“Faşizmin seçimle yenilmeyeceği” doğru önermesinin yozlaştırılarak “AKP’nin seçimle yenilmeyeceği” iddiası haline gelmesi, aslen faşizm gerçeğini anlamamaktan kaynaklanıyor. Faşizm bu ülkeye AKP’yle gelmedi, muhtemelen onunla da gitmeyecek. Egemen sınıflar ve emperyalist merkezler ondan yeterli verimi alamadıkları noktada bu partinin seçimle de gitmesine rıza gösterebilir, hatta halkın kahredici ayaklarının altında ezilmesindense bu şekilde gitmesini isteyebilirler
Halkın bir özü yoktur, olsaydı da kendini seçimlerde açığa vurmazdı. Halkın varoluşu devrimdir ve eninde sonunda o varoluşu gerçekleştirecektir. Bu arada seçimler olup bitecek, her biri gençlik aşkları gibi fırtınalı geçse de hızla unutulacak, geriye sınıf mücadelesi kalacaktır. Bu mücadele zaten hep yanı başımızdadır ve denizde balık gibi biz onun içindeyizdir. Bu kısa değerlendirmenin kapısına bunları çivileyerek başlayalım söze.
Seçimler bize halkın niteliği konusunda bir şey söylemezler söylemesine ama halkın aktüel eğilimleri hakkında epey ipucu verirler. Hayatında verdiği tek oy başkanlığa hayır olan biri olarak ben de bu yüzden seçimleri takip ediyor, seçimler hakkında düşünüyor ve yazıyorum.
Bilinenleri tekrarlamaya lüzum yok, ille var derseniz sonda özet geçeceğim, ama şunu söylemem gerek: Bu seçimde, düzen partisi CHP’ye akan oylar, halkın düzene olan muhabbetini değil muhalefetini belgelemektedir. Faşizmin son 22 yıldır tecessüm etmiş hâli olan AKP’den uzaklaşma, iktidara geçerse faşist politik hattı ana hatlarıyla izleyeceği muhakkak olan CHP’ye tevessül şeklinde tezahür etmiş olsa da halkın derdi AKP’ye karşı CHP’yi desteklemek falan değildir. Faşizme karşı duyulan derin hoşnutsuzluk, akacak devrimci bir nehir yatağı bulamadığı için doğal olarak düzen içi bir kanala yönelmektedir. Bu kanalın cidarlarını zorlayıp zorlamayacağı, halkın asıl temsilcisi olan devrimcilerin politikalarına ve varlığına bağlıdır. Bu konuya döneceğiz fakat her halükârda durum iyidir. Seçim sonuçlarının açığa vurduğu eğilim umut vericidir, hiçbir sosyalistin bu sonuçlardan mut ve umut duyarken çekingen davranmasına gerek yoktur. Kazananların kazandığına değil kaybedenlerin kaybettiğine seviniyoruz biz.
Ülkenin bütün uzuvlarında kangrene dönüşmüş olan gerici mihrak, yalnızca memleketin değil tarihin de damarına kan akmasını engelliyor. AKP’nin en az 10 yıldır burjuva ölçütlerce bile yapay yöntemlerle iktidarını sürdürmesi, bu konuyu geçip başka kavgalara girmemizi engelliyor. Tarihin önünü tıkayan bu cesedin yoldan kaldırılıp ait olduğu çöplüğe gömülmesi gerektiği açık. Mücadele hattımızı yalnızca AKP’nin gitmesi üzerine kurmak bizi çokça oyalıyor, çokça yanlışa sürüklüyor ancak ortada bu blokaj varken hattı başka bir yere kurmak da çok olası görünmüyor.
“Faşizmin seçimle yenilmeyeceği” doğru önermesinin yozlaştırılarak “AKP’nin seçimle yenilmeyeceği” iddiası haline gelmesi, aslen faşizm gerçeğini anlamamaktan kaynaklanıyor. Faşizm bu ülkeye AKP’yle gelmedi, muhtemelen onunla da gitmeyecek. Egemen sınıflar ve emperyalist merkezler ondan yeterli verimi alamadıkları noktada bu partinin seçimle de gitmesine rıza gösterebilir, hatta halkın kahredici ayaklarının altında ezilmesindense bu şekilde gitmesini isteyebilirler.
Peki bu olasılık (olasılıklardan yalnızca biri), seçimlerde sandık başına koşmayı, şu veya bu burjuva muhalefet figürünün peşine takılmayı mı gerektiriyor? Hiç de değil. Sandığa atılan her oy, müesses nizama yönelik bir aşk mektubu değilse bile şu veya bu ölçüde o nizamın meşruiyetine rıza üretmek anlamına gelir ki devrimcilerin, kokan bir cesedin yoldan çekilmesi gibi faydalı bir hizmet için bile bu rıza üretim çarkına su taşıması gerekmez. Devrimciler seçim işleriyle devrim işlerini birbirinden sıkı sıkıya ayırarak kendi işleriyle uğraşmalıdır.
Ne var ki Türkiye devrimci mecrasının neredeyse bütünü, özellikle de Gezi’den bu yana, devrim işlerinden ziyade seçim işleriyle ilgili mahreçlerden akıyor. Söylemde bunun dışında duranlar var ama pratik düzeyde bu farklılık kendini nadiren hissettiriyor. Oysa 31 Mart yerel seçimlerinin gösterdiği gibi, Kürdistan hariç tutulursa, Türkiye solu reformizmi beceremiyor!
Bu “talihli” beceriksizliğin nedenleri muhtelif.
Tarihimizin farklı eklem noktalarını zedeleyen dar grupçuluğun ve küçük-ama-benim’ciliğin bu seçimlerde de çokça örneğini gördük; daha üç beş belediye için gücünü birleştiremeyen solun iktidara alternatif olacak bir olgunluğa erişemediği ortada.
Ama bundan daha önemli bir faktör var: Faşizm koşullarında yasalcı ve reformcu vaatler, bırakalım halkı, bu yasal partiler içinde örgütlü olan sosyalistleri bile ikna etmiyor. Mesele, tarihin yolunu tıkayan cesedi ortadan kaldırmaksa, zaten bu küçük yasal sosyalist grupların herhangi bir şansının olmadığını, üç beş yıla kadar da on milyonları kucaklayamayacağını hepimiz biliyoruz (değil mi?). Bu yüzden de AKP’yi yenmenin en küçük bir olasılığı ortaya çıktığında bu yapıların etki alanındaki kesimlerin oyları büyük ölçüde CHP’ye akıyor: Reformist mantık açısından son derece anlaşılır bir durum. Anlaşılır ama bu durumda yasal sosyalist partiler kendi seçmen tabanlarını nasıl konsolide edecek? Seçim kafasıyla bakalım: Bize oy verin deseler AKP yenilmeyecek, onlara oy verilmediğinde de düzen siyasetinde hiçbir zaman kayda değer bir özne olamayacaklar.
Bu açmazdan çıkmanın yolu yok ama oyunu terk etme yolu her zaman açık. Ben dedim diye olmaz tabii, daha kötüsü dünyanın ve ülkenin dinamikleri bu konuda umutvar olmaya da teşvik etmiyor ama Türkiye sosyalistleri zaten iyi oynayamadıkları reformizm ve yasalcılık oyununun sahasını ne kadar erken boşaltırsa o kadar iyi.
Buna mukabil Kürt ulusal hareketinin ana damarını oluşturan Kürt solu, bu oyunda oldukça başarılı. Kayyumların gasp ettiği yerel yönetimleri, üstüne yeni yerler ekleyerek faşizmin elinden aldıklarını memnuniyetle izledik. Kürt hareketinin oligarşi ve emperyalizmle olan ilişki ve çelişkileri ve ne ölçüde ilerici bir yerel yönetim deneyimi yaratabildikleri ayrı ve önemli tartışma konu başlıkları. Ancak Kürt solunun bu oyundaki başarısı, -hadi bu yanlış ve çirkin tamlamayı kullanalım- bu oyunu pek kıvıramayan “Türk solu”nun epey bir kısmını kendine yedeklemesi ve büyük ölçüde de “yedek kulübesi”nde tutması gibi talihsiz sonuçlar doğuruyor. Bunun her iki taraf için de kısa vadede pragmatik sonuçları olduğu aşikâr ancak bu sürdürülebilir bir durum olmadığı gibi uzun vadede kimseye faydalı da değil.
Bu oyundaki başarısını kutladığımız ve teslim ettiğimiz DEM Parti bütün ülkede kendi adaylarıyla seçime girse de bunu AKP’ye kazandıracak şekilde yapmadı. Bu, teorik düzlemde bakıldığında oldukça çetrefilli, çelişik, hatta tutarsız bir konum gibi görünebilir. Oysa pratiğin yeşil kırlarına açıldığımızda, taktiğin son derece iyi işlediğini söyleyebiliriz: Kürdistan’da kazandılar, diğer yerlerde iktidarın kazanmasını engellediler. Büyükşehirleri AKP’ye teslim ederlerse yeni bir barış sürecinin başlayacağına dair aptalca ve temelsiz vaatlere azıcık bile prim vermediler. Kürt burjuva milliyetçilerinden AK-Trollere kadar uzanan bir yelpazede dönen bu hokkabazlık girişiminin ciddiye alınır bir tarafı yoktu. Bir özne olarak Kürt halkının emperyalizm karşısındaki reflekslerinin hassasiyeti, tarihsel nedenlerle tartışma konusu edilebilir ama faşizm karşısındaki refleksleri, aynı tarihsel nedenlerle o kadar hassastır ki oluk oluk kanını döken eli okşamayı aklından bile geçirmez. CHP’nin Kürt halkının kanını dökmediğini iddia etmiyoruz elbette, tarihin suçları tarihle damgalıdır, ancak dünün suçlarıyla bugünün suçları arasında fark görmemek de şişe dibi bir hipermetropi gerektirir.
Bilinenleri tekrarlayalım hadi: Haramzade ekonomisiyle yoksulluğun dibine itilen kitlelerin en geri kesimleri bile İsrail işbirlikçiliğinin tiksintisiyle iktidardan uzaklaştı. AKP’nin on yıllardır şeytanlaştırdığı CHP’ye ve öcüleştirdiği DEM’e gösterdiği parmak, kitleler nezdinde bir yön levhasına dönüştü; AKP’nin düşman olarak işaret ettikleri AKP’den bıkanların ilk koştuğu iki adres oldu.
Sürgündeki sosyalist gazeteci Metin Cihan’ın özenli bir çalışmayla ifşa ettiği İsrail’le ticaret olgusu bu konuda “milli görüş” tabanındaki fay hatlarını harekete geçirerek retorik düzeyde emperyalizm ve Siyonizm karşıtlığından hep faydalanmış (ama pratik düzeyde her ikisine de hizmet etmiş) Erbakancı kanada doğru bir kaymaya neden oldu.
Yasal sosyalist sol, birkaç kasabadaki istisna dışında depremden beridir biriken muhalif tepkiyi doğru kullanamadı, dahası bu “birikim”e adeta kapitalist bir gözle bakarak onu kendi kasasına taşımaya çalıştığı için de, deyim yerindeyse, bu birikimi heder etti.
Devrimci sosyalist sol ise yıllardır defalarca çağrı yaptığı boykot taktiği, tam da milyonlar tarafından benimsenme potansiyeline sahipken pek ortalıkta görünmedi veya görünemedi; on yıllardır kan ve can bedeli savunduğu “Filistin davası”nda da meydanı kimi samimi çoğu samimiyetsiz İslamcılara bıraktı veya bırakmak zorunda kaldı.
Bu söylediklerimin sol muhalefetle ilgili olan kısmının eleştiri oldukları açık ama bunları “eleştiri olarak” sıralamıyorum, yalnızca güncel tarihe kenar notları düşmek için söylüyorum. Zira eleştiri çok daha ayrıntılı bir tartışmayı gerektirir ve bu tartışmanın içine bu hataları neredeyse kaçınılmaz kılan ahval ve şerait dahil edilmezse çokça haksızlık içeren bir söylenmeden öteye geçemez.
Eninde sonunda tarihin damarlarına kan akmasını engelleyen kangren kesilip atılacak, tarihin yolunu tıkayan ceset kaldırılacak. Fakat bu yol temizliği gerçekleştiğinde devrimci sosyalistler görece geniş halk kitlelerini örgütleyerek bir iktidar alternatifi olamamışlarsa henüz, belki kısa bir demokrasicilik gösterisinin ardından sömürge tipi faşizm bir başka kliğin elleriyle restore edilecek.
Bu kliğin başını CHP’nin çekmesi çok mümkün görünüyor. Bir burjuva partisi olarak oligarşi adına iktidar sürme sırası CHP’ye geldiğinde bu kucaklayıcı söylemlerin, bu halkçı vurguların hızla buharlaşıp yerini milliyetçi, şoven, gerici, neoliberal, talancı, halk düşmanı, emperyalizm yanlısı, emperyalist olma heveslisi, tarikat yol vericisi, gerektiğinde İslamcı, gerektiğinde Turancı politikalara bırakacağını da göreceğiz. Halkın bir özü yok diye başlamıştık ama burjuvazinin bir özü var: sömürgen ve saldırgan olmak.
Tarihin damarlarına yeniden kan akmaya başladığında AKP ile girmek zorunda kaldığımız abartılı kavga sırasında Marksist-Leninist öncüllerden verdiğimiz tavizlerin acısını çekeceğiz. AKP’yle verdiğimiz kavga “en sonuncu kavgamız” olmayacak muhtemelen ve bizi epeydir oyalayan bu konu ortadan kalktığında kendimizi devrimci anlamda daha örgütsüz, ideolojisiz ve eli boş bir konumda bulursak sıradaki kavgalarda çokça yumruk yiyeceğiz.
Bana öyle geliyor ki, AKP sonrası kavgalara, üzerimizdeki ideolojik bulaşları temizleyerek başlamalıyız. Israrla ve tekrar tekrar düştüğümüz hatalardan biri, halk sınıf ve tabakalarını devrimci bir özne olarak anlamak yerine sözde sosyologların onlara atadığı özlere teveccüh etmek. Dahası bu büyük büyük öz atamalarını seçim sandıklarının plastik opaklığının ardından yapmaya kalkmak.
Halkın muhafazakâr, gerici, sağcı, ırkçı, milliyetçi ve kim bilir hangi pisliklerle sonsuza dek lekeli olduğuna dair, sıkça kendisini solcu veya bilimci sananlar tarafından da verilen vaazlar, analiz değil, kendisi analizi hak eden ideolojik inşalar.
Oysa, devrimci bir özne olarak halkı anlamadan ikna edici bir devrimci öncülüğü örgütlemek mümkün görünmüyor. Derya içinde deryadan habersiz mahiler olmaktan çıkıp bir parçası olduğumuz halk denizini anlamakta mahir olmaya çabalamak gerekiyor.
Halkın varoluşu özünden önce gelir, o varoluş da devrimin öznesi olmasıdır. Öznelik görevini hakkıyla yerine getirip dünyayı hepimizin yurdu kılana dek çok farklı sıfatlara ve onların tam karşıtı sıfatlara zaman zaman bürünecektir. Marx ve Engels Alman İdeolojisi’ni, Lenin Ne Yapmalı’yı, Nâzım “Onlar ki” şiirini yazdığından bu yana bunu biliyoruz aslında. 15-16 Haziran’da, Gezi’de, Amed Newroz’larında, hatta seçim denilen hileli oyunlar sırasında bildiğimizi hatırlıyoruz da. Sonra ilk sis çöktüğünde yeniden unutmak üzere!
Oysa sis altında da parlak güneş altında da sınıf mücadelesi sürüyor. O mücadeleyi kazanmaya henüz çok uzağız. Ama “kazanacağız, mutlaka kazanacağız.”
@yazilama
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.