Türk Devleti’nin muhalif tüm kesimlere yönelik olarak güttüğü sindirip susturarak toplumu teslim alma ve biat etmeye zorlama siyaseti de işte hem böylesi genel bir zorunluluğun gereğidir ve ama hem de yaşam koşullarının mayalamakta olduğu sosyal patlamalardan duyulan ölümcül büyük korku gereğidir
Malum olduğu üzere “Türk Devlet aklı” bir süreden beridir “iç cephenin acilen tahkimi” ve Kürt-Türk ittifakına gidilerek “iç barışın” sağlanması şeklinde formüle edilebilecek yeni bir politik strateji benimser oldu. Oysa bu sömürgeci-ilhakçı faşizan odak yıllardır, “Pençe Kilit” vb. fantastik isimli imha savaşlarıyla “ha bugün ha yarın, bu işi savaş yöntemleriyle kökünden halletmekte kararlıyız” vaatleriyle toplumu zehirlemekle meşguldü. Fakat özellikle BOP kapsamında Ortadoğu’nun yeniden dizaynında Aksa Tufanı Operasyonu’nu “ayağa gelmiş eşsiz fırsat” olarak değerlendirerek, oldukça agresif bir karşı atakla harekete geçen ABD-İsrail yayılmacılığı karşısında pozisyon alabilmek için işte böylesi bir “makas değiştirme” gereği duydu.
Ancak somut pratikte de görüleceği gibi bu yeni politik stratejinin gereği olarak ihtiyaç duyulan “iç barışın sağlanması” ile “iç cephenin tahkimine” yüklenen muhtevalar birbirinden ayrışan farklılıklara sahip. Elbette iç barışın sağlanması da iç cephenin tahkim edilmesinin bir unsurudur. Ancak burada böyle değil. Devletin bu somutta iç barış ile hedeflediği sadece ihtiyacını duydukları Kürt-Türk ittifakının oluşabilmesi için Kürtlerle savaşı sonlandırıp, barışmaktır. Bu, elbette ihtiyaçlarını duydukları iç cephe tahkimatının sağlanmasında çok belirleyici stratejik bir unsurdur. Fakat ne var ki Türkiye ve K. Kürdistan bütününde yaşanan ekonomik krizin var ettiği keskin sınıfsal çelişkiler, çok ciddi sosyal hoşnutsuzlukları barındığından; istenen o iç barışı da dolayısıyla da iç cephenin tahkim edilmesini de imkânsız kılıyor.
Devlet, farklı karakterli bu iki çelişmeden birinin “barışına” belli tavizler vererek ulaşabiliyor ve böylece onu iç cephenin tahkim edilmesinin kolaylaştırıcı unsuru olarak kullanabiliyorken; diğer çelişmedeyse aynı yöntemle aynı sonuca ulaşması mümkün olamıyor. Çünkü bu çelişmeyi yumuşatıp, kabul edilebilir bir uzlaşı ile bir süreliğine de olsa, onu da “iç barışın” bir unsuru haline getirme şans ve imkanlarına sahip değil. Ama varsayılan o dış tehdide karşı ille iç cephenin de bir şekilde tahkim edilmesi gerekiyor. “Güzellikle” olmuyorsa; geriye kalan en klasik yol olan zor yoluyla yapmaktır.
Nitekim yapılmakta olan da budur: Her türlü “hukuk dışı” ve anti demokratik yol ve yöntemi kullanarak, kolluğu ve yargıyı bir sindirme aygıtına dönüştürerek toplumun tüm muhalif dinamiklerini susturup, biat etmeye zorlamak.
Yani bir diğer ifadeyle, en liberal demokratından tutun da en otoriterine kadar tüm burjuva diktatörlükler bu türden olağanüstü koşullarda “iç faşistleşme” yoluna baş vurmak suretiyle iç cepheyi tahkim etmeyi zorunlu bir savaş stratejisi olarak uygulayagelmişlerdir.
Nitekim 3. Dünya savaşı tamtamlarının şiddetlenerek arttığı bu süreçte başta ABD olmak üzere Batı Avrupa devletlerinin büyük bir bölümü, savaşa hazırlık olarak hızla iç faşistleşme sürecini tamamlamaya çalışıyor. Çünkü buralarda savaşa hazırlığın bir gereği olarak iç cephenin tahkim edilebilmesinin bir başka yolu yok.
Türk Devleti’nin muhalif tüm kesimlere yönelik olarak güttüğü sindirip susturarak toplumu teslim alma ve biat etmeye zorlama siyaseti de işte hem böylesi genel bir zorunluluğun gereğidir ve ama hem de yaşam koşullarının mayalamakta olduğu sosyal patlamalardan duyulan ölümcül büyük korku gereğidir. Yıllar sonra Gezi “hayaleti” ile yeni tutuklama gerekçeleri oluşturmak tamamen bundan ötürüdür. Ya da basit ve rutin bir mezuniyet merasiminde sarf edilen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözlerinde “örgütlü bir askeri kalkışma” görüp, “yılanın başını küçükken ezme” desturuyla hışımla ayağa kalkıp, hoyratça sayılabilecek “orantısız” cezalarla gözdağı vermek bundan ötürüdür. Ya da “gözünün üzerinde kaşın var” minvalinde, küçük dokundurma yollu eleştirel yaklaşım sergileyen gazeteci ve habercilerin sabaha karşı baskınlarla ters kelepçe yapılarak göz altına alınıp hapsedilmeleri, eleştirel ses ve itirazların birikerek isyan seline dönüşeceğinden duyulan korkudan ötürüdür. Ya da “Kürt-Türk İttifakı” ile kotarılmak istenen artık her ne ise, ona karşı radikal tavır takınacaklarını beyan eden faşist Ümit Özdağ’ın hapsedilmesi, yönetme krizini daha da büyütecek olmasından duyulan korkudan ötürüdür. Ve daha bunun gibi birçok ibretlik örnek sayılabilir.
Öbür taraftan şu iki örnek ise süreci çok daha doğrudan karakterize etme özelliğine sahiptir: Birinci örnek; tekelci burjuvazinin en gözde kurumu TÜSİAD temsilcilerinin, sistemin tıkanan stratejik bazı noktalarına ilişkin yaptıkları küçük serzenişleri karşısında derhal gardını alarak yargı yoluyla hizaya çekme ve sermayelerine çökme tehditleri şeklindeki tutumdur. Tabii ki bununla hem rakip klikler arası çıkar dalaşının potansiyelini söndürme ve hem de bu serzeniş ve muhalif seslerin toplumda yaratacağı aleyhte yankıyı etkisiz kılmak hedefleniyor.
İkinci örnek ise; HDK ve diğer sol-sosyalist kesimlere ilişkin gerçekleştirilen büyük çaplı ardışık operasyonlardır. Bunlarla da doğrudan toplumu, toplumsal muhalefetin en dinamik örgütlü kesimlerini etkisizleştirerek, sindirip susturmak amaçlanıyor. Tabii bunun belki bir yönü de kotarılmak istenen “Türk-Kürt ittifakına” karşı gelişebilecek devrimci itirazların önünü almaktır da. Evet, muhtemeldir ki böylesi bir yönü de olabilir.
Gerek içine girilen küresel sürecin gereklilikleri ve gerekse Türkiye ve K. Kürdistan’da yaşanan ekonomik ve siyasi krizin halkı hızla artık eskisi gibi yaşamını sürdüremez noktaya sürüklemesi ve hem de iktidar bloğunun artık çok bariz bir şekilde bir “yönetememe krizi” içine girmiş olmasından ötürü; giderek daha baskıcı ve artan oranlarda daha koyu faşizan yöntemlere başvurmak, onlar açısından kaçınılmazdır.
Öncelikle sol-sosyalist ve komünist güçler ve keza bilumum muhalif demokratik güçler ve hatta çeşitli katmanlardan burjuva muhalif güçler tarafından sürecin bu olgusal realitesinin acilen görülmesi önem arz ediyor. Daha koyu faşizan bu gidişe ve artık aktüel olan emperyalist savaş tehdidine karşı, daha işe yarar konumlanışlar içine girerek; antifaşist ve antiemperyalist bir savaş cephesi örgütlemenin kaçınılmaz tek direnç odağı olacağı artık görülmek zorundadır. Kesinlikle güçlerin bu iki aktüel tehdide karşı yeniden tahkim edilmesi şarttır; işin hafife alınır ya da ağırdan alınır bir yanı kalmamıştır çünkü.
Bu vesileyle bir kez daha Kürt siyasal hareketinin, “Kürt-Türk ittifakı ile ülke, bölge ve tüm dünya, tüm insanlık demokratikleşecek” minvalindeki bu propagandanın ne kadar vahim bir hata olacağını acilen görmelerini hatırlatmak gerekiyor. Unutmamak gerekiyor ki hangi gerekçeyle olursa olsun bu İslamcı faşist iktidarın ömrünü uzatmaya hizmet edecek her tutum ve yaklaşım; bu iktidarın ulaşmaya çalıştığı o “iç cephenin tahkim edilmesi” amacına, yani daha baskıcı ve daha koyu bir “iç faşistleşme” sürecinin yaşanmasına hizmet edecektir. Böylece, daha önce kaleme aldığım ve mevcut durumu tanımlayan “Yaşanmakta olan, ikili hukuk denkleminde, bir ara rejim midir?” başlıklı makalemde tanımlanan bu ikili durum da yapılması hedeflenen yeni anayasa ve yasal düzenlemelerle sona erdirilmeye çalışılacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.