Nisan’87 eylemleri döneminde Ankara’nın en başarılı eylemlerinden birini, 14 Nisan 1987’de SBF’de yaptığımızı düşünüyorum; bu düşüncemin nedeni de derneğin yıllar süren kitleselleşme çabaları sayesinde, boykot eylemine katılımın, okul nüfusunun neredeyse yüzde 100’üne ulaşmasıydı. Bu derneği zaten bu katılım oranına ulaşmak için kurmuştuk. Elde edebileceğimiz sonucun maksimum düzeyine ulaşmıştık. Bu eylemde, tek kişinin bile gözaltına alınmaması için de önlemimizi almıştık. Gözaltına alınanları, oturma eylemimiz sonucu polis geri vermek zorunda kaldı. Öncelikle vurgulamam gerekir ki, Nisan’87 eylemlerine 14-15 Nisan eylemleri demek doğru değildir. Bu daraltma, eylemleri 14 Nisan Aksaray ve 15 Nisan Sıhhiye yürüyüşüne indirgemektir. Ben bu döneme, Nisan’87 eylemleri diyeceğim
Fotoğraf: 10 Nisan 1987 – ODTÜ’deki boykot ve oturma eylemine jandarmanın dipçikle müdahalesi
Sendika.Org’da Ertuğrul Bilir’in kaleme aldığı “14-15 Nisan 1987: Bak işte yan yana onlar!” başlıklı yazı, 12 Eylül darbesinden birkaç yıl sonra üniversitelerde başlatılan öğrenci derneği hareketinin tüm yönleriyle tartışılması açısından iyi bir başlangıç oldu. Bu yazıyı, Nezih Kazankaya’nın “Yarın ve Yarıncılar” yazısı ve sonrakiler izledi. (Tümünün linkleri, yazının sonunda yer alıyor).
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1984 yılından itibaren çalışmalarına başladığımız dernekleşme deneyimini ve Türkiye çapındaki harekete ilişkin gözlemlerimi aktarırken, fakültemizde bu dönemi birlikte yaşadığımız arkadaşlarımızın da eleştirel yeni yazılarla ve olası yanlışlarımı düzeltici bilgilerle katkı sunmasının çok değerli bir katkı olacağı görüşümü de belirtmeliyim.
Dernek çalışmalarına başladığımızda, fakültemizde, 12 Eylül öncesindeki SBF-DER’den gelen güçlü bir öğrenci derneği deneyimi vardı. 1960’larda SBF Fikir Kulübü’nden Fikir Kulüpleri Federasyonu’na giden, oradan da DEV-GENÇ’e dönüşen süreç dikkate alındığında, Türkiye’deki gençlik hareketinde önemli bir yeri olan fakültede, 12 Eylül sonrasında yeniden bir öğrenci gençlik hareketi başlatmak için yola çıkıyorduk.
Tek başına bir fakülte olmasına karşın, SBF’den uzaklaştırılan veya istifa eden öğretim üyelerinin sayısı, onlarca fakülteye sahip olan ODTÜ’nün bütününden uzaklaştırılanlardan fazlaydı. Fakülte kadrosunun neredeyse yarısı kaybedilmişti. Mete Tunçay, Alaaddin Şenel, Haluk Gerger, Korkut Boratav, Bahri Savcı, İlber Ortaylı ve değerli onlarca öğretim üyesi ya sıkıyönetim kanunu ile uzaklaştırdılar ya da uzaklaştırılan öğretim üyelerine destek vermek, faşizmin üniversite özerkliğini yok etmesini protesto etmek amacıyla istifa ettiler.
Derneğin kuruluş çalışmalarına başlamamızdan önce, fakültemizde, 12 Eylül faşizmine karşı birkaç direniş eylemi olmuştu. Öğretim üyelerinin 1402 sayılı sıkıyönetim kanununa göre okuldan uzaklaştırılmalarını protesto amacıyla yanlış anımsamıyorsam 1983 başlarında bir boykot yapıldı. Sonrasındaki dönemlerde, dilekçe veren herkesin gözaltına alındığı toplu bir dilekçe eylemi düzenlendi. Polis baskısından uzak kalabilmek ama yine de bir şeyler yapabilmek adına, dilekçe verme, küçük çaplı protesto toplantıları düzenleme gibi eylemler yapılabiliyordu. Yasal zeminde olmayan bir eylemin sonucu, bir öğrencinin hayatının ömür boyu karartılmasıyla sonuçlanabilirdi.
O kadar karanlık bir dönemdi ki, fakültemizin ana giriş katındaki geniş salonda düzenlenen bir resim sergisinde, tabloların sergilendiği panoların ilkine, dekanlık tarafından, “resimlerin başında 2’den fazla kişinin durması yasaktır” yazısı asılmıştı. 3-4 kişinin bir araya gelmesinden bile rahatsız olunan bir dönemdi. Her tür toplanma büyük bir tehdit olarak görülüyordu. Bu nedenle okuldaki bütün tiyatro, halk oyunları gibi sosyal, kültürel etkinlikler, örgütlü bir kitlesel protestoya dönüşebileceği korkusuyla yasaklanmıştı.
Bu karanlık günlerde demokratik örgütlenmeler çerçevesinde, kolayca dağıtılmaması için de yasal zeminde kalarak, bir mücadelenin başlatılması gerektiği fikri, önce komşumuz AÜ Hukuk Fakültesi’nde ortaya çıktı. Dernek kuruluşu için başvurularını yaptılar ve bu fikri Yarın Dergisi de destekledi, tüm ülke çapında üniversitelerde öğrenci dernekleri kurulması fikrinin öncülüğünü yaptı.
Öğrenci dernekleri girişimlerinin başlamasından sonra, Yarın dergisi de dönüşmeye başlamıştı ve Behice Boran liderliğindeki TİP hareketi ve onun gençlik örgütü Genç Öncü içerisinde yer alan öğrenci temsilcileri olarak, Yarın dergisinin yazı kurulunda yer almaya başladık.
SBF-ÖD olarak başlattığımız derneğin adı, neredeyse başından beri aktif biçimde çalışmalara katılmış olan, TSİP’den Musa Ceylan’ın başkan seçildiği 1992 yılındaki genel kurulda; yeniden SBF-DER’e dönüştürüldü. 12 Eylül öncesindeki derneğe ait bu kısaltmayı, parti ve dernek isimlerine ilişkin yasaklar 1987’deki referandumla kaldırıldığı için, kullanmak mümkün olabilmişti.
1993 yılında devam etmekte olan dernek sürecini yansıtan bir fotoğraf: SBF Öğrenci Derneği üyeleri, Başkan Musa Ceylan liderliğinde, Sivas Katliamı’nda kaybedilenlerin cenazeleri için, Dikmen’den başlayan yürüyüşte.
Öğrenci derneği öncülüğündeki mücadele, nihayet genel kurul önündeki yasal engellerin aşılmasıyla, 1989 yılındaki genel kurulda Ali Raif Falcıoğlu’nun başkan seçilmesiyle devam etti. 1990’lı yıllarda da Musa Ceylan ve diğerlerinin başkanlığında devam eden dernek hareketi, demokratik kitle örgütü olarak tanımlanan mücadele yönteminin 1984’teki başlangıç çizgisi bozulmadan, 1997’de bir davayla kapatılmasına kadar devam etti. 2000’li yılların başında SBF Öğrencileri Dayanışma Derneği adı altında yeniden başlatılan örgütlenmenin, daha ileri yıllara da taşındığını görüyoruz.
Nezih Kazankaya’nın 14 Haziran 2020 tarihli, “Yarın ve Yarıncılar” başlıklı yazısında, “Yarıncılar, 1984-1988 yılları arasında, (…) Türkiye öğrenci gençlik hareketi tarihinde, bugün bile ulaşılamamış özgün bir dönemin yaratılmasına öncülük etmişlerdi” deniyor.
Bu dönemde, fakültemizde diğer sosyalist hareket, grup veya grupçuklarla veya sol eğilimli bağımsız bireylerle birlikte, hep birlikte ortak bir emeği paylaştığımızı söylemeliyim. Fikrin yaygınlaştırılması açısından dernekleşmenin başlangıcında Yarıncılar olarak öncü durumda da olsak, fakültemizdeki uygulamayı hep birlikte yürüttük, fakültemizdeki bir dönemi hep birlikte yarattık.
Yarın dergisinin öğrenci dernekleri fikrinin yaygınlaştırılmasına öncülük ettiği ilk dönemde Perinçekçi-Aydınlıkçı grubun Gökyüzü adlı gençlik dergisinin yayımlanmaya başlamasına da bir parantez açarak dikkati çekmek isterim. Potansiyeli olan sol-sosyalist hareketlere veya eylemliliğe solcu gibi dahil olup, onu rotasından saptırma, zayıflatma çabalarını, dernekleşmenin başladığı dönemde de göstermeye çalıştılar. 12 Eylül rejimine karşı üniversitelerde ilk kez filizlenen demokratik muhalefet içerisinde yer alan öğrenci derneği hareketini, emekleme döneminde olmasına karşın, “açıklarını, zayıflıklarını, eksikliklerini” kollayarak frenlemeye çalıştılar. Tek tek olaylara girmeyeceğim, ama sonraki dönemlerde nerelerden nerelere sürüklediklerini bugün görüyor olmamız da bu tespitimin güvenilirliği için bir gösterge olsun. Gökyüzü hareketinde o dönemde iyi niyetle yer alan arkadaşlarımı kastetmiyorum, Yarın hareketine yönelik eleştirilerini duyurmak üzere, başka bir zemin de neredeyse bulunmadığı için, o platformu kullanmak zorunda kaldılar.
Yayın olarak bir de Birikim ekibinin çıkardığı, Tanıl Bora ve arkadaşlarının yer aldığı Yeni Gündem dergisi çevresinde toplanan arkadaşlarımız bulunuyordu. Derneklerin kuruluşunun ilk günlerinden itibaren toplantılarda ve tartışmalarda yer aldılar, dergi olarak, nasıl bir dernekleşme olması gerektiğine dair önemli katkılar yaptılar. Ancak derneklerin yasal kuruluş başvurusunun yapılmasından önce, ilgilerini kaybettiler. Hareketin, belirli siyasal örgütlenmelerin öncülüğüyle zorlanmasını değil, çok genel hatlarıyla belirtirsem, kendiliğinden gelişmesine fırsat verilmesini savunuyorlardı; belki de bu yüzden, Yarıncılar ve diğer sol grupların süreci yönlendirme iradelerini görüp, çekilmeyi tercih ettiler.
Derneklerin kuruluş sürecinin 1984’te başlatılmasıyla, ileride anlatacağım gibi çok etkin bir mücadele verilmesine karşın, elbette hatalar da yapıldı; bunları bugünden baktığımızda daha net görebiliyoruz. Zaten hiçbir hata yapmayacağım diye yola çıkarsanız, hiçbir şey yapamazsınız.
Periyodik aralıklarla, dernek temsilcilerinin katıldığı Türkiye platformu toplantıları da yapılırdı ve o toplantılara katılmış olan herkes iyi bilir ki, bitmez tükenmez, yıpratıcı tartışmalarda bir sonuç üretilmesi mümkün değildi.
Dolayısıyla herkes yine dönüp dolaşıp kendi şehirlerinde, kendi üniversite ve fakültelerinde olağan çalışmalarını sürdürüyordu. Türkiye çapında merkezi bir birlik çabası neredeyse kâğıt üzerinde kalıyordu. Nedeni konusunda bugünden baktığımda çıkardığım sonuç, bu toplantılarda, olgunlaşmamış erken adımlar atma çabası içerisinde bulunmamızdı.
Öğrenci hareketinin başladığı dönemde Yarın dergisinde yayımlanan bir yazıda, Yarıncılara muhalif arkadaşlarımıza yönelik olarak farklı bir konuda, “arabanın atların önüne koşulması” ifadesi kullanılmıştı. Türkiye öğrenci hareketinin henüz başlangıcında, henüz dernekler zayıfken, tutumlar, saflar belli değil, sayılar belli değilken, üstelik geleceğin ne getireceğini henüz kestiremezken, adeta geleceği okuyup Türkiye öğrenci hareketini tek merkezden yönlendirecek erken kararlar için zorlama yapmak, sanki “arabanın atların önüne koşulması” ifadesinin anlatmaya çalıştığı gibi bir şeydi.
Dernekler başlangıçta görüş alışverişi için, deneyim aktarımı için yine toplanabilirdi, ama kendi güç ve enerjilerini zorlamadan. Türkiye toplantılarına, herkesin, “Türkiye öğrenci hareketini bölen biz olmayalım, tarihe böyle geçmeyelim” diye, zorla gittiğini biliyorum. Kimsenin kimseyi dinlemediği, hiçbir kararın alınamadığı bir platformdu. Bu hem Yarıncılar hem de diğer gruplar için geçerlidir.
Yarın hareketi bir adım daha ileri gitti, yasalar öğrenci dernekleri federasyonunun kurulmasına izin vermediği için, onun işlevine sahip Öğrenci Postası dergisinin kısa süre içinde kurulmasını zorladı. Ama bu fikrin sonuçta ortaya çıkan uygulamasında, “bu derginin Ulusal Öğrenci Birliği işlevine sahip olduğu ve yayın kurulunun da öğrenci dernekleri hareketinin Türkiye önderliği olduğu ve çoğunluğu temsil ettiği” şeklinde bir karşılığı yoktu.
Prof. Dr. Yavuz Sabuncu, Çağdaş Devlet Sistemleri dersimizde, “Sosyalist Ülkelerde Yönetime Katılma- Alman Demokratik Cumhuriyeti Örneği” adlı kitabında yer verdiği tezlerini anlatırdı. Sosyalist ülkeler arasındaki en başarılı demokratik merkeziyetçilik uygulamasının, SSCB ve diğerleri değil, Demokratik Almanya (Doğu Almanya) olduğunu belirtirdi. Çünkü anlatımına göre bu ülke devlet yönetiminde, sanayi planlamasından toplumsal yapılanmalara değin her alanda önceliği, çatıyı oluşturan üst birliklere değil, birliği oluşturan alt ögelerin gücüne verirdi. Alt ögeler güçlü oldukça, birlik ve giderek onların da oluşturduğu daha üst birlikler güçlü olurdu. Ayrıca karar alma sürecinde alt ve üst birimler arasındaki dinamik iletişim bağının, karşılıklı etkileşimin, demokratik geri beslemenin ve böylece kararlara tabanın en geniş katılımının sağlanmasının önemine vurgu yapardı. İdeale en yakın sosyalist demokratik merkeziyetçiliğinin bu olduğunu belirtirdi.
1985 yılı Ekim ayında Yarın dergisi, diğer illerden de gelen öğrenci dernekleri temsilcilerinin katıldığı bir söyleşi yaptı. Dernek kuruluşları için resmi başvurularımızı yeni yapmıştık ve Valilik başvurumuzu kabul etmediği için dava yoluyla tüzel kişilik kazanma süreci için mücadele ediyorduk. Kısacası, hareket henüz çok yeniydi; tüzel kişiliği resmen henüz alamadığımız için, üye kaydına bile başlayamamıştık.
Yarın’daki söyleşinin sonuna doğru dergi temsilcisi, “Şimdi şöyle bir şey görüldü. Uzun vadede federasyon-konfederasyon türü bir örgütlenmeye gitmek. Ancak önü, yasalarda kapalı görünüyor” diyerek, öğrenci dernekleri temsilcilerine, Türkiye çapında bir “Üst Birlik” kurulmasına ilişkin düşüncelerini sordu (Yarın Dergisi, 51. Sayı, Kasım 1985).
Söyleşiye katılan arkadaşlar, ana hatlarıyla, “YÖK merkezi bir yapı ise, biz de merkezi olmalıyız, yasalar Federasyon kurmamıza izin vermiyor ama bunu aşacak yollar bulmalıyız” şeklinde yanıtlar verdi.
Söz sırası bana geldiğinde özetle, “henüz yolun başındayız, derneklerde güçlenmeden, kitleselleşmeden, kuracağımız üst birlikler güçlü olmayacaktır. Önce dernekleri güçlendirip, o güç üzerinde bir üst birlik inşa etmek gerekir” şeklindeki görüşümü dile getirdim. Ama dergiyi elime aldıktan sonra, bu ifadelerimin metinden çıkarılmış olduğunu gördüm. Sanırım farkında olmadan, Yarın Hareketinin oldukça stratejik bir politikasına dokunmuştum.
Çünkü Nezih Kazankaya’nın Sendika.Org’daki “Yarın ve Yarıncılar” başlıklı yazısında da görüldüğü gibi, Ekim 1985’deki bu söyleşimizden 3 ay sonra, 1986 Ocak ayında, Yarın Dergisi tarafından yayımlanan “Toplumsal Yaşama Katılım İçin Öğrenci Dernekleri” adlı broşürde, Ulusal Öğrenci Birliği hedefi kondu.
Kazankaya broşürde, “Öğrenci derneklerinin örgütlenme hedefinin ülke çapında birliğini sağlamak olduğu vurgulanıyor, bu hedef dünyadaki örneklerinde olduğu gibi ‘Ulusal Öğrenci Birliği’ olarak adlandırılıyordu” dendiğini belirtiyor.
Aynı yazıya göre broşür, TİP’in gençlik örgütü “Genç Öncü’nün 1979 yılında yayımladığı ‘Gençlik; Eğitim, Meslek, İş İstiyor’ broşürünün yolunu izliyordu.”
Daha en başında, Yarıncılar tarafından, Ulusal Öğrenci Birliği hedefinin konduğunu görüyoruz. Uzun vadede, hareketin gelişimine göre hayata geçirilecek böyle bir hedef konması elbette olumlu ama, bu hedefin, broşürün yayımlanmasından hemen 3-4 ay sonra uygulamaya geçirildiğini de görüyoruz.
Kazankaya, Yarın dergisi sayfalarından aktararak, üç aylık tartışmaların ardından da “Türkiye Öğrenci Dernekleri Platformunun, ‘Öğrenci Postası’ adlı bir dergiyi çıkartmaya karar verdiğini” kaydediyor.
Alıntılarının devamında, “Türkiye Öğrenci Dernekleri Platformunda, Yarıncıların yanı sıra dergi düşüncesini destekleyenlerin de yer alarak sorumluluk üstlendiği bir yazı kurulu seçildi ve Öğrenci Postası yayımlanmaya başlandı. Öğrenci Postası Yazı Kurulu; (…) ‘meşru’ Ulusal Öğrenci Birliği’nin ‘Türkiye Yürütme Kurulu’ işlevini üstlendi” ifadelerini kullanıyor.
Sonrasında da “Yaşanan üç aylık tartışma dönemi ve ardından yayımlanan Öğrenci Postası Dergisine karşı azınlıkta kalan görüşler, demokratik merkeziyetçilik ilkesini kabul ettiklerini söylemelerine karşın alınan kararlara karşı duruşlarını sürdürdüler” diyor.
Yarın dergisi sayfalarında o tarihlerde yer almış olan bu ifadeleri özetlersek, derneklerin kurulma aşamasında olduğu günlerde Yarın’ın, Ulusal Öğrenci Birliği’nin oluşturulması fikrini ortaya attığının, bunun hemen 3 ay sonrasında, birlik kurulmasına yasal engel olduğu için bu fikrin Öğrenci Postası dergisi adlı yapılanmasıyla uygulamaya konduğunun, derginin yayın kurulunun işlevinin Türkiye merkezi hareketinin önderliği olduğunun, yayın kurulunda, dergi düşüncesini destekleyenlerin yer alarak sorumluluk üstlendiğinin ifade edildiğini görüyoruz.
Bu ifadelerden, dergi fikrini kabul etmeyip yer almayanların da bulunduğunu anlıyoruz. Ama kurulan yapının işlevinin “Türkiye Yürütme Kurulu” olmasından yola çıkarak, yayın kurulunun, herkes katılmış olmasa da ulusal öğrenci birliğinin liderleri olduğu kabul edildiği sonucunu çıkarıyoruz. Dergi fikrine destek vermeyenlerin de “azınlık” olarak kabul edildiğini görüyoruz.
Dolayısıyla Öğrenci Postası üzerinden, aslında herkesin katılmamış olduğu bir birlik kurulmuş oluyor, bu birlik ulusal öğrenci önderliği işlevini üstleniyor ve katılmamış olanlara “azınlık” denilerek, alınan kararlara uymaları gerektiği ifade ediliyor.
***
Ara verip, bir anımı aktarmak isterim:
Öğrenci Postası dergisinin kuruluş çalışmaları için, öğrenci dernekleri temsilcileri olarak Ankara’da toplanmıştık. Ben Yarın hareketi içerisinde henüz yeniydim. O nedenle, hareketin sözcüsü gibi davranan arkadaşlarımı izlemeyi, öncelikle bu hareketin politikalarını tanımayı tercih ediyordum, bilmeden tanımadan kendimi ortaya atmak istemiyordum. Toplantıya katılım pek yoktu. Muhtemelen, Öğrenci Postası konusu tartışılacağı için, bu fikri beğenmeyen temsilciler gelmemişti. Veya belki haber bile verilmemişti. Bir şekilde toplanmıştık. Sonrasında karşılaşacağım büyük katılımlı Türkiye toplantıları gibi olmadığını, ıssız bir toplantı olduğunu anımsıyorum.
Toplantıda hangi siyasal hareketlerin temsilcilerinin yer aldığını bilmiyordum. Biz TİP’liler vardık (Yarıncılar), sadece onu biliyordum. Sadece, çıkarılacak olan dergi hakkında konuşmacıların sergilediği görüşlere dikkat ediyordum, benim için başka bir ayrım yoktu o anda. Kimin hangi gruptan olduğu, toplantının amacı açısından belirleyici bir ayrım değildi benim için. Yarıncı arkadaşlarımız ve aylar sonra Kurtuluşçu olduğunu öğrendiğim bir arkadaşımız, konuşmalarıyla öne çıktı. Yarıncılar, tezlerini ortaya koyup, derginin gereklili��ini savundular. İznini almadığım için ismini kullanmayacağım S isimli, yine Ankara Üniversitesinin bir başka fakültesinin temsilcisi olan ve sonradan Kurtuluşçu olduğunu öğrendiğim bu arkadaşımız, derginin gerekliliğini Yarıncılardan bile iyi savundu. Pek başka konuşan da olmadı zaten. Sanırım katılım sınırlı olduğu için, dergi fikrine şiddetle karşı çıkan da yoktu. Belki de gelmemişlerdi, bilemiyorum. Ama sonraki o kavgalı gürültülü Türkiye toplantılarına hiç benzemiyordu.
Sonra yazı kurulu için kimlerin aday olduğu soruldu. TİP’liler ile, Kurtuluşçu dediğim bu arkadaşımız aday oldu. Sonradan TKP’li olduğunu öğrendiğim, ama dergi için hiç konuşmayan bir arkadaşımız daha aday oldu. Başka aday çıktı mı, anımsamıyorum. Biz TİP/Yarıncılar olarak bu tür toplantılarda blok oy kullanıyorduk. Adayların her biri için tek tek oylamaya geçildi. Önce Yarıncılar oylandı, biz el kaldırdık ve Yarıncılar seçildi (Sanırım 2 kişi). Sonra, Öğrenci Postası dergisinin gerekliliğini, bizden iyi savunan Kurtuluşçu arkadaşımızın oylamasına geçildi. Grubunu bilmiyordum ama dergi için en iyi desteği o vermiş, en iyi açılımı o sergilemişti. Yarıncıların el kaldırmadığını gördüm, dergiyi bu kadar iyi ve mantıklı savunan bu arkadaşımızın seçilmek istenmemesine çok şaşırdım ve ben de elimi kaldırmadım. Sıra, dergi hakkında hiç konuşmamış olan TKP’li adayın oylamasına geçildi ve Yarıncıların elleri yine onay için kalktı, tabii sıkılarak ben de elimi kaldırdım, hiç konuşmamış olduğu halde bu adayı seçtik, ama derginin gerekliliğini çok iyi savunan bir başkasını ise seçmedik.
Bu toplantının Öğrenci Postası yayın kurulunun seçimi için yapılıp yapılmadığı konusunda şimdi yazarken çok tereddüt ettim. Yani belki Öğrenci Postası için yayın kurulu değil de, örneğin dergi kurucu komisyonu mu belirledik diye tereddüt ettim ama, 1984-87 arasındaki tüm Türkiye toplantılarına katıldığım için ve bu toplantılarda Öğrenci Postası için başka da bir seçim yapılmadığını bildiğim için, Yayın Kurulu (ulusal öğrenci birliği önderleri) seçimi yaptığımızdan eminim. Zaten o gün seçtiklerimiz de sonradan çıkarılan dergi yönetiminde yer aldılar, başkaları değil. Ben 3 kişi seçtik diye anımsıyorum. Öğrenci Postasının ilk sayısını açıp bakmak lazım. Sonradan başka gruplar da katılıp katkı verdi mi, onu bilmiyorum. O günkü seçimde, TİP TKP temsilcileri olan 3 kişinin dışında başka bir ismi daha seçip seçmediğimizi anımsamıyorum. Seçtiysek de o kişinin grubunu zaten bilmiyorum.
Aidiyetlerini bildiklerimi yazdım ve aslında anlatmak istediğim, 3 kişi dışında başka birinin daha seçilip seçilmediği değil. Tavrımızın nasıl olduğunu göstermesi açısından bu bilgi de şu an için yeterli. Bu bilgi yeterli olduğu için, Öğrenci Postası dergisi arşivini bulup kontrol etmeyi de gerekli görmüyorum.
***
Öğrenci Postası Yayın Kurulunun seçimi böyle olmuştu. Toplantıya katılmayan, dergi için aday olmayan geniş bir çevre daha vardı. Elbette biz dernek temsilcileri olarak çoğunluktuk ama dernekleri önce biz kurduğumuz için çoğunluktuk. Yani derneklerdeki yapılanmalar henüz oturmamıştı. Hatta çok istekli bir arkadaşımızın Öğrenci Postası yayın kuruluna katılımına da onay vermemiştik. O kişi ister Kurtuluşçu olsun isterse bağımsız, bu önemli değil, aday olmuştu ve TKP’li olduğu için, hiç destek konuşması yapmamış olan diğeri tercih edilmişti.
Bir an için bütün bunların mantıklı olduğunu, günün koşullarını düşünürsek, kabul edebiliriz. Dernekler yeni kurulmuştu ve kimin azınlık kimin çoğunluk henüz belli değildi, dernek yapıları ileride oturdukça, bu birliğin yapısı da yeni seçimlerle yavaş yavaş değişirdi diye düşünülebilir. Ama böyle olmadı, bu tür zorlamalarımız, birlik potansiyelini daha da zayıflattı.
Nitekim bunun yürümediğini Yarın dergisinin de 2 yıl geçtikten sonra kabul ettiğini anlıyoruz. 1988 yılında yani aradan 2 yıl geçtikten sonra, ki bu iki yıl, 80’lerdeki öğrenci hareketinin en yoğun olduğu dönemdir, Yarın dergisinde yer alan bir yazıda, “bu merkezi yapıyla tüm güçlerin harekete geçirilemediğinin saptandığını” ve “öğrenci hareketinde merkezi ve birleşik bir önderlik yaratılması gerektiğinin” belirtildiğini okuyoruz. Nezih Kazankaya’nın yazısında aktardığı bu ifadeler şöyle:
“Yarın, 1988 yılı ile birlikte (…) demokratik öğrenci hareketinin merkezi düzeyde karşılaştığı sorunları aşmak için, oy çokluğu ile alınan kararların tüm güçleri harekete geçirmeye yetmediğini saptayarak… “
“Öğrenci hareketinde merkezi ve birleşik bir önderlik yaratılabilmesi için, yine oybirliği anlayışı ile Öğrenci Postası Yayın Kurulunda da tüm eğilimlerin temsil edilmesini savunuyordu.”
Yani, 1988’deki bu yazıda, “Öğrenci hareketinde merkezi ve birleşik bir önderlik yaratılabilmesi için” dendiğine göre, 1988 yılına kadar geçen süre içerisinde aslında hala “birleşik bir önderlik” yaratılamamış olduğunu, geçmişte kurulan yapının da birleşik bir önderlik işlevine sahip olmamış olduğunu anlıyoruz.
Ama asıl gelişmeler de zaten bu önceki 2 yıllık dönemde oldu. Yarın’ın yeni önerilerini, belki de zayıflamakta olan hareketi toparlama amacıyla ortaya koyduğu 1988 yılında, artık çok geçti, vazo kırılmıştı. Önceki zorlanan birlik çabalarının ve ilkelerinin reel koşullara uymaması nedeniyle çıkan gruplar içi çatışmalar, 1988’deki daha akılcı bir birlik çabasının olumlu sonuçlanmasını da neredeyse imkânsız hale getirmişti.
1988’de Yarın dergisinde yayımlanan bu yazılarda, oylama ve seçim sistemi konusunda da ifadeler var. Kazankaya’nın yazısından aktarırsak:
“… Öğrenci dernekleri genel kurullarında (…) sol güçlerin birleşik liste çıkartması savunuluyor, eğer olanaklı olmaz ise, her eğilimin kendi gücü oranında aday göstermesi öneriliyordu. (…) Yarıncılar, (…) diğer eğilimlerin de yönetim kurulunda yer almasını sağlamaya çalışıyorlardı.”
Anlıyoruz ki, oylama biçimlerinde, oylamalara katılımda, belirli bir çevre etrafında yapılan seçimlerden çıkanların çoğunluk olduğu görüşünde, ulusal önderlik denen yapılanmada 2 yıldır hatalar varmış veya uygulamada bunun aslında böyle olmadığı görülmüş ve 1988’de telafi edilmeye çalışılmış.
Başlangıçta neden bu hatanın yapıldığını da yine Nezih’in yazısından izliyoruz: “Genç Öncü, 12 Eylül’ün yarattığı baskı ve sindirme ortamının ardında aynı zamanda kapitalist sistemin genişleyen bir hegemonyasının yattığı gerçeğini yeteri kadar değerlendirememişti. ‘Yasal’ öğrenci derneklerinin kuruluşunun ardından, kendi haklarını talep eden gençlerin bu zemine basarak ileri atılacağını varsaymıştı.”
Bu ifadelerden, öğrenci hareketinin hızla gelişeceğinin ve çok kısa süre içerisinde yükseleceğinin varsayıldığını anlıyoruz. Yani olası potansiyeline ilişkin 1986’da yapılan varsayımın, 2 yıl sonra, 1988’de yanlış çıktığını anlıyoruz.
Benim yorumum ise şu şekilde:
Sanırım TİP/Genç Öncü’nün stratejisi, hızla bir Marksist gençlik dalgasının yükseleceği ve kısa sürede 12 Eylül öncesindeki yoğunluğuna ulaşacağı; eğer seri davranılırsa, bu gençlik hareketinin, TİP’in belirlediği ilkeler çerçevesinde ve 12 Eylül öncesine göre daha ayakları yere basan bir biçimde gelişeceği varsayımı veya tespitine dayanıyordu. Yukarıda da aktarmıştım, zaten TİP’in gençlik örgütü “Genç Öncü’nün 1979 yılında yayımladığı ‘Gençlik; Eğitim, Meslek, İş İstiyor’ broşürünün yolu” izleniyordu. 12 Eylül öncesinden gelen bir hareketin, kesintisiz biçimde devam ederek, giderek yükseleceği ve 12 Eylül öncesi dalganın yakalanacağı varsayılmıştı ve bu varsayım doğru çıkmadı.
Zaten kendi grubumuzu da diğer bütün diğer grupları ve arkadaş çevremizi de, kısacası tüm o dönemi, “12 Eylül öncesi dönemini devam ettiren son kuşak” olarak tanımlıyorum. 12 Eylül öncesini devam ettirmek, sol hareketi, birkaç yıl önce kaldığı yerden devam ettirmek, “yenilgiye uğramadık, işte buradayız ve daha ileri gideceğiz” tavrı, o kuşağın doğal refleksiydi. Bu hedeflerin veya ideallerin tutarlı olup olmadığını, ancak bugünden baktığımızda görebiliyoruz. O günün koşularında bu hedefler çok tutarlıydı, tartışmak bile akla gelmezdi.
Sanırım ortak yol bu olduğu için biz de, muhaliflerimizden bazı gruplar da, Türkiye gençlik hareketinin en büyük sesi olmaya soyunduk; ana ayrımımız buydu. Veya biz ana grup olmaya çalıştık, onlar da bunu engellemeye çalıştı. Kesin olan şey, her iki taraftan da erken çıkışların erken ayrılık yarattığı ve dostluğu, dayanışmayı bozduğuydu; üstelik hepimizin ortak sıkıntısı olan 12 Eylül rejimi hala yaşarken.
Üstelik Yarıncılar olarak Türkiye federasyonu tezimizi uygulamaya çalışırken herkes de katılmadı ama bunu yine de Türkiye öğrenci hareketinin ulusal önderliği olarak tanımladık, katılmayanları “azınlık” kabul ettik ve Yarın’ın 1988’deki yeni adımından da anlaşıldığı gibi, bu yürümedi. Muhaliflerimiz, “dayatmacılık yapıyorsunuz” derlerdi, 1988’de, haklı olduklarını kabul etmişiz. 1988’deki bu dönüşümü ben de Nezih’in yazısını geçen ay okuduğumda öğrendim, benim için de sürpriz oldu çünkü 1988’de dernekleşme sürecinden ayrılmıştım mezun olduğum için, Yarın yazı kurulu üyeliğinden de ayrılmıştım.
Sonradan, 1988’de düzeltilmek istenen bu politikanın verdiği hasarı hem tek tek derneklerimizde, yani “birliği oluşturan birimlerde” hem de Türkiye toplantılarının kilitlenmesinde ve hiçbir karar alınamamasında gözlemlemiştik.
Öğrenci hareketi üzerinde çok belirleyici olan hatalar yapılmasaydı, her şey mükemmel olurdu demek istemiyorum, ne olacağını zaman gösterecekti elbette. Bir şekilde gençlik hareketi hızla enerjisinin, kitleselliğinin üzerinde zorlamalara girip yine de kendisini yaralayacaktı belki de.
Biz Yarıncılar açısından bakarsak, iyi başladık (84 öncesi, Yarın’ın kurulmasından, derneklerin kurulmasına ve ilk dönemlerine kadar) sağlam gidiyorduk, seviliyorduk, ilkelerimiz geniş kitlelerce ve siyasal gruplarca destekleniyordu. Ama öğrenci hareketinin Türkiye çapındaki tek merkezliliğinin oluşturulması tartışmaları, birim dernekleri de yıpratıyordu. Elbette çeşitli illerde ortaya çıkan bazı eylemlerin Türkiye çapında koordine edilmesine hizmet etmiştir ama burada bir fayda/maliyet analizi yaptığımızda, fayda aleyhine büyük bir orantısızlık olduğunu düşünüyorum.
Basından da takip ederek, İstanbul’da bir eylem olmuşsa, bir yerde bir öğrenciye saldırı protesto edilmişse, okuldaki bütün grupların temsilcileriyle konuşup zaten destek amaçlı protesto eylemleri yapıyorduk. Türkiye düzeyinde basın üzerinden yapılan bu koordinasyon da yeterli olabilirdi ilk aşamada. Mutlaka bir merkezden emir beklememize, “haydi bunu yapın” denmesine gerek yoktu. Merkez bile tam oturmamışken, merkeze destek ve katılım tüm gruplardan gelmemişken, onun vereceği direktiflere veya alacağı kararlara kim uyardı ki? Sadece o merkeze katılanlar. Yoğun katılım sağlanamadığı için, bu merkezi, yani 1986-1988 Öğrenci Postası’nı ve onun yetkinliğini, “çoğunluk yapısına sahipti, kararlarına uyulmalıydı, onu desteklemeyenler azınlıktı” diye tanımlamak hataydı. Zaten yürümediği de 1988’de görülmüş.
Bu sürecin Türkiye çapında koordineli yürütülmesine, bir Yarıncı olarak Hüseyin, Can, Hakan Özel ve belki faaliyetlerini bilmediğim çok sayıda diğer arkadaşımla birlikte, birimiz oraya, birimiz buraya; Diyarbakır’dan Konya’ya, Kayseri’ye ve belki diğer illere, dernek kurulması için gidip geliyorduk zaten, deneyimlerimizi onlara aktarıyorduk. Türkiye toplantıları da yapılıyordu. Bunlar ve bir üst paragrafta anlattıklarım, koordinasyon için yeterliydi. Ötesine acil bir ihtiyaç yoktu. Zaten siyasal grupların kendi iç iletişimleri de var.
Tüm bunlar varken, “merkezi birlik, ortak hareket” diye, bu fikre katılmayan diğer grupları da bağlayacak, katılmayanların, hatta dışlananların azınlık olduğunu iddia edecek bir tutum elbette, “Türkiye öğrenci hareketi önderliği olarak” kabul görmeyecekti.
Dolayısıyla değinmek istediğim nokta, bu tür koordinasyon ihtiyacından bambaşka bir şey; yani erkenden bir merkezi kast oluşturma çabasının anlamsızlığı ve bu zorlamanın, birimlere zarar vermesi. Muhaliflerimiz, “dayatma” derlerdi, “anti-demokratik” derlerdi; açıkçası bugünden baktığımda, hak veriyorum. Hem fakültemizde hem de Türkiye çapında, olumlu sıfatların yanı sıra, bu olumsuz sıfatları da hak etmiştik.
Bundan sonra, SBF’deki pratiğimizi aktaracağım. Uygulamamız gerçekten başarılıydı. Fakültede güçlü, pozitif bir dernekleşme hareketi sağlamayı başardığımızı söyleyebilirim. En azından, çok iyi başlamıştık. Sonra biraz bu süreci yaraladığımıza da daha sonra değineceğim.
Derneğimiz zaman zaman kesintilere uğrasa da 1990’ların ikinci yarısına kadar yaşadı ve benden sonraki yönetimler altında, Yarın hareketinin fikri öncüsü olduğu ilkelerde çok belirgin bir değişiklik olmadan sürdü. Çünkü o ilkeler gerçekten de gerçek hayata, sosyalist hareketin deneyimlerine çok uygun ilkelerdi. Bunu; 1984’de diğer sol hareketlerin de bu ilkeleri sempatiyle karşılamış olmalarından anlıyoruz.
Derneğimizin çalışmalarına 1984’de başlamamızdan itibaren katılım kısa sürede çok geniş bir düzeye ulaştı ve kaydettiğimiz üye sayısı okul nüfusunun yüzde 20 sine (300-350 kişi) yaklaştı. Ayrıntılarına ilerleyen satırlarda değineceğim 14 Nisan 1987 boykotumuzda ise fakültenin tamamı eyleme katıldı. Fakültemiz öğrencilerinin çoğunun zaten bilinçli olarak bu fakülteyi seçmeleri, ailelerindeki sol birikim ve benzeri birçok nedenden ötürü, zaten politize olmaya çok eğilimli olduklarını, bu temelle üniversite hayatına başladıklarını biliyoruz. Kısacası, zaten dernekleşme açısından potansiyeli güçlü bir okuldu.
Çalışmalarımızı, muhaliflerimizle birlikte sürdürdük. (Bu arada ifade etmeliyim ki “muhalif” ifadesi sadece o dönemde isimlendirmede kolaylık sağlaması açısından. 12 Eylül’ün baskıcı koşullarında kimseye, ait olduğu örgütüyle hitap edemezdik).
1986 yılı Ekim ayı başında öğrenci derneklerinin TBMM Başkanlığına sunduğu “44. Madde Değişiklik Önerisi”nin temel çerçevesini biz, öncesindeki bütün bir yaz Mülkiyeliler Birliği’nde çalışan SBF-ÖD Atılmalar Komisyonu’nda hazırladık. Bu komisyon sadece biz Yarıncıların katılımıyla kurulmadı, muhaliflerimizle ortak çalıştığımız bir komisyondu. Hatta “muhalefet” bile demiyorduk o zaman, herkes, 12 Eylül’e karşı birlik içinde çalışan solcu öğrencilerdi.
Ardından dilekçeyi vermek için Ankara’ya yapılan yürüyüş sırasında, ODTÜ önünde yapılan karşılamaya hemen hemen tüm üyelerimiz geldi. Hatta ODTÜ önündeki SBF grubunda yer alan muhaliflerimizin sayısı, biz Yarıncıların ve “müttefiklerimizin” sayısından daha fazlaydı.
Hızla kitleselleşiyorduk ve üye sayımız, bir okulun toplam öğrenci sayısına oranı açısından, Türkiye’deki en yüksek düzeyine ulaştı. Tek fakülte olarak bile, bazı üniversitelerin toplam üye sayısından fazla üyemiz vardı.
Muhaliflerimiz, tüzel kişiliği kazanmamız sonrasında yapılacak ilk seçimde, Yarıncıları destekleyeceklerini söylüyorlardı. Onlar da gidişattan memnundu.
Yönetim Kurulu altında sınıf ve bölüm temsilcileri seçimi yaparak, çalışmaları öğrencilerle daha birebir duruma getirmeyi planladık. Bunun için Mülkiyeliler Birliği’nde seçimlere başladık. Sınıf temsilcilerimizi, bölüm temsilcilerimizi seçiyorduk. Seçim günlerinde ilgili sınıf veya bölüm öğrencileri gidip seçimlerini yapıyorlardı. Sosyal demokratlardan sosyalistlere, Atatürkçülere, herkes yaptıklarımızı anlamlı buluyor ve destekliyordu. Siyasal İslamcılardan bir grup da temasa geçti, üye olursak topluca olacağız dediler; sakıncası olup olmadığını sordular, sakıncası olmadığını belirttik. Ama bazı muhaliflerimizin, “onların üye olması halinde istifa edeceklerini” söylediklerini duymuşlar ve bu nedenle derneğe katılmaktan vazgeçtiler.
Sınıf veya bölüm temsilcisi olarak hangi grubun temsilcisinin seçildiğini hesaplayan bile yoktu. Bazılarını Yarıncılar kazandı, bazılarını diğer gruplar veya hiçbir gruba bağlı olmayan, öğrencilerin sevdiği ve güvendiği isimler. “Mutlaka biz kazanacağız” diye hırs yapan grup da yoktu, herkes birbirine güveniyordu, bu nedenle seçimlere “bindirilmiş kıtalarla” gelmek, kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Çok demokratik, dayanışmacı bir ortamda, tüm gruplar, seçimlere katıldı. Yarıncılar olarak biz sadece TKP’liler ile, birimizin aday olduğu yerde diğerinin aday olmaması konusunda, yani bir birimdeki seçime her iki grubun da aynı anda aday göstermemesi konusunda anlaştık.
Derneğimizin tüzel kişiliğinin resmileşmesi mahkeme kararına bağlıydı ve yasal ilk genel kurulumuzu yapabilmemiz de bu ve bunun gibi, resmi makamların çıkardığı engeller yüzünden gecikiyordu. Bu gecikmenin, derneğimizdeki demokratik işleyişe zarar vermemesi için, “seçimin” yönetime az da olsa dokunmuş olabilmesi için, muhaliflerimizle birlikte, Yönetim Kurulumuzu seçimle “fiilen” genişletmeye karar verdik. Seçilmiş sınıf ve bölüm temsilcilerini de koordine edecek bir üst kurul, derneği kurmuş olan Geçici Yönetim Kurulunu da içerecek biçimde, derneği yönetecekti.
Yine toplandık, her şey çok ılımlı, demokratik, dostça yürüdüğü için, herkes birbirine güvendiği için, gruplar, kalabalıklarla gelme, oy sayısını arttırma derdinde bile değildi. Kimden seçilirse seçilsin, kimsenin umurunda değildi. Çok dostça bir ortamımız vardı ve Türkiye toplantılarında tanık olduğum, gruplar arası gerginliklerden, “o temsilci değil, ben temsilciyim” iddialarından eser yoktu. Benim Türkiye toplantılarına gitmeme de kimse itiraz etmiyordu (Türkiye toplantılarında her okulun temsilcisinin yanında mutlaka, “asıl temsilci benim” diye gelen biri olur ve toplantıları kilitlerdi. Bizim fakültemiz özelinde bu hiç yaşanmadı. Bir kez biri geldi, o da ilginçtir, görüş ayrılıklarımızın çok derin olduğu diğer gruplardan değil, “müttefiklerimiz” diye adlandırdığımız TKP’den biri idi. Benim temsil gücüm olmadığını söyledi). Belki de muhaliflerimiz, diğer okullardakinden daha akıllıca davranıyorlardı yani zaten kavga ve gürültüden başka hiçbir şey üretemeyen bu toplantılara fazla önem vermiyorlardı bilemiyorum, kendilerine sormak lazım neden gelmediklerini. Benim açımdan ise, iyi bir dostluk göstergesiydi.
Fakültedeki muhaliflerle tartışmalarımız sert olmasına karşın ilkeler bazındaydı ve amaç karşıdakini bilerek yıpratmaya çalışmak değildi; gerçeği ve doğruyu arıyorduk kısacası. Sonrasında birbirimizin yüzümüze bakamayacağımız derecede karşılıklı hiçbir kabalığımız olmadı. Yani Nezih Kazankaya’nın yazısında aktarılan, Yarın dergisinde 2 yıl sonra, 1988’de yazılacak olan, “Ortak bir tarihsel mirasın ve güncel savaşımların birleştirdiği sol, devrimci güçler arasında şiddet, kötü söz ve saldırganlığın terk edilerek saygılı bir yaklaşımla birbirini anlamaya ve birlikte davranmaya yönelik girişimlerin öne çıkartılması gerektiği” şeklindeki ilkeler bizde zaten 4 yıldır uygulanıyordu.
Yukarıda belirttiğim üst kurulun seçiminin yapılacağı toplantıda oturum başkanı idim. Mülkiyeliler Birliği Konferans Salonunda toplanmıştık. Tam anımsamıyorum ama örneğin 5 kişi seçtiysek, ikisi bizden, üçü de bizim grubun dışındaki arkadaşlarımızdan idi. Sonuçtan ben memnundum; önemli olan birlikte iş yapmaktı zaten, seçilen arkadaşlarımız da 12 Eylül baskıları altında yasal çerçevede ne yapılacaksa yapmaya can atıyordu. Bu seçimin yapılmasını da, muhalefetle birlikte kararlaştırmıştık.
İşte orada maalesef TİP/Genç-Öncülü de olduğunu bildiğim Yarıncı (her Yarıncı, Genç Öncülü değildi) arkadaşım, aylardır yıllardır binbir emekle getirdiğimiz, kendisinin de binbir emek sarf ettiği bu gidişata ilk olumsuz darbeyi vurdu, bu öyle bir darbeydi ki, sonraki yıllarda bizim fakültemizi de, bitmez tükenmez kısır çekişmelerin ortasına aniden yuvarladı. Yaptıkları öncülükle çok sevilen Yarıncıları, nefret edilenlere dönüştürmeye başladı.
Bu arkadaş seçim oluncaya kadar, sonucu alınıncaya kadar, seçimin yapılmasına kadar, bu seçime hiç itiraz etmemesine karşın, her şey olup bittikten sonra, seçim sonucu alındıktan ve seçilen Yarıncıların sayısının azınlıkta kaldığını görmesinden sonra ayağa kalktı ve seçimin geçersiz olduğunu, katılımın az olduğu gerekçe seçimin yapılamayacağını söyledi. Ben de siyasal hareketimizin blok tavrı gereği diye düşünerek yanlış karar aldım ve seçimin 1 hafta sonra yenileneceğini söyledim. Seçimi kazanan tarafa yapılan büyük bir haksızlıktı.
Tabii bir hafta sonraki seçim bu kez, fakültemizde ilk kez yaşanan bir inatlaşmaya dönüştü. Seçimi kazanan tarafın, hakkının teslim edilmesi talebi kadar doğal bir şey olamaz. Mülkiyeliler Birliği’nin küçücük konferans salonuna yüzlerce öğrenci doluşmaya çalıştı. Çeşit çeşit gruplar, bindirilmiş kıtalarını getirdi. Hatta elinde oy verme vekaletleriyle gelen vardı. Sözde seçim yaptık, kimin kazandığı bile belli olmadı, kağıtlar havada uçuştu ve olan artık olmuştu, barış ve karşılıklı güven artık yıkılmıştı. Muhaliflerimiz çok öfkeliydi, kazandığı ve hak ettiği seçimi ikinci kez almak zorunda bırakılıyorlardı; tabii o kargaşada seçim falan da olamadı. Sonra derneği bir daha toparlayamadık, kısır tartışmalara yuvarlandık, kitleselleşme süreci de durdu, yerinde saydı. Muhalefet liderlerinden olan arkadaşımız bana, “ilk genel kurulda başkanlık için sana oy verecektik ama artık kendi adayımızı çıkaracağız” demişti.
Yarın hareketi, Türkiye çapında, kendi liderliğinde merkezi bir yapının kurulmasına önem veriyordu. Genel politikaların, yani tüm Türkiye çapında her yerde en etkili hareket olma gayretinin, özeldeki bu gibi başarılı uygulamalara zarar verip vermeyebileceği konusunda çok özenli olduklarını düşünmüyorum. Türkiye çapındaki bu “birlik” hareketiyle uyumlu olmayan, ama çaba gösterilirse uyumlulaştırılabilecek olan, tek tek ÖD birimlerindeki “kendine özgü” durumlar dikkate alınmıyordu, genel bir gözlükten bakılıyordu. Bu etki de fakültemizde daha önce var olmayan bir muhalif tepkisini doğurdu.
Biz okulumuzda bu hatayı yaptıktan sonra, Genç Öncü de bu hatasında ısrarcı olmayı sürdürdüğü için, siz azınlıksınız, siz çoğunluksunuz tartışmaları, “Yönetim Kurulu dayatmacı tartışmaları” aldı başını gitti. Ama yine de tartışma düzeyindeydi. Bir keresinde bahçedeki bir tartışma anında muhaliflerimizin lideri yanıma gelerek bana, “şu arkadaşı uzaklaştır, kendimi tutamıyorum” dedi. Birbirimize yönelik en sert “şiddet” eylemimiz bu olmuştu. Hepimiz sonraki hayatlarında, daima birbirimizin dostları olarak kaldık.
O kuşağı hep birlikte daima yaşattık. Mülkiyeliler Birliği seçimlerinde yıllarca, “dernek grubu” olarak liste çıkardık, yani tek başına Yarıncıları kastetmiyorum, muhalefetle birlikte, hep beraber. Daha önce de belirttiğim gibi 1984’de koyduğumuz ilkeler kesintilerle de olsa, 1990’ların ilk yarısındaki başkanlardan Musa Ceylan’dan aldığım bilgilere göre 1997’ye kadar yaşadı. Derneğin dava açılarak kapatılması sonrasında, 2000’lerin başında, yeni koşullara uygun yeniden dernekleşme oldu.
Bu fotoğraf da yine 1993’te, Uğur Mumcu için düzenlenen kitlesel cenaze yürüyüşünden
Öncelikle vurgulamam gerekir ki, Nisan’87 eylemlerine 14-15 Nisan eylemleri demek doğru değildir. Bu daraltma, eylemleri 14 Nisan Aksaray ve 15 Nisan Sıhhiye yürüyüşüne indirgemektir. Ben bu döneme, Nisan’87 eylemleri diyeceğim.
Ankara’daki eylemler 10 Nisan’dan itibaren doruğa çıkmış, özellikle bu tarihte ODTÜ’deki yemek boykotu ve oturma eylemine müdahale eden askerlerin öğrencilere karşı dipçik kullanması büyük bir tepkiye yol açmıştı. Ankara’daki eylemler kentin bütün üniversitelerine yayılmış durumdaydı. 10 Nisan günü biz de Cebeci Öğrenci Şenliğini düzenlemiştik.
Fakültemizde tek tip dernek yasasına karşı günlerdir süren protestolarımız, 14 Nisan’da doruğa çıktı. Tüm Türkiye’de günlerdir düzenlenen yemek boykotlarından birini de SBF’de yapmaya karar verdik. 14 Nisan günü, topluca yemekhaneye gidip yemeklerimizi aldık ve masalara bıraktık.
Fotoğraf: 12 Nisan’da Ankara’da dağıttığımız bültenden. Bildiri dağıtmak yasa dışı korsan eylem sayıldığı için, yasal dernek temsilcileri olarak anında gözaltına alınacağımız ve derneğimiz kapatılacağı için, ODTÜ’deki saldırıyı, 4 sayfalık yasal bülten haline getirerek Kızılay, Sıhhiye ve Cebeci’de dağıtmıştık. Kapağı, yazının en başında yer verdiğim, ODTÜ’deki 10 Nisan tarihli dipçik fotoğrafı idi
Protesto için yemekleri yerlere dökme gibi, diğer üniversitelerde yapıldığını basından izlediğimiz türden, çalışan işçilere güçlük çıkarmaktan başka bir anlamı olmayan şeylerin yapılmamasına hepimiz özen gösterdik. Tüm yemekhane dolmuştu, okuldaki bütün gruplar, dernek üyesi olsun olmasın herkes boykota katıldı. Hatta, kendisinin döneminde 1402 sayılı sıkıyönetim kanunuyla birçok değerli akademisyenin okuldan uzaklaştırıldığı, akademik kadroların darbe almasına hiç sesini çıkarmayarak belki de memnuniyetle desteklemiş olan Dekan, bomboş yemekhanenin kapısına gelerek, oradan geçen öğrencilere, “neden yemek yemiyorsunuz, bugün yemek çok güzel, gelin yemeğinizi yiyin” diye sesleniyordu; bir tek kollarından çekip içeri sokmaya çalışmaması kalmıştı.
Sonra bahçeye çıktık. Tek tip dernek yasasına karşı eylemimizin başarıya ulaştığını ilan ettik. Bırakın muhalefetle birlikteliğimizi, onu da aşan şekilde dernek üyesi olsun olmasın okulun tüm öğrencileriyle birlikte, eylemin başarıyla sona erdiğini ilan ettik. Tüm öğrenciler bahçeyi doldurmuştu, derslikler de çoğunlukla boşalmıştı, çıkıp kontrol etmedim ama bahçedeki kalabalıktan o anlaşılıyordu. Tüm okulun katılımıyla, başarılı bir protesto eylemi yaptığımızı düşünüyorum. Polis geldi, biri muhalefet liderimiz olmak üzere 2 arkadaşımızı gözaltına aldı. Bu kez, onların geri verilmesi talebiyle, daha dar bir katılımla oturma eylemine başladık. Polis, “arkadaşlarımızı geri verince oturma eylemini sonlandıracağımız” sözünü bizden almasından sonra arkadaşlarımızı bıraktı. Biz de oturma eylemini sonlandırdık.
15 Nisan’da, Ankara Sıhhiye meydanında düzenlenecek olan, İstanbul Aksaray’dakinin benzeri eyleme, SBF olarak katılmama kararı aldık. Katılmama kararını, okulumuzdaki muhalefet ile birlikte aldık. “Ama, yine de okulumuzu temsilen küçük bir grup halinde gidelim” diye kararlaştırdık. Sonra, yönetim kurulu üyemiz Hakan Eken, muhalefetteki arkadaşlarımız, hep birlikte üçerli beşerli gruplar halinde Kurtuluş Parkını geçerek Sıhhiye’ye ulaştık. Okulumuzdaki eylem o kadar başarılı olmuştu ki, gerek görmüyorduk artık öğrencileri yeni bir eyleme davet etmeye. Ayrıca üyelerimizi kent meydanına sürüklemek, onların güvenliği açısından iyi olmazdı.
Sıhhiye’de ben de gözaltına alındım. SBF-ÖD yönetim kurulu üyesi Hakan Eken de gözaltına alındı. Eylemin yöneticileri grubunda yargılandım. Gözaltından çıktıktan sonra yapılan ilk Ankara toplantısında bazı fakültelerin temsilcileri beni, eylemi bozmaya çalışmakla suçladı. Ama dürüst, güvenilir bir dost olan, Yeni Çözüm’ün Ankara Temsilcisi (veya sonradan temsilciliği üstlenecek olan) Erol Özpolat beni savundu ve “ben kendisinin yanındaydım, gözaltına almaları engellemeye çalışıyordu” şeklinde konuşunca tüm sesler kesildi. İstanbul’da yapıldığını Nabi Kımran’ın yazısından öğrendiğim, Yarıncıları dışlama çabasının Ankara’da da yapılmaya çalışılması, böylece son buldu. Kendimi olmayan bir şey için savunmak zorunda bırakılmak, zor duruma düşürülmek, dışlanmak istemiştim ama Erol’un dürüstlüğü sayesinde, bunu yapmama gerek kalmadı.
Açıkça söylüyorum, 14 Nisan Aksaray eylemini desteklemedim, İstanbul’da dernekçilik yapıyor olsaydım, kitlelerin oraya gitmesini önermezdim; Ankara’da da bir benzeri bir gün sonra Sıhhiye’de yapıldı, oraya da kimseyi davet etmedik. Açıklamam çok net değil mi? Hiç tartışmıyorum bile, öyle değil böyleydi diye. Bunun lanetlenecek bir yanı olduğunu da sanmıyorum.
Gerekçelerimi aşağıda, “işkence tehdidi altındaki kitlelerin güvenliğini de düşünmek gerekiyordu” ara başlığında anlattım. Mesele sadece işkence tehdidi değil, akılcı davranma meselesiydi de ve tümüne aşağıda değindim.
Nabi Kımran, 14 Nisan’a kadar neredeyse her gün eylemlilik içerisinde olmamıza karşın, sanki 14 Nisan’da bir devir kapanmış, yeni bir devir açılmış ve Yarıncılar da bu eylemlerin hiçbir yerinde yokmuş gibi, o günlerde Yarıncıların rolünü, gerçeklerle hiçbir bağı olmayan bir dizi iddiayla anlatıyor. Ama iddiasının aksinin kanıtları, zaten kendi yazısında paylaştığı gazete kupüründe var. Bu gazete kupürünü ve açıklamalarımı bir sonraki ara başlıkta anlatıyorum.
Yinelemek isterim, biz okulumuzda eylemimizi çok başarılı olarak ve adeta okulun yüzde 100 katılımıyla yaptık ve 15 Nisan’da Sıhhiye’deki eyleme gitmeme kararımızı da muhaliflerimizle birlikte aldık. Sıhhiye’ye öğrencileri götürmek istemememiz, bizi daha az sosyalist yapmaz.
Ama yine de fakültedeki muhaliflerimizle birlikte, hep beraber, okulumuzu temsilen küçük bir grup olarak Sıhhiye’ye gitmekten de geri durmadık. Hatta orada gözaltına da alındım.
Nisan’87 eylemleri döneminde Ankara’nın en başarılı eylemlerinden birini, 14 Nisan 1987’de SBF’de yaptığımızı düşünüyorum; bu düşüncemin nedeni de,derneğin yıllar süren kitleselleşme çabaları sayesinde, boykot eylemine katılımın, okul nüfusunun neredeyse yüzde 100’üne ulaşmasıydı. Bu derneği zaten bu katılım oranına ulaşmak için kurmuştuk. Elde edebileceğimiz sonucun maksimum düzeyine ulaşmıştık.
Bu eylemde, tek kişinin bile gözaltına alınmaması için de önlemimizi almıştık. Gözaltına alınanları, oturma eylemimiz sonucu polis geri vermek zorunda kaldı.
Öncesinde de 10 Nisan’da ODTÜ’de düzenlenen boykot, büyük yankı yaratmıştı. 10 Nisan’dan itibaren sürekli hareket ve eylemlilik halindeydik. Tüm bu sürecin, Nabi Kımran’ın yazısındaki gibi sadece 14 Nisan İstanbul Aksaray yürüyüşüne bağlanmasının hiçbir mantığı yok.
Murathan Mungan’ın güzelim Dalga (Fırtına) şiirini ve Yeni Türkü’nün bu şiirle bestelediği şarkısını bile 14 Nisan Aksaray’a maletmek istemiş; ama acaba Mungan bunu biliyor mu? Şair belki şiirini Nisan’daki tüm eylemlere atfetti, belki 84’ten beri gelen sürece ve protesto eylemlerine atfetti, kim bilebilir? Ama sanatçının böyle bir açıklaması gerçekten varsa, ona saygı adına, kaynak gösterilerek yazılmalıdır. Çünkü edilen söz, öyle basitçe geçiştirilecek bir söz değildir, tarihsel önemi vardır. Kaynak gösterilmezse bunun anlamı, akıllarda yanlış izlenim yaratmak için Mungan’ın ve Yeni Türkü’nün adını kullanmak olur. Onun niyetini, ona saygısızlık yaparak okumaya kalkışmak olur. Varsa bir açıklaması, gerçekten öğrenmek isterim. Şiirini ilk olarak hangi tarihte basıldığını araştırmak istedim ama net bir sonuca varamadım. Muhtemelen basılmadan, Yeni Türkü’ye şarkı sözü olarak verdi.
Kımran’ın Sendika.Org’da yayımlanan, “Kayıp halka 87’liler (I): Bir tahrifata yanıt” başlıklı ve Yarıncıları Nisan eylemlerinde yok varsaydığı yazısında kullandığı “Coplar konuştu: 66 gözaltı” başlıklı gazete kupüründe, Yarıncılara geniş yer veriliyor. Başka bir arşiv çalışması yapmama gerek kalmadı bu nedenle. O kupürü buraya da alıyorum, alıntı yaptığım bazı kısımları da işaretledim:
1. Bu gazete haberinde, 4 arkadaşımızın (dördü de Yarıncıydı) günlerdir kayıp olduğu yazılı.
14 Nisan’a kadar günlerdir sürdürdüğümüz protesto eylemleri sırasında bu arkadaşlarımız gözaltına alınmıştı. Cebeci Öğrenci Şenliğini gerçekleştirdik. 10 Nisan’daki ODTÜ eyleminde çekilen dipçik fotoğrafını 1 gece içerisinde bülten/bildiriye dönüştürdük ve dağıtmaya başladık (En üstteki fotoğraf; SBF ÖD bülteninin kapağı).
Sonraki başkanlarımızdan Musa Ceylan ve arkadaşları 12 Nisan’da bu bildiri/bültenimizi Kızılay ve Sıhhiye’de halka dağıttı. Cebeci’deki bütün fakültelerde dağıttık ve yaratılan hareketlilik dolayısıyla yine polis geldi. O gün, yukarıdaki gazete haberinde adı geçen 4 Yarıncı arkadaşlarımız kayboldu. Günler sonra gözaltında olduklarını ve ağır işkence gördüklerini anladık.
Yani Kımran’ın yazısında “kazık freni” olarak ifade ettiği şeyin tam tersine şeylerin olduğu, kendi haberinde kullandığı gazete haberinde görülüyor zaten.
Kullanılan bu gazete haberinde geçen “Polise kimseye vermediğimiz” şeklindeki sözlerimin kendi açımdan önemini ve sadece beni bağlayan yorumumu da açıklayayım:
Topladığımız kitlelere, dostlarımıza, arkadaşlarımıza sahip çıkmak, onlar için polisle göğüs göğüse gelmek, kendimizi de yakmayı göze almak demektir. Çok net söyledim, ben Aksaray’a gitmezdim, Sıhhiye’ye de, zorunlu olarak, desteklemesek de dayanışma amacıyla, derneğimizi temsilen gittim. Çünkü dernekler çatısı altında topladığımız kitleleri kent meydanlarına, orada sahipsiz bırakacağımızı bile bile götürmezdim. Sahipsiz bırakmayacağımız, polisin gözaltına almasına karşı direnebileceğimiz bir ortam olacağından emin olsaydık, elbette götürürdük.
Eğer onları ileride de yanımızda görmek istiyor idiysek, eğer giderek daha da kitleselleşmek istiyor idiysek, bu önemliydi, buna göre davranmak önemliydi.
Üstelik tek tip dernek tasarısının geri çektirilmesi başarıldığı halde öğrencileri 15 Nisan’da yine de Sıhhiye’ye götürmek hataydı.
Öğrenciler, okullarında kendilerini güvende hissediyorlardı, bunu 14 Nisan’da SBF’de yaptığımız eyleme katılımın yüzde 100’lere ulaşmasında görmüştük. “Haydi Sıhhiye’ye de gidelim” desek, yüzde 10 bile gelmezdi. Okullarda, kent meydanlarında olduğu gibi önüne geleni gözaltına alamıyorlardı. O kitleler iyi niyetle, büyük umutlarla hareketimize destek veriyorlarsa, onlara saygı da göstermeliydik. (Buna da “kitle kuyrukçuluğu” yakıştırması yapılmaz umarım). Yapılırsa da şunu söylemeliyim; öğrenci kitlesini bizim kullanışlı birer aracımız olarak göremezdik, bu onların haklarına saygısızlık etmiş olmamız anlamına gelirdi.
Okulu temsilen bir grup olarak Sıhhiye’ye gittiğimizde öğrenciler Abdi İpekçi Parkında toplanmıştı. Tanıdığım öğrenci derneği temsilcileri de küçük bir grup olarak ayakta kendi aralarında konuşuyorlardı. Onlara, “dernekler yasa tasarıs�� geri çekildi, burada (Abdi İpekçi Parkı) oturma eylemi yapalım” diye bir öneri getirdim. UBA haber ajansı muhabiri (eylemlerimizi sürekli izlerdi) bizi dinliyormuş, dışarıdan karıştı, “Ben TBMM’den geliyorum, geriye falan çekilmedi” diye yalan söyledi. Başka bir amaçla mı yoksa ortalık karışsın fotoğraf çekeyim diye mi bilmiyorum ama gazetecilik adına utanç verici bir biçimde, olaya karışmaya, ortalığı karıştırmaya çalıştı. Başka da bir konuşmamız olamadı çünkü birden, 60-70 metre ilerideki park sınırında polis-öğrenci çatışması başladı.
Zaten günlerdir süren eylemliliğimizle hedefimize ulaşmıştık, tek tip dernek yasası geri çekilmişti. Kitleleri polisle karşı karşıya getirmek yerine orada bir zafer şenliğine dönüştürmek daha mantıklı olmaz mıydı? İnanıyorum ki o zaman daha da kitleselleşirdik.
Elbette gözaltılar olacak. Ama bugünkü gibi, götürüp 1 saat sonra bırakmıyorlardı. Gencecik insanlar, işkence tezgahlarına çekiliyordu. Onların korunması da öncelikliydi.
Nitekim, öğrenci hareketinin Nisan eylemlerine değin içinde olan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, en azından Ankara’da gözlemlediğim, 15 Nisan Sıhhiye eyleminden sonra kitlelerin ilgisi yavaş yavaş azalmaya başladı. Bu durum, o kadar başarılı olduğunu söylediğim kendi fakültemizde bile hissettim. Dernekler, yıllarca kitleselleşmesi için emek vererek elde ettiği taban desteğini yitirmeye başladı. Oysa TBMM’deki tek tip dernek yasa tasarısının geri çekilmesini başardığımız halde eylemliliği bir zafer şenliğine dönüştürseydik, inanıyorum ki tam tersi olurdu.
Her eylemin bir zamanı ve zemini olur. Yıllarca emek verilerek harekete dahil edilen kitleleri bir gün içinde kent meydanlarına yığabilirdik elbette ama orada da sahipsiz kalırlarsa, ertesi gün bir daha onları bulamazdık. Önemli olan, örgütlü, sağlam adımlarla, kitleleri güvende hissetmeyecekleri zeminlere zorlamadan, aşama aşama hareketin yükseltilmesiydi.
Bunu yapmazsak, sonrasında, Kımran’ın yazısında sorduğu gibi, “Peki ne oldu da çok değil bir yıl sonra darmadağın oldu ve eridi gitti bu hareket?” benzeri soruları kendimize sorarız.
Pisagor, özel bir mekanizmaya sahip “adalet kadehi” fenomeniyle bunu 2500 yıl önce şöyle açıklamış: Yarısına kadar şarapla dolmuş olan kadeh, daha da doldurayım, hemen sonuna kadar gideyim diye açgözlülük yapıldığında derhal boşalıp akar gider, kadehin yarısını doldurmuş olan şarap da kaybedilir.
Bu yazdıklarım, o eylemlere giden insanlara veya onları oraya davet edenlere saygısızlık veya iyi niyetlerini töhmet altında bırakmak değil. Kitleleri, güvenliklerini dikkate almadan kent meydanlarına çağırmanın, dolayısıyla polisle baş başa kalmalarına yol açmanın akılcı dolmadığına dair bir gözlemdir. Onları potansiyel militanlar gibi göremezdik, onların hayatlarına, 12 Eylül koşullarında daha da risk altında olan hayatlarına saygısızlık yapamazdık.
Neden 14 Nisan’da Aksaray’a gitmezdim, neden 15 Nisan Sıhhiye’yi de desteklemedim şeklindeki açık, net ve dürüstçe ifade ettiğim görüşümün, kendi tarafımdan gerekçesini ortaya koymaya çalışıyorum. Geniş teorik yelpazeye dalmadan, o günün koşullarını ortaya koymaya çalışarak. Sadece o günlerde ne olduğuna yoğunlaşmaya çalışarak.
Olayların doğrudan içindeydim, dolayısıyla gözlemimi aktarma hakkına sonuna kadar sahibim. Gözlemim de bu.
Orhan Bilikvar’ın, Sendika.Org’daki “80 sonrası; marjinallik-kitlecilik salınımı” yazısında belirttiği gibi, “birkaç bin öğrenciyi harekete geçirebilme gücünden, bizzat öğrencilerce tepki verilen bir konuma gelinmiş, hareket kitlesinden yalıtılmıştır.”
Yarıncılar olarak, harekete katılarak güç verecek olan, 12 Eylül’ün apolitik hale getirmeye çalıştığı kitlelerin dernekleşme hareketine katılımının öncelikli olduğunu düşünüyorduk. Dernek tüzüklerine “anti-faşist” “anti-emperyalist” yazılmasına karşı çıktık.
Bunları yazsaydık, yasal olarak derneğimizi elimizden almaları için, derneği, siyaset yapıyor diye kapatmaları için koz vermiş olurduk. Apolitik olan gençlerin de ilk aşamada anlamayacakları bir keskinlik olurdu.
Günün gerçeklerine göre hareket etmek akılcılık değil mi? Reformist, pasifist, sağcı gibi yakıştırmalar yapmak, tüm bu dertlere yanıt olmuyor maalesef.
Şunu vurgulamak isterim ki hep birlikte yürüttüğümüz dernekleşme hareketimizin varlığı bile zaten anti-faşist karakterde idi. 1984’te başlatılan bir demokratik hareket zaten anti-faşisttir. Diyarbakır cezaevi vahşetini Türkiye kamuoyuna ilk kez duyuran Yarın dergisi, bu tutumuyla zaten anti-faşist cephede yer almaktadır.
12 Eylül sonrasında Ankara’da 13 Haziran 1987’de düzenlediğimiz ilk yasal öğrenci mitinginde, “Kahrolsun Faşizm” “Kahrolsun NATO” sloganlarını da attık. Üstelik bize bu sloganların yasak olduğunu Valilik yazıyla bildirmesine karşın. Çizdiğimiz tek hat, siyasi açıdan, “gelecek sosyalizmdir” hattı idi. Hepimizin, sizlerin bizlerin stratejisi buydu ve sahadaki taktiklere takılmamak gerekir.
İster sosyalist sistem çöksün, ister tüm dünyayı faşizm sarsın, ne olursa olsun halk kesimlerinin kendi hakları için, ilgili olduğu alandaki sendikal temelde örgütlenip haklarını savunmasını kimsenin reddedeceğini sanmıyorum.
Çok detaylandırmaya, pasifist, sağcı, reformist, okulcu olup olmadığımızı sorgulamaya, Lenin’den Marks’tan alıntılar yapıp teorik çerçeveler çizmeye gerek yok. Nasıl bir strateji, nasıl bir taktik? Hareket neden çöktü? Yarıncılar neden böyle yaptı gibi şeyleri teorize etmeye, formüllere bağlamaya gerek yok. Üç aylık hakemli teori dergileri zaten yıllardır akademik düzeyde tartışıyor ve dünya sosyalizminin sorunlarının içinden çıkabileni henüz görmedim. Gerçekten tek bir formülü varsa ve bu keşfedilirse, ileride hep birlikte uygularız.
Biz kendi gerçekliğimize bakalım bu yeterli. Sonuçta 22-23 yaşında, tek derdi 12 Eylül faşizmine direnmek olan gençlerden bahsediyoruz.
Emile Zola, “Meyhane” adlı romanı yayımlandığında kendisine çok eleştiri yöneltildiği için, kitabının ikinci baskısına yazdığı önsözde şöyle der: “Benim kendimi savunmama gerek yok, eserim zaten beni savunacaktır.”
Bırakalım eserler konuşsun.
Kimse kimseyi lanetlemesin, dışlamasın ve sadece gerçeklerin çarpıcılığına başvursun.
Kendi cenahımızdan ifade edersem, biz zor ama kalıcı bir mücadele önerdik. Tek başına umuda değil, asıl olarak uzun soluklu sabırlı bir kitle çalışmasına, mücadeleci bir emeğe dayanan bir mücadele. Her zeminde, bitmek tükenmek bilmeyen bir şekilde her gün ve yıllarca kitle çalışması yapılmasını, emek verilmesini, bu emek sonucu giderek kitleselleşilmesini gerektiren; bizim öğrenci derneklerinde yaptığımız veya yapmayı hedeflediğimiz gibi bir mücadele. Bu demokrasi mücadelesi toplumda güçlendikçe, sosyalist demokrasiye doğru gider diye düşünmüştük.
HPD hareketini ve detaylarını hariç tutarak söylüyorum, kabaca söylersem yeri geldi, “CHP’ye 1 oy bir oydur” demedik mi? CHP’ye 1 oyun adını nasıl koyacağız? Bu bile yeri geldi bir ihtiyaç oldu.
Türkiye ve dünyada, moral bozukluğuna, mücadeleden umudunu kesen insan sayısının artmasına yol açan gelişmeler olabilir ama, kurulan öğrenci derneklerinin yeni koşullara adapte olmaması için hiçbir neden yoktu; ayakta kalabilselerdi.
Bugünden geçmişteki (1984-1988) öğrenci hareketine baktığımızda ben meselenin, sandığımız kadar güçlü öğrenci dernekleri kuramamış olmamızdan, daha doğrusu onları henüz güçlendirememişken alelacele, erkenden hedef büyütmemize bağlıyorum. Bu hatanın da, 12 Eylül öncesindeki sol dalganın çok kısa süre içerisinde yeniden yakalayacağımızı zannetmekten, yani gerçekliği iyi okuyamamamızdan kaynaklandığını düşünüyorum.
12 Eylül’ün baskıcı koşullarına ilk direnişlerden biri olmasının da etkisiyle iyi bir ses getirdik, hatta toplumun başka kesimlerinde de ilk direnişlerin patlak vermesine yönelik örnek olduk. 1986’da İstanbul’dan ve İzmir’den Ankara’ya yapılan 44. Madde yürüyüşü, 12 Eylül ıssızlığında filizlenen bir umut değil miydi? 1991’de yapılan Zonguldak-Ankara Büyük Madenci Yürüyüşüne ilham olmuş olabilir mi?
Fakat aynı zamanda, kurduğumuz öğrenci dernekleri hemen 1-2’nci yılın sonunda, sandığımız kadar henüz güçlenmemişti. 12 Eylül baskısı ve ıssızlığı altında olunmasaydı, o kadar ses de getiremezdik. Eylemlerin her birinin önemi, “12 Eylül sonrasında ilk” olmasından kaynaklanıyordu. O ıssızlıkta çok ses getirmeleri normaldi ama abartmamak gerekir.
Birincil öncelik, kitlelerin kalıcı ve güçlü demokratik kitle örgütlerine sahip olmalarının sağlanabilmesidir. CHP bile bunu biliyor ama yıllardır bilinçli olarak bundan uzak duruyor. 80’lerde toplantılarımız için bize il ilçe merkezi salonlarını açan SHP’den çok farklılar. Demokrasi beyannameleri açıklıyorlar ama içinde sendikaların güçlendirilmesi gerektiğine dair en ufak bir fikir bile yok.
Kurduğumuz öğrenci derneklerini güçlendirebilseydik (muhaliflerle birlikte), dünyada ne olursa olsun, varlıklarını ve demokrasi mücadelesini, değişen koşullara adapte olarak bugün de sürdürürlerdi. Oradan bugün AKP düzenine gelmiş olmamız tarihin doğal akışı değil. Demokratik kitle örgütlenmesinin gücünü küçümsememek, onları sadece, Kımran’ın yazısındaki gibi, “gerçek mücadeleye” yönelik bir “mayalanma” olarak görmemek gerekir.
Dünyayı ve Türkiye’yi bugünlere taşımak için, kapitalizmin ana hedefinin, kitlesel demokratik örgütlenmeler olduğunu göz ardı etmemek gerekir; bizde en belirgin örneği, 12 Eylül’ün ana hedefinin DİSK olması gibi. İnsanlar bu tür örgütlenmeler yerine artık AVM’lerde bir araya gelir durumda.
Kapitalizm de kendi mücadelesini yaptı ve şimdi, “kapitalizm kazandı” diyemeyiz. Kazananı kaybedeni iç içe geçmiş bir tarihsel akışın, küçük bir kesitinde yaşıyoruz ve insanoğlu henüz, demokrasiden (burjuva demokrasisi demek istemiyorum) daha iyisini keşfedebilmiş değil.
10-14 Nisan arasındaki eylemlilik sayesinde, ilgili dernek yasasının TBMM’de geri çektirilmesi başarılmıştı. Sırf eylem olsun diye öğrencileri 15 Nisan’da bir daha Sıhhiye’ye taşımak hataydı. Böylece 12 Eylül’ün apolikleştirmeye çalıştığı ve bu kabustan henüz yeni yeni kurtulmaya başlamış ama daima yanımızda istediğimiz öğrencileri korkuttuğumuzu düşünüyorum. Kımran’ın yazısında örnek verilen “ses bombası” olayı gibi. Yeter ki kitleselleşebilseydik de, adı “okulcu” da olsa, sendikalist, pasifist de olsa, “militan” da olsa, “eğitim reformlarının tartışıldığı” forumlarla da sürse; ve “sahibi” kim veya kimler olursa olsun, devam ettirebilseydi.
Benim penceremden görünüm bu. Ama sadece benim penceremden. 80’ler sürecini, kimse kimsenin yaptığını reddetmeden, lanetlemeden ne kadar çok tartışırsak ne kadar özeleştiri yaparsak, gerçeğe en yakın bilgileri o kadar iyi düzeyde ortaya çıkarabileceğimizi düşünüyorum ve o dönemde iyi niyetle, fedakarca hayatlarını ortaya koymuş olan tüm dostlara saygılar sunuyorum.
R. Öner Özkan: SBF-ÖD, 1984-1987 Geçici Yönetim Kurulu Başkanı, ronerozk1@gmail.com
İlgili yazılar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.