Şimdi yazdığı şiirleri okuduktan sonra anlıyorum ki, aramızda yaşayan bir “yalnız” olarak çok acı çekiyordu ve ne kadar hissettirmemeye çalışsak da o ince şair duyarlılığıyla kendisine yaklaşımımızı anlıyordu. Gün gelip şiirlerinin devrimin öncü fedaileri tarafından ezberden okunacağını bilse çok mutlu olurdu, buna eminim
Bu yazıyı yazmama Arkadaş Zekai Özger belgeseli haberi vesile oldu. Uzun zamandır bu konuda birkaç söz söylemek istiyordum.
Belgeselde her düğünde damat, her cenazede ölü rolü oynayan tiplere neden yer verildiğini anlamasam da, gecikmiş bir görev yerine getirdiği için faydalı bir iş yapılmış.
***
Cezaevinden tahliye olalı çok olmamıştı. 12 Mart’ı aşamamış Ankara’nın üstüne sanki ölü toprağı serilmişti. İnsanların birbirlerine selam vermekten korkuyorlardı. O günlerden birinde, Zekai Özger’in geceleyin Meşrutiyet Caddesi’nde başı ezilmiş halde bulunduğunu (5 Mayıs 1973), bizim okuldan kendisini tanıyan arkadaşlardan duymuştum. 24 Ocak 1971 tarihindeki yurt baskınında polisten aldığı darbeler sonucu beyin kanaması geçirdiğini, kaldırıldığı hastanede öldüğünü söyleyenler de oldu.
Her ne olursa olsun, Bursalı göçmen bir işçi ailesinin çocuğu olarak yoksulluk içinde büyümüş, kemik hastalığı nedeniyle hastanelerde yatmış ve hayatının baharında dünyaya veda etmiş sosyalist şairin ölümü de yaşamı kadar trajiktir.
O yıllarda başka örgütlerden de olsalar yoldaşçasına yakınlık duyduğumuz birçok eski arkadaşımızı kaybettiğimizden acıya şerbetliydik. Zekai Özger’in su testisi su yolunda kırılır diyemeyeceğimiz ölümüyse farklı türde bir hüzün yaratıyordu.
***
Basın Yayın Yüksek Okulu’nda benden iki sınıf üstteydi. Okul, SBF Yurdu ve kantini küçük bir alan olduğundan çok sık karşılaşırdık. Yürüyüşlerde, forumlarda, fikir kulübü toplantılarında, boykotlarda beraber olduğumuz zamanlar olurdu. Ara sıra yurttaki odamıza uğrardı. O dönemde önemli bir kesim, fraksiyonlardan birine mensuptu. Zekai hiçbirinden değildi ne en önde ne en arkada bir sosyalistti. Sadece fraksiyonlar üstü olduğundan değil, çevresine uyum gösteremediğinden dolayı da “yalnız”dı. Bunu fark edebiliyorduk.
SBF Yurdu baskınında direnenler ve emniyete götürülenler arasındaydı. 12 Mart darbesinin ayak seslerini haber veren üç büyük baskından ilki Siyasal Yurdu’na yapıldı. Arkasından Hacettepe ve ODTÜ baskınları gelecekti.
Yurt baskını esnasında Basın Yayın ekibi olarak giriş katını tutanların başını çekiyorduk. Masaları, dolapları barikat yapıp, ranza parçalarıyla kendimizi koruduk. Polisler uzun süre içeri giremediler, her defasında geri püskürttük. O zamanlar başlarındaki kasklar nedeniyle “Fruko” dediğimiz toplum polisi bugünküler kadar donanımlı değildi. Biber gazı gibi etkili yöntemler kullanamadıklarından saatler sonra (8 saat diyenler var) içeri girebildiler.
Sonunda ilk kattan başlayarak hepimizi dışarı çıkardılar. Zekai de aramızdaydı. Yurdun etrafı binlerce polisle kuşatılmıştı. Arka tarafta, Köpekköy dediğimiz boş arazide polisler sıra halinde iki taraflı uzun bir koridor oluşturmuşlardı; hepimizi teker teker aralarından geçirerek polis arabalarına ulaşıncaya kadar cop ve kalaslarla kafa göz demeden dövdüler. Dayak faslı otobüslerde de devam etti. Geceyi geçirdiğimiz emniyette geniş bir salonda saatlerce taciz edildik, hakarete maruz kaldık. Kimlik tespiti yapıp fotoğraflarımızı çektikten sonra serbest bıraktıklarında perişan haldeydik.
***
Zekai’yle sık karşılaştığımız yerlerden biri de okul girişinin hemen solundaki gazete okuma odasıydı. Okulda gazetecilik öğrenimi de verildiği için okula bütün gazeteler gelirdi. Her sabah kalktığımızda ilk işimiz bu odaya gelmek olurdu. Ne zaman girsek Ünsal Oskay Hocayı derin derin gazete okur ve not alırken bulurduk. Bazen Zekai de yanında olurdu.
Zekai, bazı karşılaşmalarımızda, beni ya da bir başka arkadaşımızı kenara çeker, yazdığı şiirleri okurdu. Nasıl bulduğumuzu sorduğunda “iyi, güzel” derdik, ama usulen. O dönemde şiirini okuyacağı birini arayan gizli şairler çoktu. Deniz Gezmiş başta olmak üzere herkesin kızdırmayı çok sevdiği “İmam” lakaplı Mustafa Gökçe de bunlardan biriydi. Ne zaman karşılaşsak içimizden birini çevirir, Nazım taklidi uzun şiirlerini okurdu. Onu görünce yol değiştirirdik. Zekai’nin böyle biri olmadığını anlamamız için, iyi şiirle kötü şiiri ayırabilecek düzeyde olmamız gerekirdi. Değildik.
Zekai’nin şiirlerinde amatörlükten uzak, bir derinlik olduğunu sezmiyor değildim. Ama bana sanki cinsellik yüklü imgeleri devrime eklemliyormuş, cinselliği şiirlerinin örtüsü altına saklıyormuş gibi gelirdi. Belki bir önyargıydı, çünkü şiirin değerini takdir edebilecek düzeyde biri değildim. Devrimci olmadan önce epey apolitik şiirler okudum, hatta yazmaya bile heveslendim. Daha sonra aktif devrimciliğe geçince Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Mayakovski ve Neruda’da kaldık.
Ne zaman birimizi görse yanımıza gelirdi Zekai. Nazik, hassas, bizim ölçülerimize göre çıtkırıldım biriydi. Çelimsizliği, sessizliği ve içine kapanıklığı birbirini tamamlıyordu. Sosyalist bir arkadaşımız olarak hürmette kusur etmezdik gerçi, ama fazla beraber görünmek de istemezdik. Bu samimiyet nereden geliyor derler endişesiyle bir bahaneyle yanından uzaklaşırdık. Daha okula geldiğimizin ilk aylarında fısıldanmıştı kulağımıza eşcinsel olduğu.
***
BYYO, toplamı bir sınıf ancak edecek 250 civarında öğrencisi olduğundan herkes birbirini az çok tanırdı. O dönemde biz devrimciler sadece ideolojik, siyasi görüşlerimizde değil, cinselliğe yaklaşımda da fazla yontulmamış tiplerdik; egemen ahlakın etkisinden sıyrıldığımız söylenemezdi. İnsanların cinsel yönelimlerine kayıtsız kalmayı beceremiyorduk ve hala çok ileri bir noktada olduğumuzu da sanmam.
Kendi adıma elimden geldiğince insani açıdan incitmemeye, kendisine bakışımı sezdirmemeye çalışırdım. Şimdi yazdığı şiirleri okuduktan sonra anlıyorum ki, aramızda yaşayan bir “yalnız” olarak çok acı çekiyordu ve ne kadar hissettirmemeye çalışsak da o ince şair duyarlılığıyla kendisine yaklaşımımızı anlıyordu.
***
İş işten geçtikten sonra şiirle yakından ilgilenmememi ciddi bir eksiklik olarak görüyorum. Şiddet yüklü bambaşka bir dünyadaydık ve Zekai’nin şiir kitaplarını okumak hiç gündemimizde olmadı.
Aradan yıllar geçti, 1985 Mart’ında yakalandım. Şube faslından sonra Metris Askeri Cezaevi’ne getirildim. İşkence ve yasak çok, havalandırma ve görüş yok. TTE (tek tip elbise) direnişi nedeniyle giysi verilmiyor. Sigara nadir zamanlarda alınabiliyor, su günde yarım saat akıyor, yemekler berbat. O koşullarda ne yapılabilir? Bilgi yarışmaları, kelime oyunları, pandomimler, fıkralar, türküler ve tabii şiirler.
Bir gece arkadaşlardan biri birkaç şiir okudu. Herkes çıt çıkarmadan dinledi. Şiirlerden biri bana yabancı gelmedi, belki de sağlığında ağzından dinlemiştim. Okuyan arkadaşa şiirin kime ait olduğunu sordum. “Arkadaş Zekai Özger” deyince şaşırdım. “Niye sordun” dedi. “Yok bir şey” dedim.
İlk okuduğu şiir sonradan Grup Yorum”un bestelediği “Aşkla Sana”[1], ikincisi Siyasal Yurdu direnişini anlatan “Adak” idi. İlkini içinde “mavzer” geçtiği, ikincisini de yaşadığım bir direnişi anlattığı için hatırlıyorum.
Ne tuhaf, yıllar sonra yollarımız bir kez daha kesişiyordu. Ham tavırlarımız yüzünden kim bilir böyle ne değerler kaybetmiştik. Genç kuşaklar belki de bizden çok ileri olduklarından değil, eşcinsel olduğunu bilmedikleri için sahiplenmekle bizleri düzeltmiş oluyorlardı.
Bir şair faşizmin zindanlarında şevkle okunuyorsa, o eşiği aşmış demektir. Cezaevinde en çok sevilen ve okunan şairlerden biri de, günümüzde gerisinde kalmış şairlerin adından hiç söz etmedikleri, yine genç yaşta kaybettiğimiz Adnan Yücel’di.
***
Gün gelip şiirlerinin devrimin öncü fedaileri tarafından ezberden okunacağını bilse çok mutlu olurdu, buna eminim.
68’in açarken solan şairi, çoğunu tanıdığı dönemin devrimci önderleri gibi, yirmi beşini deviremeden ölmüştü. İnanıyorum ki, yaşasa çok güzel şiirler yazacak, belki de bizim Lorca’mız olacaktı.
Dipnot:
[1] Aşkla Sana
Alnını / dağ ateşiyle ısıtan / yüzünü / kanla yıkayan dostum / senin / uyurken dudağında gülümseyen bordo gül / benim kalbimi harmanlayan isyan olsun / şimdi dingin gövdende / uğultuyla büyüyen sessizlik / birgün benim elimde / patlamaya sabırsız mavzer olsun / başını omzuma yasla / göğsümde taşıyayım seni / gövdem gövdene can olsun…