Gelir eşitsizliği derinleşiyor, emekçiler her geçen gün daha fazla güvencesiz hale geliyor, ekonomiler ise krizlerle sarsılmaya devam ediyor. Bu durum, Manifesto’nun analizlerinin güncelliğini ortaya koyarken, onun geçmişi ve bugünü kavramakta ve geleceği şekillendirmekte nasıl iyi bir rehber olabileceğini de gösteriyor
Giderek daha fazla sömürülen, emeği değersizleştirilen ve karşısındaki güce direnmenin yollarını arayan işçiler… Makinaların gölgesinde kaybolan, yerine kolayca yenisi konulabilen emekçiler… Önceleri öfkelerini makinalara yönelten ancak zamanla örgütlenmenin gücünü kavrayarak taleplerini yükselten ve baskıya, yasaklara rağmen mücadeleden vazgeçmeyen bir sınıf…
Tarih, “yasaklara karşı giderek bilinçlenen ve siyasallaşan işçi sınıfı”nın[1] toplumsal düzeni nasıl sarstığının örnekleriyle dolu. Sanayi Devrimi’nin etkisiyle işçiler, yalnızca daha iyi çalışma koşulları için değil, toplumsal ve siyasal haklarını kazanmak için de mücadele etti. 1831’de Lyon’da patlak veren ayaklanma, çalışma hakkı ekseninde gelişen erken işçi direnişlerinden biriydi. Ardından, 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de büyüyen Çartist hareket, kitlesel bir işçi mücadelesine dönüştü. Eş zamanlı olarak, farklı ülkelerde de önemli işçi direnişleri yaşandı. 1848 yılı ise Avrupa genelinde devrimci fikirlerin yükseldiği, mevcut düzenin sarsıldığı bir dönüm noktası oldu. Bu çalkantılı süreçte, Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünistler Birliği’nin programı olarak Komünist Manifesto’yu kaleme aldı.
Komünist Manifesto, Marx (29 yaşında) ve Engels (27 yaşında) tarafından kaleme alınalı 177 yıl oldu. İlk basımı 1848’in Şubat’ında yayınlanan Manifesto, o günden bu yana işçi sınıfı hareketlerinin ve sosyalist düşüncenin temel metinlerinden biri olarak varlığını sürdürüyor. Ancak Manifesto’yu bugün tekrar ele almanın tek nedeni, tarihsel değeri büyük bir metin olması değil. Daha önemlisi, kapitalizmin krizlerle sarsıldığı, eşitsizliğin derinleştiği ve sınıf mücadelesinin sürdüğü günümüzde, sunduğu temel önermeler ve öngörülerle hâlâ yol gösterici bir metin olması. Marx ve Engels’in 19. yüzyılda ortaya koyduğu çelişkiler, biçim değiştirerek de olsa bugün hâlâ etkisini sürdürüyor: Gelir eşitsizliği derinleşiyor, emekçiler her geçen gün daha fazla güvencesiz hale geliyor, ekonomiler ise krizlerle sarsılmaya devam ediyor. Bu durum, Manifesto’nun analizlerinin güncelliğini ortaya koyarken, onun geçmişi ve bugünü kavramakta ve geleceği şekillendirmekte nasıl iyi bir rehber olabileceğini de gösteriyor.
Manifesto, 177 yıldır “çok yönlü tartışma ve değerlendirmelerin, yanı sıra saldırı ve geçersiz kılma girişimlerinin odağı oldu. Özellikle dünyanın 1990’da yaşadığı büyük altüst oluştan sonra, gerici saldırı ve karalamalar bir yana, Manifesto’nun zamanın sınavından nasıl geçtiği üzerine sol kesimlerde yoğun tartışmalar yapıldı ve yapılıyor.”[2] Bu tartışma ve değerlendirmeler yalnızca Manifesto’nun kendisini değil, aynı zamanda onun tarih boyunca nasıl yorumlandığını ve Marksist düşünce üzerindeki etkilerini de kapsıyor. Bu bağlamda, bu yazıda inceleyeceğimiz çalışma, Yordam Kitap tarafından yayımlanan Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar adlı derleme. Nail Satlıgan’ın Almanca aslından çevirdiği Manifesto’nun yanı sıra, yazarları tarafından farklı dönemlerde yazılmış önsözler ile dünyadan ve Türkiye’den önemli Marksist yazarların değerlendirmelerini içeriyor. Manifesto’nun Şefik Hüsnü tarafından yapılan ilk Türkçe çevirisi ve Rasih Nuri İleri’nin, Manifesto’nun Türkçede yayımlanış serüvenine ışık tutan önsözüyle birlikte, tarihi bir belge niteliği taşıyan bu kitabın büyük bir bölümünü, Manifesto hakkında yazılan değerlendirmeler oluşturuyor. 20. yüzyılın en büyük Marksist iktisatçılarından Paul Sweezy’nin Manifesto’nun 100. yılına özel kaleme aldığı yazısını, dünyadan Prakash Karat, Aijaz Ahmad, İrfan Habib, Prabhat Patnaik, Ellen Meiksins Wood ve Anwar Shaikh’in makaleleri takip ediyor. Türkiye’den ise Metin Çulhaoğlu, Ertuğrul Kürkçü ve Sungur Savran’ın değerlendirmeleri kitapta yer alıyor.
Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Karl Marx & Friedrich Engels, Çeviri: Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu, Olcay Göçmen, Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2008.
Meiksins Wood’un belirttiği gibi, Komünist Manifesto adı üzerinde bir manifestodur. Siyasal mayalanmanın yoğun olduğu bir dönemde, dünyanın o zamana dek uluslararası devrime en çok yaklaştığı anlaşılan bir sürecin arifesinde yazılmıştır. Manifesto, bir siyasal programın kamuoyuna yönelik bildirgesi, kısa ve çarpıcı bir amaç ifadesi ve savaş çağrısıdır. Buna mukabil, bir partinin siyasal programı olarak kaleme alınmış olmasına rağmen, Manifesto çoğu zaman kapsamlı bir tarih çalışması gibi ele alınmış; iktisadi, siyasal ve kültürel bir analiz olarak değerlendirilmiş, hatta kimi zaman kehanet niteliğinde görülmüştür. Bunun temel nedeni, egemen sınıflar ve onların entelektüel destekçilerinin, kendileri için kritik pek çok meselenin Manifesto’nun çürütülmesine bağlı olduğunu düşünmeleridir. Meiksins Wood’un sözcükleriyle “Hiçbir şey, Manifesto’nun dehasına, ona saldırmak için harcanan enerjiden daha inandırıcı bir tanıklık sağlayamaz.”
Sungur Savran ise Meiksins Wood’un tespitlerini içerip aşan bir noktaya işaret ediyor. Meiksins Wood, Manifesto’ya yönelik saldırıları onun gücünün bir kanıtı olarak ele alırken, Savran bu saldırıların yalnızca burjuva ideologlarıyla sınırlı kalmadığını, sosyalist hareket içinde bile Marksizm ve komünizm konusunda derin kuşkuların geliştiğini vurguluyor. “Marksizm’in tarihsel olarak yanlışlandığı yolunda yoğun bir propaganda bombardımanı yaşıyoruz. İşin acıklı yanı, burjuva aydınlarının ve politikacılarının bu bombardımanına paralel olarak, sosyalist hareketin çeşitli akımları içinde komünizm (ya da sosyalizm) ve Marksizm konusunda derin kuşkular gelişmiş durumda” diyerek, saldırıların yalnızca dışarıdan değil, içeriden de geldiğine dikkat çekiyor. Böylece, Manifesto’ya yönelik ideolojik mücadele yalnızca tarihsel bir mesele olmakla kalmıyor, günümüzde de karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda Paul Sweezy’nin Manifesto’nun sosyalizm tarihindeki konumuna dair değerlendirmeleri de bu tartışmayı derinleştiriyor.
Sweezy, Manifesto’yu sosyalizm tarihinde merkezi bir metin olarak ele alırken, onun eşsiz önemini kavrayabilmek için öncelikle sosyalizm içindeki yerinin incelenmesi gerektiğini savunuyor. Ona göre, Manifesto, sadece 19. yüzyılın devrimci hareketleri için değil, sonraki tüm sosyalist mücadeleler için de bir referans noktası olmuştur. Tarihsel olarak önceki düşünce ve tecrübeler Manifesto’ya varmış, sonraki gelişmeler ise ondan beslenmiştir. Dolayısıyla, onu devrimci mücadelelerin kesintisiz sürekliliği içinde değerlendirmek gerekir. Manifesto’ya yönelik saldırıların ve onu çürütme çabalarının sürekliliği de bu bağlamda anlam kazanıyor: Kapitalizmin krizleri derinleştikçe ve sosyalist düşünce yeni biçimlerde kendini var ettikçe, Manifesto tartışma konusu olmaya devam edecektir.
Bu süreklilik, yalnızca Manifesto’nun politik yönüyle değil, kapitalizme dair sunduğu temel analizlerin geçerliliğiyle de ilgilidir. Nitekim, Manifesto kaleme alındığında kapitalizm henüz dünyanın çok küçük bir köşesinde hakimiyet sağlamış olmasına karşın, Marx ve Engels’in bu konudaki öngörüleri son derece isabetliydi. Kapitalizmin doğası gereği sürekli genişlemek zorunda olduğunu, yeni pazarlar arayarak dünya çapında yayılacağını ve üretim ilişkilerini dönüştüreceğini öngörmüşlerdi. Bu bağlamda Sweezy, Manifesto’nun yalnızca bir siyasal program değil, aynı zamanda kapitalizmin güçlü ve dahiyane bir analizi olduğuna dikkat çeker. Ona göre, bu metin, günümüzde içinde yaşadığımız kapitalist dünyanın eşi benzeri olmayan bir betimlemesi olarak hâlâ tek başına durmaktadır.
Kitapta Manifesto üzerine yapılan diğer değerlendirmeler de onun bu konudaki güncelliğini vurguluyor. Aijaz Ahmad, Manifesto’nun kapitalist toplumun temel öncüllerini zamana bağlı olmaksızın kavrayabilmesinin onun en büyük başarısı olduğunu vurguluyor. Prakash Karat, Marx ve Engels’in tarif ettiği kapitalizmin günümüzde bile şaşırtıcı bir çağdaşlığa sahip olduğunu belirtirken, Meiksins Wood, Marx’ın kapitalist geleceğe dair öngörülerinin, günümüzün gelişmiş kapitalizmi bağlamında bile son derece dikkate değer olduğunu ifade ediyor. Savran ise daha geniş bir çerçevede değerlendirerek, Marx ve Engels’in kapitalizmi tarihsel olarak özgül bir üretim tarzı olarak kavrayışlarının, Marx’a henüz kapitalizmin erken bir aşamasında toplumun temel sosyo-ekonomik özelliklerini ortaya koyma ve geleceğini öngörme olanağı sağladığını belirtiyor.
David Harvey de Manifesto’nun bugün hâlâ bu kadar etkileyici olmasının nedenini benzer bir ifadeyle açıklıyor: Kapitalizmi çözümleme biçimi ve öngörülerinin geçerliliğini koruması. Çünkü Manifesto’nun tarif ettiği dünya, aslında hiçbir zaman ortadan kaybolmadı. Aksine, her geçen gün daha da belirginleşti. Ne de olsa, açgözlülüğün, bencilliğin, rekabetçi bireyin, kim ya da ne pahasına olursa olsun kısa vadeli kazancı yağmalama tutkusunun her köşe başında karşımıza çıktığı, hızlandırılmış ve vahşileşmiş bir kapitalizm içinde yaşamıyor muyuz? Harvey’e göre bunun sonucunda sürekli olarak “toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı” ve beraberinde getirdiği “bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı” kişisel ve yerel ekonomik varlıklarda inanılmaz bir uçukluk yaratıyor. Ücretlerin “gitgide daha çok dalgalanması” sonucunda, kişisel güvencesizlikler ve ortak kaygılar çoğalarak göçmenlere, muhaliflere ve farklı görünen ya da davranan herkese uygarca muamele edilmesine elverişsiz bir hava oluşturuyor.
Harvey, kapitalizmin çalkantılı yapısının, komünizmin öldüğünü ilan edenlerin iddialarını geçersiz kıldığını belirtiyor. Çünkü tam da bu krizler, kapitalizmin kendi sınırlarına dayandığını ve alternatif bir toplumsal düzen arayışının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda, Harvey, komünizmin ölümünü ilan edenlere şu yanıtı veriyor ve Manifesto’nun sunduğu sınıfsız toplum perspektifinin altını çiziyor:
Komünizmin öldüğü ilan edilebilir, ama şiddetli, gaddarlaşan ve sürekli devrim yapan bir kapitalizm serpilmeye devam ediyor. Marx ve Engels Manifesto’da o kapitalizmin ne olduğunu ve temel olarak neyi ifade ettiğini ve nasıl ortaya çıktığını gözlerimizin önüne sermenin parlak bir yolunu buldular. Bunu yaparken, yalnızca kapitalizmin sınıfsal baskılarına ve yaratıcı yıkım hırsına direnmede kullanılmakla kalmayıp, bütün dikkate değer kazanımlarıyla kapitalizmi kökten farklı ve çok daha insanca bir şeye dönüştürmenin yolunu aydınlatmada kullanılacak ilham verici bir dil geliştirdiler. Bu acımasız sistemin sınıfsal karakterini dikkate alarak, bu dönüştürme projesine katılmanın tek yolunun sınıf mücadelesi politikası yürütmek olduğunda ısrar eden açık, mantıklı ve belirgin bir adım da attılar.
“Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.”
Komünist Manifesto’nun bu ünlü açılış cümlesi, Marx ve Engels’in modern tarihin merkezine burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesini yerleştirdiğini açıkça ortaya koyar. Savran, Komünist Manifesto’nun proletaryaya, kapitalist topluma son vererek sınıfsız bir toplum yaratma yolunda bir hat çizen bir devrim programı olduğunu vurgular. Ancak bunun başarılabilmesi için, kapitalist toplumda devletin karakterinin doğru kavranmasının sınıf mücadelesi ve sosyalist düşüncenin gelişimi açısından kritik bir öneme sahip olduğunu belirtir. Zira, Savran’ın ifadesiyle “her ne kadar kapitalizm kendi bağrında sosyalizmi yaratıyor olsa da, kapitalizmin çelişkileri zorunlu olarak sosyalizmle sonuçlanmaz”. Bu bağlamda, Rosa Luxemburg’un ünlü formülü, Manifesto’nun sunduğu devrimci alternatifin özeti gibidir: “Ya sosyalizm ya barbarlık!” Marx’ın, sınıf mücadelesinin insanlığı daha ileri bir üretim tarzına taşıyabileceğini ancak aynı zamanda bir çöküşe, yani barbarlığa sürükleyebileceğini vurguladığını belirten Savran, Manifesto’nun daha ilk sayfalarında sınıf mücadelelerinin “ya toplumun köklü bir devrimle dönüşmesiyle ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla” sonuçlanacağını ifade ettiğini hatırlatarak bu görüşünü destekler.
Bu noktada, Manifesto’da ortaya konulan devrimci çerçevenin günümüz kapitalizmine uygulanması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Kapitalizmin krizleri kendiliğinden sosyalizme yol açmaz; işçi sınıfının örgütlenmesi ve siyasal mücadele yürütmesi zorunludur. Meiksins Wood da Manifesto’nun savunduğu gibi, kapitalizmin kendi karşıtını yarattığını, yani onu yıkma kapasitesine sahip bir sınıf olan proletaryayı ortaya çıkardığını belirtir. Ancak bu yalnızca bir potansiyeldir; gerçekleşmesi, sınıf mücadelesinin örgütlülüğüne ve siyasal hedeflerine bağlıdır.
Manifesto’nun mesajını ve yazarlarının ruhunu kavrayanların, kapitalizmin kaçınılmaz olarak çökeceğini ve insanlığın tek umudunun, mümkün olan en kısa sürede ve en az zararla sosyalizme ulaşmak olduğunu göreceklerini belirten Sweezy, tıpkı Savran ve Meiksins Wood gibi, kapitalizmin kendiliğinden çöküşünün sosyalizmin zaferini garantilemeyeceğini vurgular:
Kapitalizmin yıkılmaya mahkûm olduğu gerçeği, sosyalizmin zaferini garantilemez. Tarih bir toplumun çöküşünün yeni ve ilerleyen bir sisteme dönüştürdüğü gibi, karmaşa ve gerilemeye de düşebileceğini kanıtlayan örneklerle doludur.
Kapitalizm, rekabetin ve bireyciliğin insan doğasına en uygun sistem olduğu iddiasıyla kendini meşrulaştırmaya devam ediyor. Oysa gerçekte, bu sistem yarattığı eşitsizlik, ekonomik kriz ve ekolojik yıkımla insanlığı her geçen gün daha büyük bir çıkmaza sürüklüyor. 2008 finans krizi, neoliberalizmin sonunu ilan etti ama kapitalizmi ortadan kaldırmadı. Pandemi sonrası dünyada sermaye düzeni milyonları işsizliğe ve açlığa mahkûm ederken, büyük tekeller servetlerine servet kattı. Ancak bütün bunlar kapitalizmin gücünü değil, krizi yönetme kapasitesinin giderek zayıfladığını gösteriyor. Kapitalizmin kriz üretmeden var olamayacağı bir kez daha kanıtlandı, mesele bu sistemin ne zaman ve nasıl aşılacağıdır. Manifesto, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” şeklindeki son sözüyle aslında mücadelenin yolunu belirliyor. Peki, sınıf mücadelesinin tek yol olduğunu ve bunun için işçilerin birleşmesi gerektiğini söyleyen bu apaçık çıkarımı bugün nasıl yorumlayabiliriz?
Paul Sweezy, bu soruya Marx ve Engels’in Manifesto’yu değerlendirmek için kullandıkları ölçütleri baz alarak yanıt veriyor. Manifesto, yazıldığı dönemin koşullarına göre şekillenmiş bir siyasal program olmasına rağmen, kapitalizmin doğasına dair sunduğu analizlerle zamana direnmeyi başarmıştır. Ancak, Sweezy’nin de vurguladığı gibi, Marx ve Engels Manifesto’yu değişmez bir dogma olarak görmemiş, aksine onun tarihin akışı içinde yeniden ele alınması gerektiğini savunmuşlardır. Bu noktada, Marx ve Engels’in Manifesto’nun yeni basımlarına ve çeşitli çevirilerine yazdıkları önsözler büyük önem taşır. Sweezy, bu önsözlerden alıntılar yaparak Manifesto’nun içeriğinin sabit olmadığını ve zamanla gelişen tarihsel koşullar doğrultusunda yorumlanması gerektiğini şöyle ifade eder:
Marx ve Engels hiçbir zaman tarihin geleceğini çizmeyi ve gelecek sosyalist kuşakları bağlayıcı bir dizi dogma sıralamayı düşünmediler. Şunu özellikle belirttiler ki, kapitalizm yayılıp yeni ülke ve bölgeleri çağdaş tarihin içine çektikçe, Manifesto’da dikkate alınmayan problemler ve gelişme biçimleriyle ister istemez karşılaşacaklardır.
Bu ifade, Manifesto’nun hem teorik gücünü hem de esnekliğini ortaya koyar. Kapitalizm sürekli olarak kendini yenileyen ve dünya ölçeğinde genişleyen bir sistemdir; dolayısıyla, ona karşı geliştirilecek sosyalist stratejiler de tarihsel bağlama göre yeniden şekillendirilmelidir. Marx ve Engels, 19. yüzyılın ortalarında belirledikleri ilkelerin ilerleyen süreçte değişen dünya koşullarıyla birlikte yeniden değerlendirilmesi gerektiğini biliyorlardı.
Bugün, Manifesto’yu değerlendirirken, onu yalnızca bir tarihsel belge olarak değil, aynı zamanda günümüz kapitalizmini anlamak için bir rehber olarak ele almak gerekir. 21. yüzyılda sermaye birikimi, finansallaşma, küreselleşme ve dijital ekonomi gibi yeni olgularla karşı karşıyayız. Ancak Manifesto’nun ortaya koyduğu temel çelişkiler –sınıf mücadelesi, sermayenin merkezileşmesi, kapitalizmin kriz eğilimleri ve proleterleşme süreçleri– hâlâ güncelliğini koruyor. Sweezy’nin işaret ettiği gibi, Manifesto’nun değerini anlamak için onu olduğu gibi kabul etmek yerine, değişen dünyada sosyalist düşüncenin nasıl evrildiğini görmek gerekir. Marx ve Engels’in yöntemi de tam olarak budur: tarihi ve toplumu statik değil, sürekli değişen bir süreç olarak görmek.
Marx ve Engels’in mantıksal olarak sonuca bağladıkları gibi, sistemi kökten değiştirebilecek yegâne mücadele, esasen kapitalist sınıfın sermayesini üreten ve proletarya olarak tanımlanan emekçi sınıfın öncülüğünde yürütülebilecek bir sınıf mücadelesidir. Bu bağlamda, Komünist Manifesto’nun satırlarından yükselen devrimci tutkuları yeniden alevlendirmek, bugünün dünyasında kapitalizmin yarattığı yıkıma karşı durmanın ilk adımıdır. Bugün proletaryanın önünde duran görev, bu çağrıyı gerçek kılmak ve kapitalizmin çelişkilerinden doğan mücadeleleri devrimci bir bilince taşımaktır. Savran’ın sözleriyle tamamlayacak olursak yapılması gereken, tarihsel gelişmenin önümüze getirdiği yeni sorunları (ekolojik tahribattan genetik mühendisliğinin ve bilişim teknolojisinin olanak ve tehlikelerine kadar) teorik ve programatik olarak ele almak, ama bunu yaparken de var olan teori ve programın kazanımlarını bir sıçrama tahtası haline getirmek.
Ve tabii: “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır.
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/03/01/butun-ulkelerin-proleterleri-birlesin
[2] K. Marx & F. Engels, (2008), “Yayınevinin Notu”, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar içinde (s.10). Çevirenler: Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu Olcay Göçmen, Şükrü Alpagut, İstanbul: Yordam Kitap.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.