleşmektedir. Belirli bir konuda ortak tavır alan KESK ve başka kurumların toplam sayısı zaman zaman yüzlere varmakta, ama çağrı yaptıkları “kitlesel” basın açıklamalarına kurum sayısı kadar katılımcı icabet etmemektedir. KESK ve bağlı sendikaların yöneticilik görevleri, kitleyi örgütlemek ve harekete geçirmekten, kitle adına temsili eylem yapmaya dönüşmüştür.
Uzun süredir verilen ve temel kazanımı karşı tarafın uymakla yükümlü olmadığı bir toplu görüşmeden ibaret olan mücadele, kadroları gerçekten yormuş olabilir. Belki de bu yorgunluk sendikacıları işyeri işyeri gezip örgütlenmek yerine e-mail haberleşmesi yoluyla işin kolayına kaçmaya itmektedir! Ama toplu görüşme yetkisini yitirmekten endişeye kapılan Eğitim-Sen’in örgütlenme çalışmalarını afişlemeyle yürütmesi sorunun yorgunluk değil bir yaklaşım sorunu olduğunu kanıtlar niteliktedir. KESK’in bu en büyük sendikası, sendikanın farklılığına dair hiçbir şey ifade etmeyen, neden örgütlenmek sorusuna yanıt vermeyen, en ufak bir heyecan uyandırması olanaksız “Eğitim Sensiz Olmaz” benzeri afişlerle kurulmadı! Eğitim emekçileri dişle tırnakla, birim birim örgütlenerek, yüz yüze temas ederek, kitleye hedef göstererek, öğretmenlerin bu afişte olduğu gibi “birer birey” olduğunu değil, birlikte güçlü bir kolektif oluşturduklarını anlatarak bu sendikayı yaratmışlardı. Şimdi Eğitim-Sen sınıfın gerçek ihtiyacı olan ortak davranış, ortak bilinç yerine özgür birey propagandası yapmaktadır. Oysa kapitalist toplumun özgür bireyleri, sınıf oluşturduklarının farkına varamayan, burjuva ideolojisinin basıncı altında atomize olmuş nitelikleriyle solcu Eğitim-Sen’i seçmeyeceklerdir!
Yoksa KESK yöneticileri, sendikalarının başkalarından hangi başlıklarda farklı olduğunu da mı unuttular? KESK ancak ve ancak bugün tasfiye edilmek istenen “kamu hizmeti” bilincini yükselterek örgütlenebilir. Dolayısıyla KESK’in güç kazanması için piyasacılığa, liberalizme karşı mücadele etmesi gerekir. Sosyal demokrat, sol liberal akımlarla flört, AB lobileriyle kurulan yakınlıklar KESK’e güç katmamakta, tersine altını oymaktadır. KESK kamuya saldırının ana öznelerinden biri olarak AB ile mücadele ederse kamu emekçilerini örgütleyebilir. KESK örgütlenebilmek için, insanlara sabır öneren, olumsuzlukların faturasını kadere çıkartan, kurtuluşu öte dünyaya havale eden ve bu yolla düzenin çarklarının dönmesine vazgeçilmez bir katkı koyan dinci gericiliğe karşı kıyasıya aydınlanmacı bir kavga vermelidir.
KESK’in yasal olarak tanımlanmış örgütlenme kapsamı akıl dışı bir biçimde kuşatılmıştır. KESK yanı başındaki dershane öğretmeniyle, öğretmen veya sağlıkçı olarak eğitimini tamamlamış olmasına rağmen at
aması yapılmayan emekçiyle, işsizlerle, sendikasız mühendisle, sendikasız taşeron işçisiyle ilgilenmediği sürece, kendi kapsamına giren kamu emekçilerine de bir heyecan veremeyecektir.
Sendikal odaklar arasında Kürt sorununa ilişkin en ileri yaklaşımların KESK’ten geldiği doğrudur. Ama emekçilerin örgütlenmesinde, sendikalarda ulusal kimliğe göre tasnif uygulanması ile Kürt halkının haklarına sahip çıkmak arasında ilişki değil çelişki vardır. Bir sendikanın belirli bölgelerde yürüttüğü çalışmalarda bölgenin toplumsal, ulusal, demografik, kültürel vb özelliklerini dikkate alması, bu özellikleri incelemek, değerlendirmek ve uygun politikalar üretmek üzere özel organlar kurması başka şeydir, ulusal kökene göre sendika yönetiminde “mevki kotası” uygulaması başka şeydir.
Bu noktada belirli bir göreve Türk, bir diğer göreve Kürt kökenli bir sendikacının getirilmesi uygulamasının ulusal tasnifle ilintisi olmadığı, bu bölüşümün siyasal hareketler arasında yapıldığı söylenebilir. Bir yere kadar geçerlilik taşıyan bu düzeltme, sorunu değiştirmemektedir. KESK yönetimlerinin bir “sol” siyasetler koalisyonu olarak yapılandırılması, içinde bulunduğumuz dejenerasyonun parçasıdır. Kurumun tepesinde karmaşık dengeler hüküm sürerken örgüt siyasetten uzaklaşmakta, uzaklaştığının farkına da varmamaktadır. KESK’li sendika aktivisti, bir şubede yönetimdeyse katkı koymakta, yoksa karşı grubun açığını yakalamak üzere sotada beklemektedir. Bütün bunlar koalisyon ve gerilim halindeki gruplara angaje olmayan emekçilerin gözü önünde cereyan etmekte ve derin bir hayal kırıklığı, küskünlük, geri çekilme, eylemsizlik üretmektedir. Bir de bu olumsuz sonuçların Kürt-Türk ayrımıyla ilintilendirildiğini bir düşünsenize!
Yeri gelmişken, KESK’in iç siyasal dengeleri sendikayı yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılması girişimleri karşısında kötürüm kılmaktadır. Yerel yönetimlerin uluslararası sermayenin sömürü alanı haline getirilmek üzere hizmet değil meta üreten birimler haline getirilmeleri, sermaye akışını kolaylaştırmak ve hızlandırmak amacıyla merkezi devlet denetim ve yetkilerinin sınırlandırılması, demokratikleşme değil yağmadır. Ancak KESK içinde ve aynı zamanda kimi yerel yönetimlerde etkin olan bir siyasi akım bu demokratik reforma (!) fazlasıyla angaje olmuş durumdadır. KESK içinde AB’den demokrasi ve özgürlük bekleyen bir dizi farklı kesimin varlığı da benzeri bir diğer sorun yaratmaktadır.
Bugünkü tablonun siyasallaşma ile ilgisi yoktur. Sendikacıların siyasal tercih ve aidiyetleri olması yapının siyasallığına ilişkin bir gösterge oluşturmaz. Sınıf sendikası en başta temsil ettiği emekçiler için bir bilinçlenme sürecine denk düşmelidir. Bu bilinçlenme eğitim, kültürel çalışmalar, örgütsel gündem, mücadele biçimleri ve doğrudan siyasal alanla, partilerle ilişkiye kadar bir dizi öğeyi kapsar. Sınıf sendikaları, sendikal bölünmüşlük koşullarında kendi hesaplarına düşen emekçi kesitiyle yetinmez, sınıfın birliği için motor güç olmaya çalışırlar. Bugünün Türkiye’sinde sınıf sendikaları için, emekçileri atomlarına ayırmayı amaçlayan kapsam detaylarının beş paralık değeri olmamalıdır. Kamu emekçileri için sınıfın birliği hedefi, kuşkusuz tek bir bütün oluşturan “işçiler” ile “kamu emekçileri” arasındaki ayrıma karşı bir cephe açmaktan, işçi-memur ayrımını reddetmekten başlamalıdır.
Acil tehlikeler
Kamu emekçilerini ciddi tehlikeler beklemektedir. Kamunun tasfiyesinin bir sonucu, kamu emekçisi sayısının azaltılmasıdır. KESK’in örgütlenme kapsamını defalarca küçültecek bir saldırı gündemdedir. KESK “kamunun yeniden yapılandırılmasına” karşı mücadeleyi bir ölüm kalım sorunu olarak kavramak ve gündeme getirmek durumundadır.
Sadece IMF ile Dünya Bankası değil, Avrupa Birliği de bu saldırının arkasındaki güçler arasındadır. KESK AB konusunda bin dereden su getirmekten vazgeçmeli ve kendini AB gerçeklerini emekçilere bütün açıklığıyla yansıtmakla görevli kabul etmelidir.
KESK faşist ve gerici “memur” sendikalarıyla kuşatılmıştır. KESK “devlet sendikalarına hayır” pozisyonundan aynı cephede buluşmaya kadar değişim göstermiştir. Geçmişte diğer konfederasyonlar kamu emekçileri içinde solun önünü kesmek için icat edilmiş sermaye ajanları olarak görülürken, bugün gelinen nokta en fazla “sendikal rekabet”tir. Sendikal rekabet ise doğası gereği olumsuz bir kavramdır. Bugünkü durum sürdüğü, KESK Türk Kamu-Sen’den daha küçük kaldığı, KESK’in tabanı dinamizmini yitirdiği takdirde sendikaların ayrı varlığı giderek önemsizleşecektir. KESK bir süre içinde varlığı sorgulanır bir sendika haline gelme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Kamu emekçileri arasında işsizlik yayılmaktadır. Bugün devletin bilinçli olarak başta öğretmenler olmak üzere “işsiz kamu emekçisi” ürettiği açıktır. Kamu hizmetlerinin piyasaya aktarılmasıyla birlikte bu işsiz basıncının sendikal kazanımları ağır biçimde kısıtlayacağı bellidir. Bugün işsizliğe karşı sesini yükseltmeyen, işsizleri örgütlemeyi önüne koymayan KESK, yarın çaresizliğe mahkum olacaktır.
Kamu hizmetlerinin tasfiyesi ve özelleştirilmesi ekonomik bir saldırının çok ötesine geçmiştir. Türkiye toplumu ideolojik olarak yeniden biçimlendirilmektedir ve işin trajik yönü, performans değerlendirmeleriyle, norm kadro uygulamalarıyla kazanımları, çalışma hakları tehdit edilen KESK’in tabanı da bu ideolojik biçimlendirmeden payını almaktadır. KESK ya sınıf mücadelesinin bütünlüğünün hakkını verecek ya da erozyon yaşamaya devam edecektir.
KESK, yukarıda değindiğimiz gibi Türkiye işçi sınıfının bir kesiminin örgütü konumundadır. Bölünmüş ve bölünmeye devam eden işçi sınıfının tek tek her bir örgütü bu bölünmüşlük nedeniyle zaaf içindedir. Ve sınıfın birbirine yabancılaştırılan parçalarını temsil eden sendikal yapıların kendileri de bölünmüşlük, yabancılaşma, örgütsüzlük ile tanımlanan verili durumun unsuru haline gelmişlerdir. KESK Türkiye işçi sınıfının durumunu olumlu yönde değiştirmek için mi mücadele edecektir, yoksa mevcut durumun ve sorunun parçası olarak erimeye devam mı edecektir?
KESK’in 2005 yılında toplanacak olan Genel Kurulunun gündemi bir kez daha koltukların nasıl paylaşılacağı mı olacaktır? KESK tabandan kopmaya devam eden bir siyasi gruplar koalisyonu olarak mı yola devam edecektir? KESK Avrupa Birliği konusunda karnından konuşmayı sürdürecek midir? KESK sarı faşist bir sendikanın küçük sol muhalefeti olarak mı kalacaktır?
Bütün bunların alternatifi kamu emekçileri hareketinin sınıf sendikacılığı doğrultusunda yeniden yapılanmasıdır. 2005 Genel Kurulumuzun gündemine bu yeniden yapılanma tartışması damga vurmalıdır.
*İşçi Konseyi’nin 25.03.2005 tarihli metnidir.
Kaynak: www.iscikonseyi.org