Kızıl Goncalar, kültür savaşları içinde karşımıza, kültür endüstrisinin, orta ve yukarı-orta sınıfları, süreç olarak faşizme yakınlaştırmaya, katmaya, hatta pasifleştirmeye yönelik bir ürünü olarak çıkıyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Son yıllarda film ve diziler aile ile birlikte dini değerlerimizi hedef alıyor. Sarıklı sakallı baş örtülü cübbeli vatandaşlarımıza itibar suikastı yapılıyor.’ demiş. Her konuda ve alanda Cumhurbaşkanı’nın bu tür tespitlerinin ardından yasakların yaygınlaştığı bir dönemde, bu sözler “RTÜK’ün dizileri de yasaklamasını istiyor!” biçiminde yorumlandı. Ben biraz farklı düşündüm: Sakın Cumhurbaşkanı, hukukları, örf ve adetleri, totaliter, ayrımcı yaşamlarıyla, tarikatları normalleştiren bu dizileri, ‘ben karşı çıkarsam, laik seküler kesimler, daha çok izlerler’ diye düşünerek kültür savaşlarında bir ters psikoloji” taktiği uygulamış olmasın?
Bu soruya, hem devletle ilişkileri hem de kardeş katline kadar uzanan kendi iç iktidar savaşları bağlamında en politik, kültür savaşlarında en etkili örneklerden biri, reytingde sık sık 1. sıraya oturan “Kızıl Goncalar” dizisi üzerinden cevap vermeye çalışacağım. Dizinin izleyicileri arasında, tarihsel olarak faşizmin toplumsal tabanını oluşturan ama Türkiye’de siyasal İslam’a mesafeli duran orta ve yukarı orta sınıfların (ABC1 ve AB gibi yüksek eğitim seviyesine sahip ve meslek sahibi) bireylerin ağırlıklı olması da ayrıca ilginç.
Birinci sezonda, dizinin, izleği Faniler tarikatının temsilcileri ile seküler moderniteyi temsil eden laik, “28 Şubatçı” bir ailenin çelişkili değerleri, varsayımları arasındaki etkileşimi (itikat-bilim, duygu-akıl, ruh-madde, kader-irade-rastlantı vb.) izledik: Bunlar birbirlerini dinleyerek, anlayarak, bir arada yaşayabilirler mi? Dizi bu soruya “zor ama olanaksız değil ve toplumsal barış için gerekli” savı üzerinden cevap vermeye çalışarak ilerliyordu.
Birinci sezonun sonunda, Faniler tarikatının şeyhinin uzaktan geri gelen oğlu Vahid, babasını zehirledi, şiddet yoluyla bir darbe yaparak mürşitlik mevkiini ele geçirdi, IŞİD benzeri bir şeriat düzeni dayattı.
İkinci sezonda, birinci sezonda karşı karşıya olan, çekişen iki kesimin, birbirilerini anlamaya başlayarak bu kez Vahid’e, hatta onunla ilişkide olan “derin devlete” karşı ortak mücadelesini izliyoruz. İkinci sezon adeta laik kesimi, ölümü göstererek sıtmaya razı ediyor. Ilımlı, sizinle ilişki içinde olan tarikat düzenini kabul etmezseniz bu IŞİD tiplerinin eline düşebilirsiniz. Böylece dizi, gerçekliğin kalıcı bir parçası olarak tarikat yaşamını normalleştiriyor.
Dizinin izleği, “birilerinin bizi böl yönet taktiği ile yönettiğini” iddia ediyor. Bu iddia karşısında, kaçınılmaz olarak iki soru akla gelir. Bu taktiği hangi irade uyguluyor? Biz ne zaman bölündük? Birinci soruya dizi “derin devlet” cevabını veriyor. Bu, tarikat liderlerini bile baskı altında tutan, kendi ajanlarını zehirleyebilen, istediğini cezaevinde bile öldürebilen bir iradedir.
Peki bu irade ne zaman ortaya çıktı? Ya da bizi kim böldü. Bu soruya cevap vermek için, tarihte, toplumun dinci ve seküler/modernist ayrımı üzerinden bölünmüş olmadığı ya da T.S Eliot’ın bir tanımlamasını alırsak “duyarlılığın bölünmemiş” olduğu bir dönem bulmamız gerekiyor. Bulabilir miyiz? Evet bulabiliriz. Bu, matbaayı Aydınlanma düşüncesinin topluma girmesinden de korkarak, 200 yıl ülkeye sokmayan Osmanlı İmparatorluğu dönemidir. Sonunda, zamanla, imparatorluğun dinci despotik/“tek adam” dünyasının karşısına, seküler, laik modernist bir dünyanın çıkmaya başlamasıyla “duyarlılık kırılmış” toplum bölünmeye başlamıştır. Bu bölünme I. ve II Meşrutiyet deneyimlerinden geçtikten sonra prekapitalist imparatorluğun çökmesi ve Aydınlanma geleneğini benimseyen bir kapitalist Cumhuriyetin kurulmasıyla kurumlaşmıştır. İkinci sorunun cevabı da, böylece, “bizi” laik seküler gelenek/kültür ve Cumhuriyet böldü olarak şekilleniyor.
Dizi dolaylı olarak “derin devleti” cumhuriyet ile özdeşleştiriyor. Bu zeminde de “Yeniden birlik içinde yaşayabilmek için bundan kurtulmalıyız” savını dolaylı olarak gündeme getiriyor ve savunuyor. Peki pratikte bu nasıl olacak?
Will Smith ve Jeff Goldbum’un oynadığı “Bağımsızlık Günü” filminde, ABD devlet başkanı, biz uzlaşma zemini bularak savaşı önleyebilmek için tutuklu uzaylıya sorar: “Bizden ne istiyorsunuz?” Uzaylı kısaca “ölmenizi istiyoruz” der.
Dizinin geldiği noktada da yapımcıların seküler kesime “ölmenizi istiyoruz” anlamına gelen bir sonuç önerdikleri görülüyor. “28 Şubatçı” profesör de “biz onlara ne eziyetler yaptık” gibi duygularla nedamet getiriyor, özür diliyor, affediliyor. Dini dünya görüşünü, tarikat yaşamını eleştiren bir kitap yazmış olan doktor, tarikat dünyasını anladıkça değişerek, o kitabın artık geçersiz olduğuna karar verdiğini açıklıyor, hatta “adeta kamuoyu önünde öznel/entelektüel bir intihar” (Blanchot) sergiliyor: İmza gününde kitabındaki imzaların üzerine hükümsüz damgası vuruyor.
Dizinin yapımcıları, iki kesimin birlikte yaşayabilmesi için seküler kesimden, bir nedamet getirmesini, hatta ideolojik olarak kamuoyu önünde intiharı etmesini talep ediyor: Onlar 28 Şubat’ta yaptıklarına pişman olmalıdırlar, özür dilemelidirler, dini “hakikatleri”, ‘yaşam dünyalarını’ kabullenmeli, eleştirmekten vazgeçmelidirler.
Ancak tarih boyunca Cumhuriyetin, emekçi sınıfların ekonomik demokratik taleplerinin karşısında, askeri darbelerin, emperyalizmin yanında duran siyasal İslam ve tarikat dünyasının vereceği bir hesap yoktur, nedamet getirmesi gereksizdir. Dizi, bölünmüşlüğün aşılması, toplumsal huzurun sağlanması için seküler modernizmin ve laiklerin, tarikat değerlerini özümseyerek o değerler içinde asimile olmayı kabul ederek yok olması gerektiğini anlatıyor.
Dizi izleyiciye sık sık “28 Şubat darbesi” gibi bir şeyi anımsatıyor. İyi de 28 Şubat “darbesinde”, kaç kişi sokaklarda, işkencelerde öldü, idam edildi, kayboldu, yıllarca hapis yattı? Bunların hiçbiri olmadı! Ne oldu? O güne kadar sosyalistlere, ilericilere yönelik baskı ve zulümde, katliamlarda (Maraş, Sivas, Kanlı Pazar), askeri darbelerde devletin “maşası” olan siyasal İslam’ın entelijansiyası, ilk kez, kendini devletin hedef tahtasında buldu; hiçbir direniş gösteremediği, dışında gelişen bir projenin (ılımlı İslam ve BOP) içinde edilgen zavallı bir “şey”e dönüştüğü için bir travma yaşadı. O günlerden bu yana o travmayı, “bir kurucu fantezi” üreterek atlatmaya çalışıyor. Bu dizi de bu çırpınışın bir ürünü.
İkinci fantezi “hakikatlere” ilişkindir. İnsan öznelliği çok parçalı bir şekillenmedir. Bir bilim insanı dindar olabilir, dindar biri de bilim insanı … Laiklik, bir ana gösterge ve toplumsal bir düzen olarak, bireylere, bu parçalı durumun yarattığı uyumsuzluğu yöneterek yaşama olanağı verir.
Ancak din ve bilim, (zamanın, mekanın kullanımının, duyumsanabilir olanın, kadının/erkeğin hak ve özürlüklerinin sınırlarını, beden estetiğini, cinsel tercihleri, “doğru” ve “yanlışı” ayırt etmeye izin veren kodları, düşünce modellerini, bunlara uygun kavramları ve dili belirleyen, tabiiyet, biat ilişkilerini harekete geçiren) “hakikat rejimlerine” dayanan farklı “yaşam dünyaları” olarak karşılaştıklarında, bireysel düzeyde yönetilebilen uyumsuzluk toplumsal düzeyde, hemen her alanda, en önemlisi de adalet ve sadakat alanlarında çıkmaza girer. Dizide Meryem “kader kısmet” derken Levent “yahu şimdi bırak bu hurafeleri” diyebilir. Doktor kitabını geri çekmek zorunda kalır. Genelde, bir tarikat tebaası, hastaneye düştüğünde karısına kızına bakmak için kadın doktor ister ama kızların, okula giderek kadın doktorlar olarak yetişmesine, okula göndermeye karşı çıkar.
Farklı hakikat rejimlerine dayanan “dünyaların”, modern Cumhuriyet’le, tarikat dünyasının, “sivil toplumun” (devletle birey arasındaki özgürlükler alanı) ve tarikatın bir arada yaşayabileceğini savunmak, bugün laikliğin, “sivil toplumun”, getirdiği hakların özgürlüklerin tasfiye sürecini (süreç olarak faşizmi) gizleyen, bu sürecin laik, demokrat ilerici kesimde yarattığı ağrıları uyuşturmaya çalışan bir fantezi olmaktan öteye gidemez.
Kızıl Goncalar, kültür savaşları içinde karşımıza, kültür endüstrisinin, orta ve yukarı-orta sınıfları, süreç olarak faşizme yakınlaştırmaya, katmaya, hatta pasifleştirmeye yönelik bir ürünü olarak çıkıyor. “Sakın ters psikoloji yapıyor olmasın” derken bunları düşünüyordum.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.