İktidarla, onu destekleyen halk arasında, temelleri Refahlı belediyeler döneminde atılmış bir rant müştereki söz konusu. Bu insanlar aptal falan değiller. Bu sebeplerle onlarca yıldır beraber yürüdüklerini, saygı duyduklarını bile tereddütsüzce bir kalemde silebilenlerin, solcular ya da genel olarak muhalifler için “şunları da bir dinleyelim bakalım” diyebilmesi beklenemez
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzunca bir süredir “içimizden biri” hâline geldiği gerçeğini çoğunuz teslim edersiniz. Onu, -onun yanında ya da karşısında olalım- “Tayyip” diye anmamız da bu “aramızda olma” durumunun en başat göstergesi olsa gerek. Bu durum bize, bizim Erdoğan’ı bilinçaltımızda evdeki despot baba, okuldaki gaddar müdür ya da işyerindeki zalim patron gibi bir yere oturttuğumuzu söyletebilir. Hülâsâ bu, Kızılay’da belediye otobüsleri devrilirken ya da Taksim’e akın akın girilirken, insanların sanki mahalleden bir hasmıyla kavgaya tutuşmuş gibi, bir adı, önüne ağır sıfatları bu kadar iştahla ve sadece ona yönelik koyarak neden bağırabildiklerini de açıklayabilir.
Bu algının Cumhurbaşkanı’nın sevenlerindeki yansıması ise “tatlı sert aile büyüğü” olabilir en fazla.
Bu yazı da daha çok Erdoğan’ın çizdiği karakter hatlarının taraftarları üzerindeki izleklerine eğilme çabasında olacak.
Türkiye sahasında bugün yaşayan iki hakiki siyasî lider var. Bunlardan biri illegal ve silahlı bir hareketin başındadır, diğeri ise Türkiye’nin başında. Öcalan’ın nasıl böyle önemli bir önderlik hâline gelebildiği, “hikâye kurabilme”nin tarihsel avantajıyla pekâlâ açıklanabilir. Erdoğan’ın da, -örneğin Gülen gibi- mistik bir boyutu/tarafı olmasa da çeşitli açılardan iyi bir hatip olduğu ortadadır, o, hem bir hikâyeyi kurmuş hem de o hikâyenin anlatıcılığını tek başına üstlenerek ve sürdürerek geniş kesimleri -hayır, trans hâlinde değil, yarı-bilinçli bir hamaset hâlinde- yıllardır mobilize edebilmiştir. Kitlenin bir bölüğünün algısında “peygamberimsi” bir vaziyet aldığı da es geçilmemeli tabiî.
Erdoğan bir siyasi hareketin tek başına iktidarını sürdürebileceği yeterlilikteki bir bantta yer alan geniş bir kitle için “baba” figürü konumunu sürdürüyor. Partisinin oy oranlarının ve itibarının son dönemde aldığı ağır darbeler onun daha da geniş kitlelere uzanabilmesini -kendisinin de yoğun çabasıyla- artık imkânsızlaştırsa da AKP hâlâ Türkiye’nin tartışmasız en güçlü siyasal odağı. Bunun en açık göstergesi de zaten AKP’nin, bunca rezaletin ayyuka çıkmasına ve bu kadar güçlü yumrukları tam böğrüne yemiş olmasına karşın hâlâ birtakım “ilkeli/ilkesiz” ittifaklarla “belki devrilebilir” pozisyona çekilemiyor olmasıyla aşikâr.
***
Sathımailine girdiğimiz yerel seçimler, Erdoğan’ın yalnızlığını daha da açık ediyor. İstanbul ve Ankara gibi iki hayatî önemdeki şehri geri alabilecek tek bir “ışıltılı” kadroya dahi sahip olmayan bir iktidar partisi var karşımızda. Bu durumun da müsebbibi mutlak tek adam politikasıyla sağında solunda işe yarar, karizmatik, iş bilen tek bir adam bırakmamış olan Erdoğan. Onun şahsî karizması, MHP’nin ve son seçimde Yeniden Refah’ın desteğiyle koltuğunda kalmayı sürdürmesini sağlasa da partisinde yarattığı boşluk AKP’yi her seçimde eritiyor. İstanbul ve Ankara’nın muhalefetin elinde kalacak olmasının, CHP’nin başarılı belediyeciliğinden kaynaklanacağını söylemek çok zor. Bu durum, İmamoğlu ve Yavaş’ın karşısına bunlar kadar güçlü bir aday çıkarılamamasından ötürü olacak. Ki CHP’nin bu iki isminde ilki şu an partinin gölge başkanı ve geleceğin muhtemel cumhurbaşkanı olarak da görülüyor. Yine de seçimlerde CHP bu şehirleri kaybederse, bunu son genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimindeki küçük düşürücü yenilgiye bağlamak gerekecektir, yani bir artçı olarak. Ki burjuva muhalefeti bu yenilgiyi ipe sapa gelmez refleksleriyle daha da zelil bir hâle getirmişti. Hâliyle kitlelerin, AKP’nin adaylarının cazibesine değil ama Erdoğan’ın güçlü iktidarına doğru çekilmesi ihtimal dışı değil.
Yani AKP’nin gücü de zaafı da Erdoğan’dır.
Donanımlı liberal aydınları çok önceden kaybetmiş olan AKP’nin elinde kalan üçüncü, dördüncü sınıf “yazar-çizer” takımıyla, kendini içine düştüğü kitlevî daralma hâlinden kurtarabilmesi de pek mümkün değil. Ki işte bu kalitesiz, izan yoksunu, lümpen, bayağı ve ama sahici ama mecburi fanatik “yazar-çizer” takımı AKP’nin şimdi yaslanabildiği tabanın bir minyatürü ya da karikatürü gibi okunmalı.
Bizler, yani en genel niteleme sıfatımızla solcular, “halk”ın sadece bir toplamın adı olduğunu, tek başına hiçbir olumluluk ya da olumsuzluk ifade edemeyeceğini unutuyor gibiyiz. Sizler, yani bu satırların okuyucuları olan ve illâki kahir ekseriyeti solcu dostlar da içinde yaşadığınız can sıkıcı gerçeğin elbette farkındasınız. Karşılıksız halk aşkı da durmak bilmez halk düşmanlığı da sol safların günümüzdeki derin zaafı. Biri gereksiz bir romantizm tetiklerken, öteki mücadele etme fikrini anlamsızlaştırıyor.
“Halk” dediğimiz toplamın ezici çoğunluğunun bizimle ayrı “evren”lerde yaşadığını rahatlıkla ve iç sıkıntısıyla söyleyebiliriz. Bu çoğunluğun çoğunluğuna göre Cumhurbaşkanı da her zaman haklı olan sert bir baba, “başka babalar” tarafından yenilmeye çalışılan ve savunulması gereken önemli bir figür. Muhalif görünen, özellikle genç kuşaktan yeni faşistleri de kazanabilmesi son derece kolay. Zaten siyasal serüveninin hiçbir döneminde müttefik bulmada zorlanmadı. En önemli hamlesiyse hem kendinin hem Bahçeli’nin uçurum kenarında olduğu bir anda MHP’yle girdiği çıkar ittifakı oldu. Bu elbette -ulusalcılara da dağıtılan bazı payelerle birlikte- iktidarın deruhtesinde AKP tekliği aleyhine önemli bir gedik de açtı. Zaten bir koalisyon olan AKP, iktidarını MHP’yle paylaşmak zorunda. Bu, ‘90’ların başından itibaren stratejisini devlette kendine alan açmak olarak kurgulayan MHP için iyi bir şeyken, AKP için kötü. Yine de devletin yekpare görünümü, hizip çatışmalarının, oligarşi içi savaşın görünürlüğü adına çok partili dönemdeki en sakin dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Birbirlerini idare etmek zorundalar. Bu idarenin dayanağı rant ve iktidar bölüşümü/sürekliliğiyken, yakıtı Kürt hareketi düşmanlığı ve milliyetçi muhafazakârlıktır.
Halkın Cumhurbaşkanı’nda gördüğü ve takip ettiği şey bir tür “tek kurtarıcı”lık. Kendi içinden gelip, yükselmiş, atarlı ve giderli, ne derse desin, birbiriyle sürekli çelişse de illâ bir bildiği olan muhterem zât, bir en iyi bilen. Daha önceki bazı yazılarda da söyledim, iktidarla, onu destekleyen halk arasında, temelleri Refahlı belediyeler döneminde atılmış bir rant müştereki söz konusu. Bu insanlar aptal falan değiller. Bilakis son derece politikler ve siyasal bir tavır alış sergiliyorlar, bu tavır alışın da tarihsel dayanaklarını kolektif hafızalarında kodlamışlar. İşbu tabanın CHP tabanından çok daha “politik” olduğu söylenebilir mesela. Yukarıda belirttiğimiz gibi işin bir de çıkar boyutu var elbette.
Tayyip Erdoğan, halk için sobada yakılacak kömür, belediye kapısında bir iş imkânı, kışın giyilebilecek bir gocuk, az çok bir fakirlik yardımı parası, asgari ücrete zam gibi önemli anlamlara geliyor uzun süredir. Halk da bu “imkânlar” elinden alınsın, bunlarsız kalınsın, döngü yerle bir olsun istemiyor doğal olarak. Erdoğan fanatiği olmayan kesim için de muhalefet, bir alternatif odak olarak yerleştirilemiyor kafalara. “Bunlar gitse daha kötü olacak”, “CHP beceremez” algısı her an işleyişte. Peki haksızlar mı? Bu yüzden Erdoğan’ın aleyhine olan her sözümüz ağzımızdan alınıp, bin bir küfürle bize geri dönüyor. Bu yüzden hükümet karşıtı her eylem, o kesimde bir tedirginlik ve sokakta işlevsellik kazanabilir bir karşı harekete dönüşebiliyor. “Halk” korkuyor. Gölgesine sığındığı, bunu yaparak hayatta belli bir kâr edinebildiği, üstelik yeri gelince kabadayı, yeri gelince bitmek tükenmek bilmez “mağdur” edebiyatıyla ağlak olabilen, pragmatistliği ve yanar dönerliğiyle tıpkı kendine benzeyen ve tabii Allah korkusuna sahip iktidara gözü gibi bakıyor, toz kondurmuyor. Çalıyor ama çalışıyor, yapıyor (köprüler, yollar vesaire), enflasyon, bölüşüm şoku, keyfi fiyatlandırmalar yoksulları mahvetti ama maaşa iyi zam veriyor, kepenk indiren yok, işsizlik kol gezmiyor, fabrikada işçiyi sömürüyor ama alnı o işçiyle aynı secdeye değiyor…
Bu sebeplerle onlarca yıldır beraber yürüdüklerini, saygı duyduklarını bile tereddütsüzce bir kalemde silebilenlerin, solcular ya da genel olarak muhalifler için “şunları da bir dinleyelim bakalım” diyebilmesi beklenemez. Kaldı ki, din ve fayda sarmalında hayatını kuşanmış bu kitlelerin en karakteristik özellikleri kendileri gibi düşünmeyenlere karşı sonsuz bir tahammülsüzlük ve tahkirdir de kuşkusuz. Hatırlarsınız, eskiden hiç olmazsa okumuş etmiş insana bir saygı vardı, bilmeyen, “entelektüel”le konuştuğunda “biz bilmeyiz” derdi, bir şeyler aklına yatmasa bile susardı en fazla. “Talebeler”in devrimci hareketinin Anadolu’yu kasıp kavurabilmesini buna da bağlamalıyız.
***
Fakat bu insanlarda, yani klasik AKP tabanında alçak gönüllüğü, başka birine saygı duyabilmeyi, onu dinleyebilmeyi görebilmek güç. Bir kitle inşa edildi, tam da partisine ve liderine göre. Cehaletin tahakkümünün işlevselliği Türkiye’de kuşkuya yer bırakmayacak biçimde uzun zamandır yürürlükte.
Lafı uzatmadan söyleyelim, “rızık” için itikâdını bile sermaye yapabilecek bir çoğunluğun yaşadığı bu ülkede devrimci mücadelenin genelleşebilirliğinden ve zaferinden söz edebilmek her zaman zor olacaktır. Büyük “onlar” ve küçücük “biz” arasındaki duvarlar o kadar yüksek ve aşılmaz görünüyor ki, bu duvarlar olası bir devrimi kaç asır sonrasına erteliyor? Sosyalist solun yeni sosyal yapısının, devrimciliğin görünmezleşmesinin, sol saflardaki fikri, siyasal bükülmenin yol açtığı zaaflar da cabası.
Üstelik diğer iki büyükle de -ulusalcılar/Kemalistler ve Kürt hareketi- ruhen ve fikren bu kadar farklılaşabilmişken ve ülkesel düzlemde öteki büyüğün de ülkücülük olduğu gerçeği ortadayken, ki devrim ancak elde olan malzemeyle yapılabilir, her ülkenin kendi özgül şartlarına göre şekillenebilir bir şeyse eğer, devrimden bahsederken, şimdilik sadece bir hayalden söz etmeye çalışabildiğimiz, karşımızda duran yıkıcı ve bunaltıcı bir gerçektir.
Devrimciliğin bu topraklarda yeniden derlenip toparlanabilmesi için, gündelik kazanımlar politikasına yüklenmekten başlayarak işçi/emek hareketine ve elbette devrimciliğin motoru olan talebe hareketine dört kolla sarılmak gerekiyor. Boş tencere tek başına yirmi yıllık güçlü bir iktidarı yıkamaz, boş tencereyi bilinçle doldurabilecek bir kudret lâzım.
Vesselâm…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.