Parçalanmış bir Suriye modeli, ABD ve İsrail’in en büyük hayaliydi. Ancak Suriye’nin geleceğinin belirlenmesine yönelik adımlarda bu hayalin sahipleri şu an dışlanmış durumdadırlar ve sürecin yürütücüsü artık Rusya’dır
Parçalanmış bir Suriye modeli, ABD ve İsrail’in en büyük hayaliydi. Ancak Suriye’nin geleceğinin belirlenmesine yönelik adımlarda bu hayalin sahipleri şu an dışlanmış durumdadırlar ve sürecin yürütücüsü artık Rusya’dır
Suriyeli düşünür ve siyasi analist Naram Sargon, ABD’nin dış politikasındaki taktik ve stratejilerini Hindistan’daki “fil avlama” oyununa benzetir. Haziran 2014’te yayımladığı Jahiyat News’teki analizinde bu “fil avlama” oyununu şöyle anlatır:
“Hindistan’da fil avcısı çukur kazıyıp üzerini ağaç dallarıyla kapatır ve bununla fili tuzağa düşürür. Çukura düşen fil günlerce avcı tarafından kırbaçlanarak, aç bırakılarak işkenceye tabi tutulur. İyice korkutulup sindirilen file daha sonra ‘şefkat’ gösteren biri çıkar. File işkence çektiren adamı, filin gözleri önünde döverek uzaklaştırır. Fil de şefkat gösteren bu adama sığınır ve fili terbiye etme sürece bundan sonra başlar…”[1]
Sargon bu anlatımdan sonra sözü ABD’nin sahte Arap Baharı sürecindeki taktiklerine getirir. Örneğin Mısır’da, Katar’ın tepeden getirdiği İhvancılara karşı halkın öfkesi yükselince darbeye yol verildi. Ama darbeci Sisi’yi Suudi Arabistan desteklerken Katar görevden azledilen Mursi’yi desteklemeye devam etti ve buna bakarak medyada “Suud ile Katar’ın çatıştığı, ABD ile ilişkilerinin gerilmeye başladığı” algısı yaratıldı. Hatta Katar’ın Mursi’ye desteğini Suudi Arabistan ve Türkiye’ye düşmanlık olarak yorumlayanlar oldu. Oysa ortada sadece senaryo yazarlığını ABD’nin yaptığı bir tiyatro var ve onlar da bu rollerini oynamak zorundadır. ABD sadece “fil avlama oyununu” oynatmış, Katar’a avcı, Suudilere de fil terbiyecisi rolünü vermiştir. Suriye ve Irak sahasında da ABD’nin IŞİD’le fil avlama oyunu devam ediyor. IŞİD ABD’nin sadece fil avcısıdır. IŞİD zulmünü bir süre izleyip sonra “şefkat” timsali sahaya inen ABD artık “kurtarıcı” zırhına bürünmüş olur. Daha somutlarsak Mısır’da ve Libya’da olduğu gibi, Maliki’ye karşı Musul’da, Kürtlere karşı Kobanê’de, Türkiye’ye karşı El-Bab’da bu IŞİD’li avcılık oyunu sahnelenmedi değil… Ancak ABD’nin Irak ve Suriye sahasında IŞİD’li projesi başarısız olmuştur. Çünkü “IŞİD’le hizaya” sokma taktikleri dört dörtlük bir başarıya ulaşma şansını çoktan yitirdi. Her şeyden önce sahada Suriye’nin direniş duvarına toslayarak askeri anlamda başarısız oldu, siyasi anlamda da Suriye, İran ve Rusya’nın diplomatik atakları karşısında şu anda yenik durumdadır. Elbette ki bu “başarma ve yenik düşme” tespitleri mutlak değildir. Zira Ortadoğu’da büyük projeler çöktü ama günü birlik geliştirilen taktik ve stratejiler dönemi başladı. O yüzden an için yapılan hiçbir tespit mutlak değildir, fakat şu ana kadar görülen yenilgiler ABD’nin BOP hanesine yazıldı diyebiliriz.
ABD’nin “IŞİD’le sınayıp hizaya getirme” taktiklerinin şu ana kadar sadece “Kürt müttefikliği” üzerinden Suriye’nin kuzeyinde ürün verdiğini görüyoruz. ABD rüyasında görse inanmazdı belki, ama bu sayede Suriye topraklarında askeri üsler kurdu. Ancak bu üsleri Ekim 2015’ten bu yana ilkin Barzani’ye yakınlığıyla bilinen “Suriye Kürt Ulusal Konseyi”nin (ENKS) de etkin olduğu Haseke’ye bağlı Kamışlı’nın doğusundaki Rumeylan bölgesinde kurulmaya başladığını belirtelim. Fakat sözde IŞİD’e karşı savaşa öncülük eden ABD’nin, Kürtlerin nüfuzu altındaki kuzey hattında şu ana kadar yedi askeri üs kurduğu biliniyor. Şu aralar beş bin askeri barındırabilecek kapasitedeki “en büyük askeri üssü” yine Haseke’ye 35 km mesafedeki Til Beder’de kurmaya hazırlanıyor. ABD’nin Suriye’de bir pozisyon edinmesinin kanallarını açanın IŞİD olduğu, yani IŞİD’le mücadele adı altında kendinden menkul bir “meşruiyet” yaratarak Suriye topraklarında askeri mevziler edindiği biliniyor. Dikkat edilirse “Demokratik Suriye Güçleri” (DSG) ile birlikte ilerleyerek “IŞİD’den kurtarıldığı” ilan edilen her yeni yerde (örneğin en son Münbiç’te) ilk iş olarak ABD bir askeri üs kuruyor. Bu açıdan bakılırsa ABD için IŞİD’in epey işlevsel olduğu açıktır. Öte yandan ABD öncülüğündeki DSG benzeri bir oluşumla Türkiye’nin de Suriye topraklarına girmesindeki temel gerekçeyi yine “IŞİD’e karşı savaş” oluşturdu.
Tam da bu noktada yine Naram Sargon’un bir tespitine değinmek yerinde olacaktır:
“Amerika’nın IŞİD’e tek kurşun sıkacağını asla düşünmeyin. Amacı sadece közü karıştırarak, ateşin yeniden alevlenmesini sağlamaktır. Daha önce Türkiye’nin defalarca yaptığı gibi… ABD’nin niyeti, bu IŞİD’i yarı devlet yapısına büründürüp kontrolünü NATO’cu Türkiye’ye bırakmaktı. Önümüzdeki dönem Türkiye bunlarla savaşma bahanesiyle bölgeye girebilir. Lakin bu girişimin adı sadece sınırlarını koruma amaçlı olacaktır, asla ve asla onları bitirmek için değil!” [2]
Naram Sargon bunu 16 Haziran 2014’te yazdı. Plan ustaca işletildi diyebiliriz ve hatta “hala işlemeye devam ediyor” da diyebilirdik, eğer Rusya sahadaki askeri kazanımları diplomatik hamle üstünlüğüne dönüştürmeseydi… Buradaki en büyük kırılma, Halep’teki askeri başarı ve “Türkiye’yi avuç içine alma” diplomasisidir. An itibarıyla Rusya, sahadaki askeri kazanımı siyasi kazanıma dönüştürme avantajını elinde bulunduruyor. Deniliyor ki, Putin’in, BOP’un en büyük taşeronu olan Türkiye ile anlaşması, Batı’da kendisine diplomatik alan yaratacaktır. Bu hesapların tutup tutmayacağını önümüzdeki günlerde görebileceğiz belki, ama ABD’nin onca müttefike ve yerli işbirlikçilere rağmen “patronluğu” Rusya’ya nasıl kaptırdığı da önemlidir.
Birincisi; katliamlarına göz yumulan IŞİD, ABD’nin BM’yi bypass ederek Suriye ve Irak’a fiili müdahale kanallarını açtığında, Rusya da “IŞİD’e karşı savaşta ben de varım” diyerek Suriye’nin davetiyle sahaya indi. Ama bu adım ABD’nin “ılımlı muhalif” stratejisine karşı bir darbe niteliği taşıdı. Zira ABD sözde IŞİD’e karşı savaşını hem bir müdahale bahanesi olarak kullandı, hem de “ılımlı muhalif” teziyle IŞİD türevlerini aleni ve daha fazla destekleme fırsatını kollarken Rusya bütün radikal İslamcı grupları aynı potada hedef aldı.
İkincisi; Rusya Astana sürecinde ABD ve Türkiye’yi çembere alan bir diplomatik atak gerçekleştirdi. Şöyle ki, Türkiye’nin “çaresizlikten” Rusya’ya yönelmesi, Rusya’nın Türkiye’yi hem avuç içine almasına hem de “samimiyet sınavından” geçirmesine fırsat yarattı. Örneğin, Putin Erdoğan’dan “Nusra Cephesi’nin Halep’ten çekilmesine aracılık etmesini” istediğinde, Erdoğan hemen “arkadaşlardan rica ettik, Halep’ten çekilecekler” açıklaması yaptı (“arkadaşlar” dediği grup Nusra Cephesi oluyor). Böylece ilk “avuç içine alma” adımı gerçekleşmiş oldu. İkinci adım olarak, Astana sürecinde AKP’nin 14 silahlı grup adına garantör olması sağlandı ki, bu adımlar AKP’nin, Nusra da dahil silahlı gruplar üzerinde “ciddi” kontrole sahip olduğunun itirafı anlamına geliyor. Geriye Türkiye-Rusya ilişkilerinin bir sınavdan geçmesi kalıyor ki, bu sınav da Astana görüşmeleridir. Keza Rusya’nın ABD karşısındaki diplomatik atağa ilişkin de şunları söylemek mümkün:
Öncelikle, Astana’da Suriye yönetimi ile muhalefeti ilk kez bir masa etrafında buluşturan Rusya oldu. İkinci olarak, Astana’ya katılan muhaliflerden cihatçı terör örgütleriyle aralarına kesin mesafe koymaları istendi ve bu doğrultuda sözler alındı, garantörler görevlendirildi. Bunun anlamı şudur; dışarıda ABD’nin de aşırı unsur olarak kabul ettiği Nusra ve IŞİD kaldı, geride kalan “ılımlıları” Rusya masaya oturttu. Yani ABD’nin “ılımlı muhalif” stratejisi de boşa çıktı.
Üçüncüsü ve en önemlisi de, ABD’nin şu an Suriye sürecinde bir pozisyon edinmenin tek dayanağı olan Suriyeli Kürtlere yönelik Rusya’nın Astana sonrasında gerçekleştirdiği diplomatik hamledir. O da, önce Türkiye’nin garantörlüğündeki muhaliflere sunulan, dört gün sonra da PYD’nin de katıldığı Moskova toplantısında müzakere edilen yeni Suriye Anayasası taslağıdır. Doğrudan Kürtlerin de taleplerini içeren taslağa ilişkin, 28 Ocak’taki Moskova toplantısında PYD temsilcilerinin görüş ve önerileri de resmen alınmış oldu. İşte bundan sonra, Suriye’yi parçalamak uğruna onca kan dökenler cephesinden doğru, “Suriye bölünüyor” naraları eşliğinde yeni algı yönetimi süreci başladı.
Ne AKP altı yıl boyunca Suriye’yi parçalamak için elinden geldiğince cihatçı transferlerini yönetirken, ne de ordusuyla Suriye topraklarını fiili olarak işgal ederken sesi çıkmayan “vatanseverler”in, Astana’da sunulan taslaktan sonra “özerklik” sözcüğünü duydukları için “İmdat, Suriye parçalanıyor!” çığlıkları atmaya başladıklarını görüyoruz.
Bu çığlıkların altında sadece “demokratik özerklik” temelli bir değişim ihtimali yatıyor. Yoksa çok sayıda kimliklerin ve inançların bir arada yaşadığı Suriye’nin bu mozaik yapıyı bir bütünlük içinde kapsamaya yönelik adımları aslında görünmüyor değildir. Ne var ki, bu çığlıklara sebep olan paranoyayı servis edenler, aslında Suriye’yi tam olarak böyle parçalamayı hedefliyorlardı. Böylesine parçalanmış bir Suriye modeli, ABD ve İsrail’in en büyük hayaliydi. Ancak Suriye’nin geleceğinin belirlenmesine yönelik adımlarda bu hayalin sahipleri şu an dışlanmış durumdadırlar ve sürecin yürütücüsü artık Rusya’dır. Bu yüzden Rusya’nın öncülüğüne taraf olanların kamuoyuna, (örneğin Türkiye’nin milliyetçilerine), BOP paketindeki bizatihi kendi hayallerini bir “korku ütopyası” gibi servis ettikleri görülüyor. Bu paketi ilk dillendiren Sözcü’deki “Amerika, Rusya ve İran bir olup sınırımızda özerk devlet kuruyor”[3] başlıklı yazısıyla Saygı Öztürk oldu. Saygı Öztürk, “Başbakanlığa sunulan rapora” dayandırarak kaleme aldığı bu yazısında, Hatay’ın dahi Türkiye’den koparılarak Kürtlere verileceğini söylüyor. – Bu arada uluslararası hukuka göre Suriye topraklarında işgalci konumunda bulunan Türkiye’nin, burada ne aradığına dair eleştiriler Arap basınında sıkça yer alırken, Türkiye medyasında bir tek sözcük yazmayanlara şöyle ironik bir soru sorulabilir: “Türkiye, Suriye’nin sınırları içinde ilerleyebilir, o ülkeden toprak koparabilir, hatta rüyasındaki Musul’u dahi koparıp alabilir ama bizden toprak koparılamaz mı diyorsunuz?” Bu ironik soru burada dursun! –
Gelelim Suriye’yi beş parçaya bölen hayallere ve kaybeden bu hayalperestlerin şu an yönettikleri algı operasyonuna… Saygı Öztürk’ün yazısında konu edindiği “bölünmüş Suriye üzerine sözde anlaşma sağlandığı” haberi İsrail menşeli gibi görünüyor.
İsrail’in de panik halini yansıtan aynı tip yazı ve açıklamalar Astana görüşmeleriyle eşzamanlı olarak ortaya dökülmeye başladı. Öncelikle, BOP’un önemli hedeflerinden ikisinin “Büyük İsrail” projesi ile ilgili olduğunu hatırlatalım. Birincisi; İsrail’in korkulu rüyası olan Direniş Ekseni’nin (Suriye, İran ve Lübnan Hizbullahı) kırılarak İsrail devletinin güvenliğinin sağlama alınması, ikincisi de; Suriye, İran ve Irak’tan başlayarak Ortadoğu’nun parçalanıp yeniden dizayn edilmesi sonucunda İsrail’in alan genişletmesi.
İsrail açısından aslında Suriye’de yıkılan bu hayallerdir. Gelinen noktada “ılımlı muhalifler” diye üzerine yatırım yapılanların Rusya tarafından Astana’da bir masaya oturtulması, hele ki bunun üstüne bir de çözüme dair Rusya’nın Suriye’nin geleceği ve yeni anayasası üzerine adımlar atması, bir telaşa yol açtı. Astana görüşmelerinin hemen ardından, İsrail’in aşırı sağcılarından biri olarak bilinen ve “Büyük İsrail” rüyasının mimarı David Ben Gurion’un izinden yürüyen şimdiki İsrail Savunma Bakanı Avigdor Liberman şu açıklamayı yaptı:
“Bütün dünyanın kabul etmesi gereken üç şey var: Ortadoğu’daki çatışmaların sona ermesi için Irak ve Suriye’nin bölünmesi mutlak bir ihtiyaçtır. Bunlar İsrail’in güvenliği için en önemli aşamalardır. Suriye, Irak, İran ve Yemen’de Şiiler için bu ülkelerin bölünmesi ve yeni Sykes-Picot benzeri bir bölünme olması şarttır.” [4]
İsrailli bakanın ABD eski Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın 2007’de sunduğu projeye sadık kaldığı anlaşılıyor. Biden’ın projesine göre Irak üç özerk bölgeye ayrılacaktı: Kürdistan, Şiistan ve Sünnistan diye… Biden’ın buna siyasi ömrü yetmedi belki, ama ABD’deki ortalama siyasi akıl hala böyle bir projenin peşinde. Fakat telaşa düşen İsrailli Bakan Liberman, Suriye’deki siyasi süreç başka bir yöne evrilmeye başladığı için bölünmeyi şu anda ısrarla bilince çıkarıyor. Tabii ki bütün bunlar İsrail’in güvenliği için!
Tam da bu zamanda Trump’tan “Suriye’de güvenli bölge” hamlesi geldi ki, bu hamle aynı zamanda Mossad’da, “tamponlarla Suriye’yi parçalama” hayallerine bir adım daha yaklaşılabilir umudunu yeşertti. Bu gelişmelerin üzerine Mossad’a yakınlığıyla bilinen Debka adlı internet sitesi, “Suriye’nin beş parçaya bölünmesi konusunda anlaşma sağlandığını” yazdı, hatta bölünmüş bir Suriye haritası da yayınladı.[5] Tam olarak Saygı Öztürk’ün yazısındaki haritanın aynısı… Burada İsrail’in temennisine ve Trump’ın hızlı çıkışlarına hizmet eden bir algı yönetimi seziliyor.
Hemen bir ekleme daha yapalım; bu arada Al Jazeera’nin de benzer bir süreci işlettiği görüldü. Cuheyna Haber (Jouhina News), Rusya’nın Anayasa taslağına ilişkin okurların görüşlerine başvurdu. Bildirilen görüşler arasında dikkat çeken bir tanesi Lübnan’dan. Lübnanlı yorumcu, Beyrut’ta Al Jazeera muhabirinin sokakta herkese mikrofonu uzatarak, “Artık Suriye’nin bölünme vakti geldi, ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunu söylüyor ve şunu ekliyor:
“Dışsal bir müdahaleyle Suriye’nin geleceğinin belirlenmesinden [Burada Rusya’nın Anayasa taslağı önermesi kastediliyor. H.Y.] tarafların kendi programlarına göre bir anlam çıkarıp, bunun üzerinden bir algı oluşturuyorlar. Al Jazeera’nin temsil ettiği kutup açısından “Suriye’nin radikal İslamcılar ya da müttefik Kürtler üzerinden bölünmesi artık an meselesidir.”[6]
Gelelim ABD cenahına. İsrailli Bakan Liberman’ın bu ısrarını, ABD’nin yeni Başkanı Trump’a siyasi çizgi empoze eden Andrew J. Tabler’a güvenerek sürdürdüğü açıktır. ABD’li think tank kuruluşu Washington Enstitüsü Ortadoğu Araştırmaları’ndan Tabler, yeni başkana şu tavsiyede bulunuyor:
“ABD insanların çektikleri acıları dindirmek, mülteci akışını yavaşlatmak ve terörle mücadele etmek için Suriye’de tamamlayıcı bir işlev üstlenmelidir. Türkiye ve Ürdün sınırında muhalefetin elinde tuttuğu bölgelerde Suriyeliler için “güvenli bölgeler” oluşturmak, seçilmiş-başkan Trump’ın Suriyelilere bir şans tanımak adına kurulmasını istediği bölgeler için en iyi seçenektir. Türkiye’nin Rusya’nın anlayış göstermesiyle, de facto olarak Halep’in kuzeyinde kurduğu güvenli bölge, Suriyelileri korumak için ve IŞİD’i Fırat vadisinden söküp atmaya hizmet edecek askeri ve politik bir üs olarak yeni ve güçlü bir olanaktır.”
Tabler’ın bu tavsiyesinden anlaşıldığına göre Türkiye’nin Fırat Kalkanı de facto olarak bir tampon bölge oluşturma görevini üstlenmiş. Öte yandan “muhalefetin elinde tuttuğu bölgeler” ile kastedilen de Kürtlerin kontrolündeki alanlardır. Zira Tabler, tavsiyesinde Türkiye ve Ürdün sınırından söz ediyor, ama Ürdün sınırında böyle bir olanak yok. Geriye sadece Türkiye sınırı, yani Suriye’nin kuzeyi kalıyor.
Trump’ın hızlı çıkışlarından birincisi; -Suriye sanki ABD’nin bir eyaletiymiş gibi- “Suriye’de güvenli bölge kurma hazırlıklarının derhal başlatılması”, ikincisi; “IŞİD’i bir ayda söküp atma” ve üçüncüsü de “Irak, İran, Suriye, Sudan, Libya, Somali ve Yemen’den sığınmacı kabulünün yasaklanması” oldu. Trump imzaladığı kararnameyle (şu anda yargıya takılmış olan) Suriyeliler dışındaki mültecilerin ülkeye kabulünü 120 gün askıya aldı. Ama Suriyeli sığınmacıların kabulünü süresiz olarak durdurdu. Suriyelilere dönük bu “özel muamele” nereden kaynaklanıyor? Tam da sözde, sığınmacılar için Suriye’de “güvenli bölge” kurulacağını ilan etmesinden sonra gelen bu sığınmacı yasağı ve özellikle Suriyelilerin kabulünün süresiz yasaklanması, akla şunu getiriyor: Yine bir Suriyeli mülteci dramı yaratılacak ve bu dram üzerinden Trump’ın (daha doğrusu ABD aklının) Suriye’de bir tampon bölge fırsatına “meşruiyet” kazandıracaktır… Bu, Washington Enstitüsü’nden Tabler’ın tavsiyesine bire bir uyan bir hamledir.
Bu tampon bölgeler çıkışından sonra Trump’ın hamle genişletmeye devam ettiğini de görüyoruz. Örneğin Suudi Arabistan’ın resmi haber ajansına göre Trump, Suudi Kralı Selman’ı telefonla arayarak, “güvenli bölgeleri ve İran’ın müdahaleciliği” konusunu görüştü. Ardından Rusya’nın PYD’yi Moskova toplantısına davet etmesine karşılık Washington da ENKS’yi davet etti. Keza Trump’ın tampon bölge hamlesine yönelik de DSG’den destek açıklaması geldi.[7] Fakat “güvenli bölge” fikrinin mültecileri yerleştirmek için öne atılmadığını bütün herkes gibi Suriye de, İran ve Rusya da biliyor. O yüzden bu söylemin niyetine yönelik itirazlar sundular.
Öncelikle yeni Anayasa taslağının Rusya tarafından sunuluş biçiminde bir sıkıntı olduğunun altını çizelim. Buna dönük en başta göze çarpan eleştiriler şu yöndedir:
“Suriyeliler dışında hiç kimse Suriyelilere bir anayasa dayatması yapamaz! Suriye halkları kendi anayasalarını kendileri hazırlar. Rusya’nın bir taslak hazırlaması, Amerika’nın da kendi emelleriyle uyuşan bir anayasa dayatmasına meşruiyet sağlar. O yüzden bu kabul edilemez!”
Yükselen bu itirazlara aslında Astana’da ateşkes için bir araya gelen “muhalefet” temsilcilerinin de eleştirilerini eklemek gerekir. Öncelikle muhaliflerin bu anayasa taslağı üzerinde görüş bildirmeyi reddettikleri yazıldı. Sonra “muhalefet” heyetinin içinden demeç veren Yahya el-Aridi şunları söyledi:
“ABD’nin Irak işgalindeki hatanın bir tekrarı niteliğindedir. Bir başka ülkenin yazacağı anayasanın siyasi bir işlevi olmaz. Şu anda Astana’daki görev ateşkesi tesis etmektir, Suriye için bir anayasa yazmak değil.”[8]
Gelelim Rusya’nın sunduğu taslağın içeriğine. Sunulan taslağın “İkinci Bölüm, Dördüncü Madde”sinde, Arapçanın Suriye’nin resmi dili olduğu, fakat ülke içerisindeki özerk Kürt yönetim organlarının Arapça ve Kürtçeyi eşit düzeyde kullanacaklarına ilişkin bir ibare bulunuyor. Bütün fırtınanın koptuğu yer sanırım burasıdır. Aslında Rusya’nın “özerk yönetimler” önermesinin, Suriye hükümetinden bağımsız ya da bilgisinin dışında olduğunu söylemek güç. Kaldı ki Astana’da Suriye’yi uzun zamandır BM’de ödünsüz temsil eden Beşar el-Caferi de hazır bulunmaktaydı ve Caferi’nin bu taslağa ilişkin herhangi bir itirazı duyulmadı. Nedenine gelince, aslında Astana’da bir Anayasa taslağının Rusya tarafından dillendirilmesi sadece bir taktiktir. Bu taktiksel adım, siyasi çözüm sürecine bir alıştırma olarak görülebilir. Nitekim Astana’nın birinci hedefi ateşkesin tesis edilmesi ve sürecin mutabakatla izlenmesini sağlamak, ikinci aşamada ise cihatçı terörü bitirmektir. Yani henüz siyasi çözüm sürecine dönük adımların önünün açılması hedefleniyor. Peki, neyin alıştırması?
Muhtemelen Rusya’nın, siyasi çözüm sürecinde Türkiye’nin “kırmızı çizgilerini” yumuşatması gerektiğine yönelik bir mesaj vermeyi hedefledi. Aslında Türkiye açısından da bu beklenen bir şeydi. O yüzden Türkiye, Barzani’ye yakınlığıyla bilinen ENKS’yi Astana’ya davet etti ki, PYD yerine ENKS’nin muhatap alınması tercihini bildirmiş oldu.
Astana görüşmelerinde ortaya konan çaba askeri anlamda başarılı olsa bile, aslında sınırları bellidir. Çünkü masaya oturan ve Türkiye’nin garantörlük vaat ettiği “muhalefet”, Suriye sahasındaki cihatçı savaşçıların sadece yüzde 30’oluşturuyor. (Verilen bu oranın yüksek ihtimalle doğru olduğu söylenebilir. Zira büyük biraderlerin proje ürünü olan Nusra ve IŞİD asıl gövdeyi barındırmaktadırlar.)
Bu gerçeği dikkate aldığımızda, Astana’da verilen sözler tutulsa bile, sahada IŞİD ve Nusra bünyesinde yerli/yabancı cihatçı savaşçıların devasa boyuttaki varlığı söz konusudur. Ama Halep zaferinden sonra “Suriye’nin her noktasının cihatçı terörden temizlenmesi” yönündeki kararlı açıklamalara dayanarak şunu söyleyebiliriz ki, bundan sonraki operasyon sahaları bellidir; Batıda Nusra işgalindeki İdlib, kuzey ve doğuda da IŞİD işgali altındaki Rakka-Deyrizor-Tedmur üçgeni.
Eğer mutabakata bağlı kalınırsa, bundan sonraki süreçte Nusra ve IŞİD’e yönelik operasyonlara Türkiye’nin de dahil olacağı, hatta Nusra karşıtı İdlib operasyonu konusunda Rusya’nın Türkiye ile anlaştığı yönünde haberler de söz konusu.
Türkiye’nin 2012’den beri beslediği Nusra’ya öyle sırt çevirmesinin kolay olamayacağına dair çok şey söylendi. Çünkü Nusra’nın emirlik ilan ettiği İdlib sınırları Türkiye tarafından cihatçı transferine sürekli açık tutuldu. Bu kentin sınırlarından giriş çıkışların kontrolü imkansız haldeyken, üstüne bir de Suriye’nin farklı bölgelerinden teslim olan cihatçılar aileleriyle birlikte İdlib’e transfer edildiler. Devasa boyutlara varan bir cihatçı potansiyelini, sınırların kevgire döndüğü koşullarda İdlib’de tutmak, dahası öfkenin Türkiye’ye yönelmesine karşı bu saatten sonra önlem almak imkansız gibi duruyor. Çünkü bu durumda Nusra’nın namlusunun hemen patrona yöneleceği açıktır. Ancak buna rağmen Türkiye’nin Nusra karşıtı operasyon konusunda Rusya ile anlaştığı yönündeki haberlerin teyit edilebilirliği sınırlı olsa da, son zamanlarda Suriye sınır hattında bir gelişme daha oldu. Açık kalan Keseb-İdlib arasındaki sınır hattına da güvenlik duvarları çekildi. İşte bu gelişme, İdlib’de Nusra’ya karşı geniş kapsamlı bir operasyonun yakın olabileceğini gösteriyor. Eğer devam eden güvenlik duvarı çalışmaları İdlib’i tamamen kapsar ise, bu önlem için, “AKP’nin Suriye politikasındaki 180 derecelik dönüşün bir göstergesidir” denilebilir.
Türkiye, İdlib operasyonunun ortağı olur mu olmaz mı bilinmez ama en azından “beslediği cihatçılarla başının belada olduğunu görmüş ve açık tuttuğu sınırlarda buna karşı önlem almaya yönelik bir adım atmış” diyebilme ihtimali bile yeni bir gelişme sayılır.
[1] JP News, 16 Haziran 2014. IŞİD… Kırbaç Türkiye’de ve dizginler başkasının elinde… Bu tam bir fil avlama tiyatrosu (orj. !!داعش.. سوط تركيا ولجام في يدها.. إنها مسرحيات صيد الفيلة) http://www.jpnews-sy.com/ar/news.php?id=74666
[2] A.g.k.
[3] http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/amerika-rusya-ve-iran-bir-olup-sinirimizda-ozerk-devlet-kuruyor-1647040/
[4] http://www.jpnews-sy.com/ar/news.php?id=114239
[5] https://www.debka.com/article/25900/Trump-Putin-safe-zones-deal-ousts-Iran-from-Syria
[6] http://www.jpnews-sy.com/ar/news.php?id=114959
[7] DSG Sözcüsü Telal Silo, ABD’nin güvenli bölge planına ilişkin şu açıklamayı yaptı: “Bu plan için önerilen alanların bir kısmının DSG denetimindeki bölgelerde olması ihtimal dahilindedir. Bu alanların uluslararası ittifak ve DSG ile özyönetim birimleri tarafından yönetilmelidir.” Bkz. http://www.zernews.com/2017/01/dsg-guvenlikli-bolge-trump-kara-gucu-gonderdi.html
[8] https://arabic.rt.com/press/860783-%D8%A7%D9%84%D9%85%D8%B9%D8%A7%D8%B1%D8%B6%D8%A9-%D8%A7%D9%84%D8%B3%D9%88%D8%B1%D9%8A%D8%A9-%D9%85%D8%B4%D8%B1%D9%88%D8%B9-%D8%A7%D9%84%D8%AF%D8%B3%D8%AA%D9%88%D8%B1-%D8%A7%D9%84%D8%B1%D9%88%D8%B3%D9%8A-%D9%85%D9%88%D8%B3%D9%83%D9%88-%D9%84%D8%A7%D9%81%D8%B1%D9%88%D9%81-%D8%B3%D9%88%D8%B1%D9%8A%D8%A7/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.