Hapishane direnişleri, insan hakları mücadelesi, gençlik hareketinin patlak vermesi, Kürt isyanının kitlesel ifadesi olan serhildanlar, 1989 baharında yüz binlerce işçinin sokaklara dökülmesi, kamu emekçilerinin örgütlenip hak arayışına başlaması, devrimci örgütlerin toparlanıp bazı bakımlardan etkili bir şeklide geri gelmesi ve tüm bu mücadelelerle etkileşim halinde güçlenmeye başlaması Demirel’in programını “belirliyordu” aslında: Bu özlemler istismar edilerek iktidara tırmanılacak ardından da oyalama girdabında sönümlemdirilecek, sönümlenmezse kan ve barutla ezilecekti. Demirel’in meşhur şapkasından “özgürlük” de çıktı, binlerce faili meçhul de…
1987’de referandum ile siyasi yasakları kalkan liderlerin en uyanığı olan Süleyman Demirel havayı iyi kokladı ve “özgürlükçü/demokrat” bir söylemle öne fırladı. “Konuşan Türkiye”, “camdan karakollar” Demirel’in siyasi kampanyasının temel şiarlarıydı. “Bir darbe daha olursa Demirel komünist olacak” şakası dillerden düşmüyordu o yıllarda. Fakat Demirel Demirel’di, arkaladığı toplumsal desteğin özlemlerini (ya da Demirel’e dair ham hayalleri) 90’ların kan gölünde boğdu; eh 70’lerin kanlı Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin mimarından da başka türlüsü beklenemezdi zaten. Konumuz bu olmadığı için geçelim. Asıl mesele Demirel’in neden özgürlükçü bir söylemle sahneye çıktığıdır? 1991’den itibaren Başbakanlık, devamla Cumhurbaşkanlığı (1993-2000) dönemlerinde yaptıkları belli olduğuna göre, 1987’den itibaren neden özgürlükçü söyleme sarıldı Demirel? Söyleyene değil söyletene bakmak gerekiyor bu bahiste ya da toplumun nabzının attığı yere. Cuntanın baskı, yasak ve işkencelerinden bıkan toplumun temel özlemiydi özgürlük talebi ve ekmek kavgasıyla iç içe geçmişti. Hapishane direnişleri, insan hakları mücadelesi, gençlik hareketinin patlak vermesi, Kürt isyanının kitlesel ifadesi olan serhildanlar, 1989 baharında yüz binlerce işçinin sokaklara dökülmesi, kamu emekçilerinin örgütlenip hak arayışına başlaması, devrimci örgütlerin toparlanıp bazı bakımlardan etkili bir şeklide geri gelmesi ve tüm bu mücadelelerle etkileşim halinde güçlenmeye başlaması Demirel’in programını “belirliyordu” aslında: Bu özlemler istismar edilerek iktidara tırmanılacak ardından da oyalama girdabında sönümlemdirilecek, sönümlenmezse kan ve barutla ezilecekti. Demirel’in meşhur şapkasından “özgürlük” de çıktı, binlerce faili meçhul de…
Aynı toplumsal dinamikler dönemin SHP’sini çok daha güçlü etkiledi ve Türkiye tarihinde ilk kez sosyal demokrat kimliğine en çok yaklaşan parti oldu SHP. Cüneyt Canver ve Fikri Sağlar, Kürt illerindeki faşist baskıların üzerine cesaretle gittiler. Yasallaşması engellenen öğrenci dernekleri toplantı ve kuruluşlarını hemen her yerde SHP binalarında yaptı. Keza muhalif sendikal oluşumlar da aynı imkanlardan yararlandı. Kürt raporunu da o yıllarda hazırladı SHP. Son olarak Kürt vekilleri meclise taşıyarak 30 yılı aşkındır devam edegelen Kürt partileri geleneğinin doğuşunda olumlu bir rol oynadı. İster kendi sosyal demokrat çizgilerinin gereği samimi olduklarını varsayalım, isterse 12 Eylül faşizmine karşı emek-özgürlük eksenli uyanış ve derlenişin bulduğu her çatlaktan sızarak “yabancı” siyasi akımları dahi etkilemesi; dönemin toplumsal dinamiklerinin basıncı hemen her şeye kendi rengini aksettiriyordu, dönemin SHP’si bu parametreler ışığında anlaşılabilir. Tıpkı Demirel’in “özgürlük” demagojisine başvurmak zorunda kalmasının da aynı basıncın farklı bir tezahürü olması gibi.
Sonuçta 1991’de DYP-SHP koalisyonunun çatısı çatıldı. Demagojik istismara konu olan emek-özgürlük ve Kürt dinamikleri bu hükümetin ninnileriyle uykuya dalmayı reddetti ve 1996 sonuna kadar ivmesini artırarak yoluna devam etti. Hükümet ise ninni etkili olmayınca kamçıya sarıldı ve Türkiye, Kürdistan’dan başlayarak 90’ların kanlı girdabına sürüklendi.
İlk bölümde çıkarsadığımız dinamikler/olgular 80-90’larda da karşımıza çıkıyor: Kimsenin gözden ırak tutamayacağı kadar etkili bir dinamik olarak belirginleşen emek-özgürlük mücadeleleri, bırakalım SHP’yi, kırk yıllık Demirel’i bile özgürlükçü demagojiye mecbur kılıyor; kendine savaşkanlığı oranında bir “yaşam alanı” açıyor ve eğer yeterince köklüyse, sırtına basarak iktidara tırmanan partiler kamçıyı ellerine aldıklarında dahi direncini yitirmiyor, yoluna devam edebiliyor: ta ki rejimin baskılarından çok kendi içsel zaaflarıyla çöküntüye uğrayana dek.
Türkiye, Erdoğan kavşağına bu mücadelelerden geçerek ve sonuçta 1960-2000 arasındaki kırk yıla damgasını vuran devrim, emek ve özgürlük mücadelelerinin 2000’ler başında yaşadığı tarihsel kırılmayla geldi. Düzen cephesinde de benzer bir tıkanma ve kırılma yaşandı; 90’ların kokuşmuş mafyöz iktidarlarının şahsında, önceki dönemin neredeyse tüm aktör ve partileri sahneyi terk etti. Her iki cephedeki tıkanış ve kırılma, başkaca (uluslararası vs.) etkenlerle de birleşerek Erdoğan’a sahneyi hazırladı.
AKP’nin reisinin yıldızının parladığı yıllar başlıyordu artık.
Sürecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.