Politik mültecilik, istisnai haller dışında bir devrimcinin aklına ilk gelecek şey asla değildir, olmamalıdır. Bunun direniş faslı vardır…
Siyasi mültecilerin sürgün yaşamını anlattıkları anı, anı-roman türü kitaplara her yıl yenileri ekleniyor. Bu kitapların yabancısı olmadığımız yazarları mağduriyeti, mutsuzluğu, yalnızlığı, yersiz yurtsuzluğu, yanı sıra katıldıkları insan hakları ve anti-faşist dayanışma eylemlerini anlatıyorlar. Ne var ki, sürgünlüğün yozlaştırıcı, ehlileştirici yanları üzerinde artık eskisi kadar durulmuyor, zaman aralığı uzadıkça mülteciliği meşrulaştıran, sürgün seyahatnamesi izlenimi veren anlatılar öne çıkıyor.
Sözü, sürgün “edebiyatı”yla ilgili bu tarz kitaplar yayımlamakla kalmayan, devrimci örgütlerin bu konudaki tutumları hakkında yargılarda bulunan İletişim Yayınları editörü Tanıl Bora’ya getirmek istiyorum. Cereyanlar adlı 926 sayfalık ansiklopedik boyutlu kitabının “Sol”u değerlendirdiği bölümünde şöyle diyor:
Kimi gruplar, mülteciliği bizzat bir tür ‘sapma’ sayarak reddetmişlerdir. Başlıca örneği Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği’dir (TİKB). Halkın Kurtuluşu’nu pasif bularak ayrılan bir ekibin 1979 başında yeniden derlenmesiyle oluşan grup, yeraltı ve gizlilikte ustalaşmayı hedeflemişti. 1980-1983 arasında birçok önemli mensubu çatışmada ve işkencede öldürülürken bir direnme ethos’uyla temayüz etti. Darbede ‘bozguncu geri çekilmeciliğe’ karşı ‘direnirlik kazanma’yı öncelikli dava olarak koydular. Yaşar Ayaşlı (doğ. 1950) ‘Yenileceğini bile bile kavgayı sürdürmek’ten bir asli değer olarak söz eder. THKP-C ve THKO ailesinin diğer örgütlerini işkencede çözülebilmeyi kabullenerek çözülmeye meşruiyet kazandırmakla suçladılar. TİKB militanlarının ifade vermeye can pahasına direnmelerini anlatan Adressiz Sorgular (1989), bir heroizm inşasının timsalidir.[1]
Tanıl Bora’nın eleştirel yorumu görünürde bir paragraftır ama sosyalist hareketin bir türlü el atmadığı 12 Eylül faşizmiyle yüzleşmenin nirengi noktalarını içerdiği için önemsemeyi hak ediyor. Adressiz Sorgular ve Yeraltında Beş Yıl’a atfen satır aralarına yerleştirilmiş, örtük eleştirileri dört noktada toplanabilir: (1) Siyasi mültecilik, (2) yeraltı ve gizlilik, (3) geri çekilme, (4) heroizm inşası.
Yazarı olduğum Yeraltında Beş Yıl’da ve derleyeni olduğum Adressiz Sorgular’da değinilen konulara ilişkin olduğu için bunlara cevap verme gereği duyuyorum. Yoksa sessiz kalmam doğru bulduğuma yorulabilir. Şunu da ekleyeyim ki, burada yazdıklarım eskiden mensubu olduğum hareketin o dönemine ait kişisel görüşlerimdir, başkalarını bağlamaz.
Tarih yazımında son sözü yazanların değil, yapanların söylemesi gerektiğine inananlardanım.
Tanıl Bora, yurtdışına çıkışın doğruluğu yanlışlığı konusunda kendi görüşünü açıkça söylemiyor, tarafını sezdiren ipuçları vermekle yetiniyor. Anladığımız kadarıyla Devrimci Yol’un yurtdışı fraksiyonu Devrimci İşçi’nin yurtiçi ile yurtdışı ayrımını kaldırıp ikisini eşitleyerek mülteciliği meşrulaştıran yaklaşımını doğru buluyor: “Zira Avrupa’daki Türkiye kökenliler ‘gurbetçilerden’ ibaret değildir artık, yerleşmekte, yerlileşmektedirler. Dolayısıyla sol, Avrupa’yı ‘yurtdışı’ olarak kodlamamalı, bizzat bir ‘ülke’ bir mücadele alanı olarak önemsemelidir.”[2] Bu sözlerinin arkasından aynı sayfada bizim mülteciliği “bir tür sapma” olarak gördüğümüze işaret etmesi basmakalıp tabirle manidar. Mülteciliği eleştirenleri “ksenofobi”ye, “milliyetçi-muhafazakâr” anlayışa yakın durmakla eleştirmesinden haliyle biz de payımızı almış oluyoruz.
12 Eylül 1980’de yurtdışına çıkmayı yasaklamamız öncelikle o günkü koşullar ve bizim özel durumumuzla alakalıdır. Kadro sayımızın ve kitle desteğimizin azlığı bunu gerektiriyordu. Az sayıdaki insanımızın bir kısmını da yurtdışına gönderirsek faşizme karşı mücadelemiz zaafa uğrardı. Burada yanlış olan bir şey yok. Gerçi orta ve üstü büyüklükte olsaydık da düşüncem değişmezdi. Şu farkla ki, belirli sayıda kadroyu kayıpların yerine ikame etmek üzere yurtdışında yedeğe almaktan yana olurdum.
Tanıl Bora ise mülteciliği her şart altında “sapma” olarak görüyormuşuz gibi bir izlenim yaratıyor. Hayır, mültecilik her şart altında, kayıtsız şartsız sapma değildir. Rejimlere, dönemlere, ortamlara, kişilere ve hangi anlayışla uygulandığına göre değişir. Doktrinini inşa sürecinde Marx, uzun yıllar Fransa, Belçika ve İngiltere’de sürgün hayatı yaşadı. Partisi her aşamada faal durumdaki Lenin, Ekim devrimine kadar yurtdışında kaldı. Birçok komünist parti önderi ve ileri kadrolar ülke dışına çıkmak zorunda kaldılar. Hitler faşizmi döneminde Almanya’da, İtalya’da, İspanya ve Yunanistan iç savaşları sonrasında, Endonezya komünist katliamı gibi olağan üstü durumlarda, hatta Şili, Arjantin gibi bizden daha ağır zulüm ve baskı uygulayan askeri faşist rejimlerde ülke dışına çıkışı yasaklamak kendi insanını kırdırtmak olurdu.
12 Eylül günlerinde ve ertesinde yurtdışına çıkan devrimci sayısı tahmini olarak 30 bin dolayındaydı. Bunların çoğu Avrupa’ya, az bir kısmı Ortadoğu’ya gitmişti. Eğer ağırlık yurtiçinde tutulup, bir kısım kadrolar dışarıda yedeğe alınsaydı buna kimsenin bir diyeceği olmazdı. İltica edenlerin çok önemli bir kısmı sempatizan unsurlar ve sıradan insanlar değil, bizzat yöneticiler, faal kadrolardı. Örgütler mülteciliği önlemek yerine teşvik ederek, hatta çıkışları kendi elleriyle örgütleyerek bindikleri dalı kesmişlerdir. Leninist literatürde bunun adına tasfiyecilik (likidatörlük) denir.
12 Eylül 1980 ertesinde koşullar iltica etmenin bile insanları kurtaramadığı Condor Planı uygulayan Latin Amerika cuntalarındaki kadar ağır değildi.[3] İmkanlarımızın darlığına rağmen 1985 yılına kadar dışarı çıkmadan örgütlü mücadeleyi sürdürdüğüm için bunu biliyorum. Bizden kat kat fazla güce ve imkana sahip olanlar bunu çok daha kolay yapabilir, kesintiye uğramadan mücadelelerini sürdürebilirlerdi. Yakalanmamak için soluğu yurtdışında alanlar ister istemez solun yenilgisine katkıda bulunmuşlardır.
Her dışarı çıkış yanlış değildir. Yanlış olan kavgayı en kritik yerinde bırakıp, iltica edilen ülkeyi tükenişle sonuçlanacak bir hayatın başlangıcı yapmaktır. Castro’nun cezaevinden çıktıktan sonra gittiği Meksika’da Alberto Boya’dan gerilla dersi alıp, orada tanıştığı Che ile Küba’ya dönerek devrimi başlatmasında veya Deniz’lerin bir süreliğine Filistin’e gitmelerinde yanlış olan bir şey yoktur.
Türkiye’de kitle halinde siyasi mülteciliği olumsuzlayan ne ilk ne son grubuz. Mahir, Deniz ve İbrahim yurtdışına çıkmaya karşıydılar. 12 Mart 1971 darbesinden sonra mücadeleyi sürdürdüler, öldüresiye aranmalarına rağmen ülkede kaldılar.[4] Yüreksiz ve müzmin mülteci diyemeyeceğimiz Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli, ötekiler kadar olmasalar da içinden geldikleri TKP geleneğine bağlı kalarak 12 Mart darbesinin hemen ardından yurt dışına çıktılar.[5] 71 ihtilalcileri ise TKP’nin her iki kanadına da nüfuz etmiş bu gelenekten koparak taktik ve örgütsel sonuçları olan devrimci bir fark yarattılar. Böylelikle mülteciliği içselleştirmiş TKP geleneğinden bilinçli bir kopuş gerçekleştirmiş oldular.
Müzmin mülteciliğin kalesi kuşkusuz Baştımar-Bilen kliklerinin temsil ettiği o zamanki TKP önderliğiydi. Zeki Baştımar cezaevinden çıktıktan sonra 1961’de yurtdışına çıktı, bir yıl sonra oradaki partililerle birlikte “Dış Büro”yu kurdu. Başlıca meşgaleleri Leipzig’den yayın yapan “Bizim Radyo” idi. Yurt içinde bir varlıkları olmadığı için kendileri çalıp kendileri oynadılar. Adı var kendi yok bir partiydi. “Bizim Radyo”, hemen her gün rahatını bozan Denizlere, Mahirlere “emperyalizm ajanı provokatörler” diye hakaretler yağdırıyordu. Fırtına dinince parsa toplamaya çıktılar. Henüz mültecileşmemiş 68’lilerden oluşan Partizan grubunun katılımı ve dış desteğin yardımıyla 1974 sonrasının bereketli ortamında önemli bir güç haline geldiler. Zeki Baştımar öldükten sonra 1973’te genel sekreter seçilen İsmail Bilen, Aram Pehlivanyan gibi parti yöneticileri, 30-40 yıl boyunca Türkiye’ye ayak basmadan, Moskova’dan aldığı maaşlarla geçinip, revizyonist Sovyetler Birliği’nin dış politikasının borazanlığını yaptılar.
1980 darbesinden sonra yurtdışına kaçışın başını aynı gelenekten gelen Moskova çizgisindeki partiler çekti. TKP geleneğine bağlı olup mülteciliği doğal görenler fazla tereddüt etmediler. Darbe günlerinde yurt içi temsilcisi (1983’te TKP Genel Sekreteri) Nabi Yağcı, 12 Eylül’de yurtiçi temsilcisiyken “… kendi olanağı olan yurtdışına çıksın, canını kurtaran kaptandır” anonsu yapmıştır.[6] “Herkes başının çaresine baksın” sözü, o günlerde sosyalist solun çoğunluğunun tavrını yansıtıyordu. TİP, TSİP gibi yasal partilerin başkanları ve yöneticileri parti kararıyla (hatta bazıları kendi pasaportları ile) yurtdışına çıktılar. İltica edenler arasında DİSK, TÖB-DER gibi yığın örgütlerinin yöneticileri de vardı. Ayd��nlık takımı kaçmaya bile gerek duymadan kendi ayağıyla teslim oldu. Mahir, Deniz, İbrahim çizgisinin takipçileri oldukları halde onların geleneklerine bağlı kalmayan parti ve grupların önemli bir kesimi de ülkeyi terk etti.
Politik mültecilik evrensel bir fenomendir, dünyanın pek çok ülkesinde, özellikle Latin Amerika ülkelerinde bizdekinden daha ağır durumlar yaşandı. Pinochet darbesinden sonra yüzbinlerce insan Latin Amerika ve Avrupa ülkelerine iltica etti. Her faşist darbe, şiddeti nispetinde artan bir siyasi iltica dalgası artıyordu. Arkasında bıraktığı yıkım o kadar fazlaydı ki, devrimci partilerin mücadelesini ve toparlanmasını sekteye uğratıyordu. Komünist ve devrimci partiler yıllar boyunca edinilmiş birikimi heba eden “lüzumsuz mültecilik”ten şikayetçiydiler ve bunu nasıl önleyebileceklerini tartışıyorlardı.
Siyasi sürgün her zaman faşist/baskıcı iktidarların devrimci hareketi güçten düşürmek, tasfiye etmek için kullandıkları sistematik yöntemlerden birisi olmuştur. Düzen muhalifleri kendilerini var eden ve motive eden koşullardan uzaklaştırılmış, kapitalist ülkelerin ideolojik, siyasi, kültürel etkisine maruz bırakılarak bir çeşit rehabilitasyon işleminden geçirilmişlerdir. Türkiye’de Tanzimat’tan beri Ermenilere, Kürtlere, rejim muhaliflerine ve komünistlere sıklıkla uygulanmıştır.[7] Tıpkı idamlar, hapis cezaları, işkenceler gibi siyasi sürgünler de devrimin kuyusunu kazmakta kullanılan bir araçtır. 12 Eylül rejimi her ne kadar serbestlik tanımasa da kaçışlara göz yummuştur. Egemen sınıflar, siyasi mülteciliği, devrimcileri motive eden ortamdan ve ilişkilerden kopararak kendilerine yabancılaştırmanın verimli bir yolu olarak görmüşlerdir.
12 Eylül yenilgisini tek bir sebebe bağlayıp iltica edenleri günah keçisi ilan etmek gibi bir niyetimiz yok elbette. Gittikleri her ülkede başvuru yaptıkları andan itibaren nasıl süründürüldüklerini, nasıl barınma, geçim, dil, sağlık, uyum sorunlarıyla boğuştuklarını, nasıl ırk ayırımına tabi tutulduklarını biliyoruz. Öfkemiz onlara değil buna sebep olanlaradır.
Mülteci, ailesini, yoldaşlarını, örgütünü, halkını, öz yurdunu, kültürünü kaybeden; dilini, geleneklerini, alıştığı yaşam tarzını arkasında bırakan; bilmediği, ısınamadığı, itildiği bir ortamda tutunmaya çalışan insandır. Ülkesini terk etmek beklenmedik zamanda yaşanan bir şok, maddi-manevi bir kriz halidir. Sadece ülkesinden değil iltica ettiği yerde de dışlanır, ayrımcılığın, egemen kültürün hedefi olur. Ne eskisi gibi kalabilir ne de yeni duruma adapte olabilir.
Edward Said bunu şöyle anlatıyor:
…sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır…[8]
Siyasi mülteciler uzun vadede yaşadıkları topraklardan ve ait oldukları siyasi geçmişten koparlar. Yurtdışında bir süre kalıp geri dönenler aşınmayı onarabilirler, ulusal kimliklerini arkada bırakarak daimî sürgünlüğü benimseyip çifte kimliği içselleştirerek kozmopolist bir yaşam sürdürenler içinse bu neredeyse imkansızdır.
Sürgün edebiyatı, sadece dünyada değil Türk ve Kürt edebiyatında da önemli bir yer tutar. Avrupa ülkelerine sığınan siyasi mülteciler karşılaştıkları sorunları, uzun yıllar içerisinde geçirdikleri ideolojik, siyasi, ahlaki başkalaşımı, kendi geçmişlerinden uzaklaşmalarını, uğradıkları erozyonu işleyen çok sayıda anı-roman yazmışlardır
Oya Baydar bunlardan biridir. TSİP içindeki bölünmede “Doktorcular”a karşı grubun başını çeken Baydar TKP’ye katılır ve darbeden kısa süre önce yurtdışına çıkar. Sürgünde parti yöneticileriyle tanışır ve çalışmalara katılır. Sovyetler Birliği’nin, TKP’nin ve TBKP’nin fiziksel çöküşüne paralel gelişen bir ideolojik yıkım sürecinden geçerek TKP’yi “yalan ve avutma” olarak niteleyecek noktaya gelir.
Aslında, Oya Baydar’ın Hiçbir Yere Dönüş romanı, sürgüne sosyalist olarak gidip ülkesine “ütopya”sını yitirmiş biri olarak döndükten sonra, nasıl “yetmez ama evet”çi kıvamına geldiğinin hikayesidir. On yılı aşan sürgünden döndükten sonra siyasal İslam’ı tartıya vuramayacak kadar körleşmiş ve AKP’yi destekleyen bir sol liberale dönmüştür. Oysa kaçmayıp yakalansa en fazla birkaç yıl yatıp çıkacak, muhtemelen bu denli bir savrulma yaşamayacaktı.
Oya Baydar’ın öyküleştirdiği dönüşümünün tek olumlu yanı, mülteciliği olumlayarak savrulmalarını belli etmemeye çalışanların tersine, sol geçmişinden yüz geri ettiğini ortaya sermekten kaçınmamasıdır. Bu, yenilgiyi baştan kabul edip yurtdışına giden N. Yağcı’ların, T. Akçam’ların, D. Tarkan’ların Türkiye’ye döndüklerinde nasıl korkup kaçtıkları rejimin mirasçılarının peşine takıldıklarını, devrimci demokrat bir çizgide bile tutunamadıklarını kavramamızı sağlamaktadır.
Bazıları yurtdışına çıkmayı yasaklamamıza bakarak hep bizi suçlamışlardır. Oysa Türkiye’de mültecilikten hazzetmeyen tek biz değildik. Mültecilik rüzgarına kapılan hemen birçok örgütte mücadele etmek isteyenler, buna itiraz edenler vardı. Örneğin bir yandan dışarıdaki mülteci başı T. Akçam, diğer yandan Mamak’takiler tarafından mücadele etme isteği frenlenen DY’nin sol kanadından Mahmut Memduh Uyan da bundan şikayetçiydi:
Neredeyse bütün arkadaşlar dışarıda, Avrupa’da derin bir tartışmaya dalmıştı. Avrupa’da yaşam farklıydı, yaşam bizimkileri de farklılaştırmıştı. ‘İlişkileri, yapıları dağıtmalıyız, aranan arkadaşları dışarı alalım, aranmayanlar da kendi yaşam alanlarına dönsün ya da bildiğini yapsın’ diyorlardı… Biz artık bir hareket, örgüt, irade değiliz. Bu nedenle de ülkeye müdahale edemeyiz.
…
Ey Avrupa sen ne yaptın bize? Kendine mi benzettin arkadaşlarımızı? O yaşamdan ayrılmak neden mümkün olmadı? Yaşamı cazibeli kılan Avrupa mıydı? Yoksa sadece yaşamın kendisi mi? Memleket denince, işkence ve ölüm, karanlık ve soğuk, illegallik, saklanma, hapislik ve belirsizlikle birlikte bir mücadele akla geliyordu. Ağır gelen bu muydu? …devrimi memlekette yapmayacak mıydık? Yeni politik hattımızı Avrupa’da tartışarak, güvenli bir yaşam sürdürerek mi oluşturacaktık? Yoksa enternasyonalizm gereği ‘Avrupa’da devrim yapmak, mücadele yürütmek’ daha mı acil bir görevdi. Onca arkadaşımızı mülteci yaşamı içinde tutan ne idi?[9]
Tanıl Bora, yurt dışına çıkışın yasaklanmasının yanlışlığını göstermek istiyorsa, ya yenilgiyi baştan kabul edip kaçmaktan başka seçenek kalmadığına bizi ikna etmeliydi ya da yurtdışına çıkışı serbest bırakanların doğru yaptıkların��, fazla fire vermeden örgütlü bir güç olarak tekrar geri dönüp mücadeleyi sürdürdüklerini kanıtlamalıydı. Gerçi yıllar sonra da olsa bunu deneyenler oldu, ama tatlı su balıklarının denize atılınca susuzluktan öldükleri gibi tutunamadılar. Tek tutunabilen, özel bir metabolizmaya sahip olup hem tatlı suda hem de tuzlu suda yaşayabilen bazı yırtıcı balık türleri gibi, Kürt ulusal hareketi oldu.
Uzun süre mülteci olarak kalanlar dönüş izni çıksa bile ya hiç dönmüyorlar ya da Oya Baydar’ın roman kahramanının tarif ettiği gibi dönüyorlar:
“Dönüşümüze bozguna uğradığımız ve yenilgiyi kabullendiğimiz için izin verilmişti. Dönüş yollarını zafer değil yenilgi açmıştı. Mağlup orduların yaralı, yorgun askerlerine benziyorduk. Artık onlardan kimse korkmuyordu ki şehir surlarının demirden kapıları yüzlerine kapansın.”[10]
Bir dergi, 1980 sonbaharında kapısına kilit vurup, başyazarını Paris’te uzun bir tatile gönderebilir; fırtına dindikten on yıl sonra yeniden açabilir. Bir yazar, vaktiyle beslediği canavar ortamı biraz gerince, Risk Altındaki Akademisyenler Konseyi’ne başvurarak mali fonundan ve prosedür desteğinden yararlanmak üzere İngiltere’ye sığınmak isteyebilir. Kim ne karışır?
Ama örgütler dünyasında işler başkadır. Politik mültecilik, istisnai haller dışında bir devrimcinin aklına ilk gelecek şey asla değildir, olmamalıdır. Bunun direniş faslı vardır, illegalite faslı vardır, hatta işkence, hapis, ölüm faslı vardır. Politik militanı birey olarak entelektüelden ayıran da budur zaten.
Dipnotlar:
[1] Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, s. 684
[2] Aynı yerde
[3] Senaryosu Henry Kissinger, uygulaması CIA tarafından organize edilen Condor Planına göre Latin Amerika cunta temsilcileri 1975 yılında Santioga’da toplanarak dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış muhaliflerin yakalanmasında ortak hareket etme kararı aldılar. Bu operasyonlar sonucu kaçtıkları ülkelerde tutuklanan veya aniden kaybolan birçok devrimci faili meçhul cinayetlerin kurbanı oldular.
[4] Maltepe firarından sonra Mahir, Oğuzhan Müftüoğlu’nun yurtdışına çıkma teklifini kabul etmemiştir: “Mahir’e yurt dışına çıkmasını önerdim. İstedikleri takdirde onları yurt dışına çıkarma olanağı bulabilirdik. O, bütün ısrarlarıma karşın, bunu kabule hiç yanaşmadı” demiştir. (Bianet.org,”Arkadaşları Mahir Çayan’ı Anlatıyor”, 30 Mart 2010)
[5] Bkz. Yol Anıları (Derleniş Yayınları, 1998) ve İnsanlar Tanıdım, Doğan Kitapçılık, 1990)
[6] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, İmge Kitabevi Yayınlan, Ankara-2005, s. 172
[7] Sürgünler üç gruba ayrılabilir: Sosyal sürgün (Ermeniler, Rumlar ve Kürtler kitle halinde dış ve iç sürgünlere maruz kaldılar), entelektüel sürgün (Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Fakir Baykurt, Ahmet Kaya, Cem Karaca, Nihat Behram, Şivan Perver vb.) siyasi sürgün (komünist, devrimci-ilerici parti mensupları) İlk ikisi eleştiri konumuzun dışındadır.
[8] Edward Said, Kış Ruhu, Metis Yayınları, İstanbul-2006, s.28.
[9] Mahmut Memduh Uyan, Kardeşim Hepsi Hikâye! Dipnot Yayınları, 2015-Ankara, s.171-172
[10] Oya Baydar, Hiçbiryer’e Dönüş, İstanbul-2008, Can Yayınları, s.12
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.