Eğer DEM, bir parça demokratik partiyse, çıkıp neler konuştuklarını açıklamalıdır. Bu partiye oy veren milyonlarca insanın hakkı bu. Demokratik bir barış süreci, kapalı kapılar, gizli pazarlıklar ve ön almalarla yürütülemez. Özgür Özel haklı: Ne konuşulacaksa TBMM’de konuşulmalı. “Milli irade”nin yansıdığı (yansıdığı kadarıyla) bir kurum olan TBMM neden var?
Bu yazı, HDP’ye oy veren bir Kürt yurttaşın sandığa attığı oyun hakkını veya hesabını sormasıyla ilgili değil. Hele sorumlu Kürt siyasetçilere akıl verme, yol gösterme ve uyarıda bulunma derdinde hiç değil. Sadece şu: Bir yurttaş sorumluluğuyla tarihe bir not düşmek ve ilgili kamuoyunu bilgilendirmek. Öncelikle, Bahçeli’nin (ve fakat örtük şekilde Erdoğan’ın) kapalı kapılar ardında, birtakım pazarlıklara gebe ve gizli müzakerelerle yürüttükleri “sözde barış” (resmi deyimle “Terörsüz Türkiye”) programına cepheden, kesinkes ve mutlak karşı değilim. Öcalan’ın PKK’yi tasfiye etme girişimini de doğru bulanlardanım. Öte yandan: Doğru; barış, muhatap kimse, kiminle savaşılıyorsa, onunla yapılır. Barış mücadelesi bir gölge boksu değil. Ancak burada derin bir “fakat” bağlacı, itirazı veya şerhi düşülmezse eğer, sonuçlar bir önceki “çözüm süreci” gibi çok yıkıcı olabilir: Patlayan bombalar, parçalanan gencecik insan bedenleri, terörize edilmiş bir ülke ve iktidar partisinin artan oy oranı, akabinde avuca düşen iktidar. O halde Erdoğan’ın niyeti bilinmeden hiçbir şeyin anlaşılamayacağı ve “Sırrı gülümsemeler”in aynada görünen gerçekliği bir esrar olarak satamayacağı kabul edilmeli.
***
Erdoğan/Bahçeli iktidar bloğu her bakımdan sıkıştı: Erdoğan’ın bir daha aday olabilmesinin erken seçime bağlı olması, AKP’nin düşen oy oranı, CHP’nin birinci parti olması, İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı yarışında önlenemeyen yükselişi, iktidarın diplomaside havlu atması, ekonomik krizin alt ve orta sınıfları sefilleştirmesi, enflasyonun herkesi yıkıp geçmesi, hukukun neredeyse herkese karşı bir siyasi sopa olarak kullanılması, ülkedeki en azından yüzde 65 nüfusun iktidara karşı hınç beslemesi vb. AKP, Suriye’de Kürtleri ekarte edemedi, desteklediği Colani Şam’a sıkışıp kaldı, İsrail aşağıdan yukarıya doğru vahşice süpürmeye devam ediyor, AKP Gazzeli Filistinlilere, yani ümmete hiçbir şekilde yardım edemedi vb.
Bu şartlar altında Erdoğan’ın CHP ile Kürtler arasındaki ilişkiyi terörize ederek kriminalleştirmesi ve son birkaç ayda CHP’yi zayıflatma girişimleri direkten döndü, CHP daha da güçlendi. İmamoğlu’nu hapse atma eylemi, Türkiye’ye 34 milyar dolara mal oldu, gençliğin politikleşmesini sağladı, CHP örgütünü kendine getirdi ve Özgür Özel’in liderliğini güçlendirdi. Türkiye’nin Batı’sındakilere vurulan iktidar şamarına destek vermemesi için Kürtler bir bakıma “beklemeye alındı”.
Fakat beklenen bir türlü gelmeyince, DEM’li yöneticiler haklı olarak feryat figan ettiler: Erdoğan, ne zaman harekete geçecekti? Aslında çoktan geçmişti: Liberal Serap Yazıcı, yeni Anayasa yazım işinin başına geçirildi vb. Erdoğan, tarihe yeni bir Anayasa mimarı olarak geçmek istiyor gibi. Bu Anayasa’nın bir yandan MHP’yi ikna etmesi, öte yandan Kürtlerin taleplerini karşılaması gerekiyor ama bu nasıl olacak belli değil. Çok zor bir iş. Erdoğan’ın derdi, bu Anayasa’yla kendi iktidarını ölümüne değin garanti altına almak gibi görünüyor. Fakat kapalı kapılar ardında, TBMM’yi haberdar etmeden, halktan gizlenerek ve kimseye bir şey söylemeden yapılan bu işin sonunun nereye varacağını Kürtlerin de tahmin edebildiğini sanmıyorum.
Yaşanan, tuhaf bir süreç, aynı zamanda da çok riskli. Erdoğan, şimdilik, piyasa deyimiyle “beklentileri satın alarak” Kürt kartını pazarlıklı biçimde kullanmaya niyetli. Sorun da tam bu noktada ortaya çıkıyor: Yerel seçimlerde İstanbul’da CHP ile Kürtler arasında yapılan aleni, demokratik ve yasal “Kent Uzlaşısı”nı bir terör eylemi olarak gören, HDK’lilere terör operasyonu çeken, kayyımların sayısını artıran AKP ile çözüm için “pazarlık” yapmak mı demokratik ve insani olur, yoksa kayıtsız şartsız bir “barışçıl müzakere” mi?
Şu çok ilginç: AKP-MHP “terörsüz Türkiye” istiyor, İmralı-DEM-Kandil ise “barışçıl Türkiye”. İktidar, üçlü Kürt sacayağına bir yandan “siz teröristsiniz” davranışında bulunuyor (resmi söylem), öte yandan “teröristle barış” pazarlığına oturuyor (informel muamele). İyi de “barışın pazarlığı” olur mu? Barış için herkesin birkaç adım geri atması, ödün vermesi, mutlaklarından esnekliklere geçmesi gerekmez mi? Barış, bir devlet politikasından önce insan karakteri sorunu olmalıdır çünkü düşmanın bile bir ahlakı olur. Ama Kürtler, bu ülkenin düşmanı değil, kurucu asli unsuru ve ortak-eşit yurttaşlık talep eden kesimi. Sorunu çözmek istediğiniz kesimi kriminalleştirip bir yol bulmanız mümkün mü?
***
Erdoğan’ın pragmatizmi, bir sorunu, eğer sadece kendi çıkarlarına hitap ediyorsa çözmeye yönelik. Fakat burada “Kürt Sorunu”nu çözme derdi yok; olan şey, kendi varlığını ölene kadar garanti altına almak. Hem yeni Anayasa yapıp bir devlet adamı olarak tarihe geçmek hem de girdiğiniz pazarlıkta aslan payını (sadece) kendiniz almak istiyor. Ne var ki konuşan ve sokağa çıkan, boykot çağrısı yapanları gözaltına alıp, hatta tutuklayıp, olur olmaz ve türlü yalanlarla pek çok insanı kriminalleştirip ülkede kurdukları otoriter, baskıcı ve havasız ortamda bir çözüm süreci ve barış eylemi olabileceğine inanmak, saflık değilse, cahilliktir. Burada mesele, Kürtlerin, CHP’nin veya İmamoğlu’nun peşine takılması değil, barış için asgari bir ortamın olması talebinin dillendirilmesidir. Ülkeyi koca bir yarı açık cezaevine çeviren bir siyasi iktidardan samimiyet, karakter ve duruş beklenemez. Hapishaneler ağzına kadar Kürt genciyle dolu. Hala daha 11 adet yeni hapishane yapıyorlar. TÜSİAD başkanlarının bile ellerini kelepçelediler. Bunlar, Anayasa veya çözüm süreci için sıkı pazarlık adımları değil, bir karakterin, tarzın ve mizacın dışa vurumudur. Bunlar hep böyleydi, yine öyle olmaya devam edecekler çünkü ne tarihlerinde ne de yapılarında asgari bir demokratik terbiye bile yok. Misal: Benim gibi elinde kalemden başka bir şeyi olmayan akademisyeni bile FETÖ ve PKK/KCK ile yargıladılar, mahkeme 9 yıl oldu hala bitmedi ama ömür bitti. Biz demokratlar, sosyalistler ve kendini bilenler buna daha ne kadar katlanacağız?
***
Eğer DEM, bir parça demokratik partiyse, çıkıp neler konuştuklarını açıklamalıdır. Bu partiye oy veren milyonlarca insanın hakkı bu. Demokratik bir barış süreci, kapalı kapılar, gizli pazarlıklar ve ön almalarla yürütülemez. Özgür Özel haklı: Ne konuşulacaksa TBMM’de konuşulmalı. “Milli irade”nin yansıdığı (yansıdığı kadarıyla) bir kurum olan TBMM neden var? MİT, Saray ve DEM, TBMM’nin üzerinde olmamalıdır. Eğer pazarlıklarla süreç olgunlaştırılmaya çalışılıyorsa, şunu demek lazım: Barış, aldım-verdim şeklinde ticari bir meta alışverişi gibi olamaz. Madem bu mesele çözülecek, TBMM; siyasi partiler, sivil örgütler, siyasi oluşumlar gibi toplumun geniş kesimleri işe dahil olmalıdır. “Barışın toplumsallaştırılması” mümkün olmadan, çözümü imkânsız. “Kürt Sorunu”, baskıcı devlet kurumsallığını çoktan aşıp bir toplumsal sorun olmaya evrildi. Sorunun muhatabı devlet değil, halklardır. Devlet ancak bir aracı mekanizma olabilir. Tekrar edeyim: Barışın pazarlığı olmaz. Barış, barışarak olur; tüm ülkeyi yarı açık cezaevine çevirerek değil.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.