Ateşkesin ardından pek çok kişi tartışmayı zafer ve yenilgi ikilemine sıkıştırmaya çalışacaktır. Ancak ortalık durulunca gerçek tablo ortaya çıkacaktır: İsrail sömürgeciliğinin kırılganlığı ve direnişin dönüştürücü gücü
Katar Dışişleri Bakanı Çarşamba akşamı (15 Ocak 2025) yaptığı önemli bir açıklamayla İsrail ve İslami Direniş Hareketi’nin (Hamas), İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki soykırımcı ve yıkıcı savaşını en az 42 gün süreyle durdurmayı amaçlayan bir anlaşmaya vardıklarını doğruladı. Bu anlaşma esasen daha önce mayıs ayında Biden yönetimi tarafından teklif edilen, Hamas tarafından kabul edilirken İsrail’in reddettiği ateşkes anlaşmasının revize edilmiş halidir. İsrail’in Gazze’de daha fazla yıkım yaratmak, daha fazla ölüme sebep olmak ve Lübnan’da Hizbullah’ı etkisiz hale getirmek için elindeki kartları kullanmak için zaman istediği ortaya çıktı. Bu bağlamda, Katar bir kez daha bu anlaşmanın en büyük kazananlarından biri olarak ortaya çıkmakta ve bölgesel diplomasi mimarisinde kritik bir düğüm olma rolünü sağlamlaştırmaktadır. Küçük Körfez ülkesi, düşmanlar arasında manevra yapma sanatında uzmanlaştı ve diğerlerinin bocaladığı yerlerde görünüşte uzlaşmaz olan aktörlerle ilişkilerini kullanarak arabuluculuk yaptı. Bunu yaparken Doha, Trump’a basit bir teklifle dönebilen anlaşma yapmanın başkenti olarak yerini yeniden teyit ediyor: Eğer anlaşmalar oyununuzsa, burası onun gerçekleşeceği yerdir.
Donald Trump için bu anlaşma diplomatik bir atılımdan ziyade özenle paketlenmiş bir anlatı hediyesi niteliğinde. Ona, popülist siyasetine uygun olarak mükemmel bir şekilde hazırlanmış temiz bir zafer hikayesi (İsrailli esirlerin iadesi, çatışmaların durdurulması) sunuyor. Bu zafer hikayesi başkanlığının mitolojisine kusursuz bir şekilde yerleşiyor: Mükemmel bir anlaşmacı, diğerleri başarısız olurken başarılı olan bir lider, köklü çıkmazların ve ölümcül durumların temellerini sarsan bir bozguncu.
Ancak Joe Biden ve dış politika ekibi için bu anlaşma, görev süreleri için gaddar bir son söz niteliği taşıyor – İktidarın kontrolünde zayıflayan, kalıcı ama güçsüz bir gölge. İsrail’e sarsılmaz bir bağlılık talep eden bir siyasi mirasın sadık evlatları olarak ayrılıyorlar- onları çözerken bile sadakatlerini talep eden bir tarih. Onlar sadece suç ortağı değil, trajik bir şekilde mecbur bırakılmış, kendi zamanlarından önce gelen ve kendilerinden daha uzun yaşayacak olan bir yıkım mekanizmasının tanıkları ve katılımcıları olan trajik liberaller. Savunma zamanı geldiğinde, sanki kendi kontrolleri dışındaki güçlere bağlılarmış gibi, savunmalarını failliğe değil, zorunluluğa dayandıracaklar. Ve yine de bir seçenekleri vardı. Onlar gaddarlığı seçtiler ve başka türlü de olabileceğini çok iyi bilerek görevden ayrıldılar.
Anlaşma, İsrail’de bir anlatının çözülüşüne ve başka bir anlatının geçici inşasına işaret ediyor – tam zafer fantezisinden yeterli zafer pragmatizmine geçiş için tehlikeli bir girişim. İsrail şimdi, jeopolitik başarılarıyla teselli bulmaya mecbur bırakılarak isteklerinin sınırlarıyla yüzleşiyor. Bunlar arasında istihbarat aygıtının Lübnan direnişine sızmadaki başarısı ve Gazze ve Lübnan’da muazzam bir yıkıcı güce sahip olma kapasitesi de yer alıyor. Ancak, bu kutlanan başarılar çözülmemiş çelişkilerin gölgesinde kalmaktadır. Zafer söyleminin altında temel bir soru yatıyor: İsrail somut olarak ne elde etti?
Stratejik başarı iddialarına rağmen İsrail aradığı toplam zaferi -zayıflamış bir Hizbullah, güçten düşmüş bir İran ve hırpalanmış bir Hamas- elde edemedi. Hizbullah hâlâ etkili bir güç, İran’ın bölgesel etkisi sürüyor ve Hamas İsrail’in askeri harekâtlarının sınırlarını hatırlatmaya devam ederken Yemen de küresel deniz taşımacılığını sekteye uğratma kapasitesini kanıtlıyor. Anaakım medya stratejik zafer iddialarını güçlendirse de gerçek çok daha sarsıcı: Bir zamanlar efsaneleştirilen İsrail ordusu artık hem acımasız hem de son derece etkisiz görünüyor, yenilmezlik aurası ise küresel sahnede paramparça oldu. Bu hesaplaşma savaş meydanının ötesine uzanıyor. Ordunun başarısızlıkları -tehditleri öngörememesi ya da kesin sonuçlar elde edememesi- yavaş yavaş İsrail toplumuna da yansıyacak ve uzun süredir kaynayan gerilimleri açığa çıkaracaktır. Ateşkesin tamamlanmasındaki gecikmeler, birçok sağcı güç için yerleşimlerin genişletilmesinin esirlerin kurtarılmasından daha öncelikli hale gelmesi ve Haredim’in askere gitmeyi reddetmesi iç çatlakları derinleştirdi. Bu gerilimler, devletin yasal çerçevesini yeniden çizme girişimleri ve savaşın ekonomik ve sosyal yansımaları ile daha da arttı. Hayatta kalmasını askeri hakimiyete bağlayan bir devlet için bu çatlaklar, savaştan sonra bütünlüğünün sınırlarını açığa çıkarıyor. İsrail toplumu artık hem işlediği suçlarla, hem başarılarıyla, hem de dünyadaki yeni imajıyla hesaplaşmak zorunda kalacak.
İsrail’in en istisnai başarısı zafer kazanmasında değil, acımasız bir yıkım sergilemesinde yatmaktadır- uçsuz bucaksız bir yok etme kapasitesi. Güvenliğin sağlanması yerine yıkımda ısrar edilmesi, İsrail’in ileri gitmeye ne kadar istekli olduğunun ve buna izin verildiğinin altını çizmektedir. Bu paradoksta İsrail’in en derin başarısızlığı yatmaktadır: Etik anlatısının çöküşü ve dünyanın gözünde ahlaki meşruiyetinin sarsılması.
Ateşkes, İsrail’in hem Kuzey hem de Güney’deki askerileştirilmiş sınırları boyunca güvenlik vaadine yönelik artan güvensizliği daha da gözler önüne seriyor. Sınırlar değişkenliğini korurken ve düşmanlar varlığını sürdürürken, sahip olduğu aşılmaz kale illüzyonu sarsılıyor. Sınır hattında yaşayan İsrailliler, güvenliklerini sağlamak için tasarlanan mekanizmaların artık yeterli olmadığı, direniş ve işgalin süregelen gerçekleri nedeniyle etkinliklerinin zayıfladığı yönündeki rahatsız edici gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Filistinlileri ya da onların siyasi taleplerini yok edemeyen ve tanıma yoluna da girmek istemeyen İsrail, kendisini sürekli savaşa mahkûm etmiştir. Bu durum, gücü yansıtmak bir yana, İsrail’in bölgedeki ırkçı söylemle harmanlanmış üstünlüğünün devamı için sarsılmaz desteği her zamankinden daha elzem hale gelen emperyal destekçisine olan şiddetli bağımlılığını vurgulamaktadır. Savaş bağımlılığı, İsrail’e ne çözüm ne de uzlaşma sunan bir yol açıyor; sadece çelişkilerinin sürekliliğini ve yirmi birinci yüzyılda gaddarlığın sınırlarını tanımlamadaki rolünü sürdürüyor. İsrail bu savaştan değişmiş bir stratejik ortamla çıkıyor, bu değişikliklerden bazıları onun yararına olacak ve zaman kazanmasını sağlayacak. Ama aynı zamanda ahlaki, siyasi ve hatta kendi toplumsal ve siyasi çekişmelerinde çok şey kaybetmiş olarak geliyor.
Tufan El Aksa’yı (“Aksa Tufanı” operasyonu) çevreleyen Filistin söylemi, 7 Ekim’de Gazze duvarının aşılmasını soğuk bir fayda ve sonuç hesabına indirgeyerek, zafer ve yenilgi ikilemine amansız bir şekilde saplanmıştır.
Araçsal aklın mantığıyla yoğrulmuş bu hâkim çerçeve, direnişi tarihsel ve varoluşsal köklerinden kopararak steril bir araç ve amaç şemasına dönüştürüyor. Sorunun taktiksel bir soru olarak çerçevelenmesi – Aksa Tufanı hedeflerine ulaştı mı? – Filistin müzakerelerine musallat olan daha derin bir mecburiyet ve faydasızlık diyalektiğini gizlemektedir. Bu diyalektik yalnızca eylemlilik ve çaresizlik arasında gidip gelmekle kalmıyor, aynı zamanda sistemik bir tuzağı da gözler önüne seriyor: Direniş sömürgeciliğe bir meydan okuma olarak ortaya çıksa da, ortadan kaldırmaya çalıştığı yapılar tarafından tuzağa düşürülür.
İsrail’e karşı direnişi eleştirenler için bu tuzak sürekli bir suçlama haline geliyor. Onların mantığına göre direniş, karşı çıktığı sömürgeci mekanizmanın içinde yer alır ve dönüştürücü güçten yoksun trajik bir kaçınılmazlığa indirgenir. Bu görüşe göre, direniş yalnızca güç ve olanak ya da kendisini yeniden doğrulama fırsatı doğurur. Bu bakış açısıyla Tufan, bazı Filistinliler için anlamsız bir uğraş haline geliyor.
15 aylık savaşta direnişin gerekliliği aleyhine tartışanların ve direnişin etkisini sorgulayanların, Hamas’a teslim olması, silahlarını teslim etmesi ve merhamet dilemesi yönünde çağrıda bulundu. Bu savunmayı yapanların çoğu İsrail’in boyun eğmeyeceğini, Filistinli mahkumları serbest bırakmayacağını ve Filistinlileri Gazze’den çıkarana ya da yerleşim yerleri inşa etmek için bölgeyi ilhak edene kadar savaşa devam edeceğini ileri sürdü. Ateşkes anlaşması savaşa geri dönülmesini ve aynı sürecin yeniden başlamasını engellemese de, Filistinlilerin Gazze’nin güneyinden kuzeyine geri dönmesi ve İsrail askerlerinin kısmen geri çekilmesi ve İsrail’in verdiği tavizlerin kapsamını ve genişliğini yansıtmaktadır. Bu tavizler, Gazze’nin kuzeyi de dahil olmak üzere şerit boyunca 15 kadar askerin öldürüldüğü, İsrail askerleri için özellikle zor geçen bir hafta sırasında geldi.
Başka bir deyişle, bir ateşkes anlaşmasına varılmış olması -Filistinliler arasındaki en kötü endişelerden bazılarını hafifleten bir ateşkes- direnişin yararsızlığını savunanların mantığını tamamen olmasa da bozuyor. Bu durum; İsrail’in Gazze’deki etnik temizlik planlarına rağmen bu planı kabul etmek zorunda kaldığını ortaya koyuyor. Direniş devam ediyor, Hamas sağlam bir şekilde iktidarda kalmaya devam ediyor ve iktidardan çekilse bile, bu çekilmenin yine bizzat Hamas’ın kendi onayından geçmesi gerekecek.
Gelecek belirsizliğini korurken -anlaşmanın her an bozulabileceği ve yeni bir savaş tehdidinin baş gösterdiği kırılgan bir durum mevcutken- anlaşmanın varlığı bile Filistinlilerin direnişin anlamsızlığına yönelik inancını kırıyor. Önümüzdeki haftalarda Filistinli mahkumlar İsrail hapishanelerinden ayrılacak ve Gazze’nin güneyinde yerlerinden edilen insanlar kuzeye dönecek. İsrail cezalandırıcı bir savaş yürüttü, ancak aynı zamanda bir sınıra ulaştı ve İsrail’in bu savaşta kullandığı korkunç iradeye rağmen Filistin sorununun devam ettiğini gösterdi.
Savaşın başlamasından bu yana, Filistinli ve Arap entelektüellerden oluşan bir dalga, özellikle Nakba ya da 1948 savaşı ve daha sonra Naksa ya da 1967 savaşı sonrasında, Arap entelektüel deneyiminde derin kökleri olan özeleştiri geleneğine başvurdu. Neredeyse acil bir hızla ortaya çıkan bu düşünme uğrağı, yenilginin gölgesinde şekillenen bir eleştiri geleneğine dayanıyor.
Yine de, kendi içinde bir paradoks barındırıyor gibi görünüyor: Yenilgi, hem maddi gerçekliği hem de sembolik ağırlığıyla, artık yalnızca bir sonuç değil, kolektif benliğin kendi varlığını algıladığı bir çerçeve, bir mercek haline geldi.
Kolektif benlik böylece gerçekliği gizleyen ya da daha “pragmatik” bir olasılığa ulaşılmasını engelleyen “yanılsamaları” açığa çıkarma iddiasında olan amansız bir sorgulamanın hem öznesi hem de nesnesi haline getirilir. Görünüşe göre bu sorgulama, iyileştirici bir çaba olarak, yersiz arzuların yükleriyle hesaplaşmanın bir aracı olarak başlıyor. Yine de, “İnandığımız her şey çöktü; umduğumuz her şey başarısız oldu; hayal ettiğimiz her şey yok oldu” gibi ifadelerin tekrarlanması, bu sorgulamanın sadece stratejileri veya taktikleri istikrarsızlaştırmadığını, daha derine, direnişin özüne indiğini ortaya koyar. Başka bir deyişle, özeleştiriden kendini yıpratmaya doğru ilerler.
Ortaya çıkan şey basit bir eleştiri değil, varoluşsal bir hesaplaşma, umut ve umutsuzluk, eylem ve anlam arasındaki ilişkiyi yeniden şekillendiren bir söylemdir. Sorgulama, taktikleri iyileştirmeyi değil, direnişin zeminini istikrarsızlaştırmayı amaçlıyor ve çok daha rahatsız edici bir hayalet ortaya çıkarıyor: özgürleşme projesi kendi mücadelesinin abesliğinin ağına mı yakalandı? Çelişkileri tarihin onları çözme ya da kontrol altına alma kapasitesini aştı mı? Bu diyalektik, bazılarının geri çekilmeyi savunmasına, “Lübnan’ı inşa etmeye odaklanalım” ya da “Kendi Oslo Anlaşmamızı imzalayalım ve ilerleyelim” demesine yol açtı. Rasyonalite diliyle üzeri örtülmüş bu çağrılar, sadece toprakların değil, direnişin kendisinin de teslim edilmesini maskeliyor.
Direniş, özünde taktiksel veya stratejik boyutlarına indirgenemez. Bu sadece savaş alanındaki bir çatışma değil, sömürgecinin ontolojik kesinliklerinin sekteye uğramasıdır. İşin özü, sömürgeciyi kaçmaya çalıştığı sorularla yüzleşmeye zorlamakta yatıyor: Sömürgecinin gücü gerçekten çözümü sağlayabilir mi? Katliamlar son noktayı koyar mı, yoksa uçurumu derinleştirir mi?
Direniş, sömürgeciyi kendi durumuyla yüzleşmeye, zapt edilemez olduğuna inandığı yapıların kırılganlığını fark etmeye zorlar. Bu anlamda, savaş alanı sadece bir şiddet alanı değil, aynı zamanda bir sorgulama alanıdır – sömürgecinin egemenliğinin şüpheye düştüğü bir alan. Başka bir deyişle, direnişin amacı düşmanı kendisini sorgulamaya zorlamaktır.
Bu [sorgulama] uğrağının miraslarından biri de İsrail’in bu sorularla yüzleşip yüzleşmeyeceği ya da kendi gücüyle sarhoş olup olmayacağıdır. Amerika Birleşik Devletleri’ne olan bağımlılığının boyutunu sorgulayacak mı? Başka bir halkın kaderini kontrol etmeyi savunmanın zorluğunu hesaba katacak mı? Ve çatışmayı sona erdirmek için nükleer silahlara başvurup Filistinlileri silmeye çalıştıktan sonra, sadece zaman kazanmakla mı yetinecek, yoksa farklı bir yol mu seçecek? Bu kendi içinde açık bir soru olmaya devam etse de, başlıca itici güçlerinin faşizan eğilimleri, İsrail’in geleceğini Filistinliler açısından mevcut düzene benzeyen bir dünya üzerine kuracağı ihtimalini daha makul kılıyor: Duvarlar, apartheid, sürgünler, belgesiz işçilerin sömürülmesi, etnik-dinsel üstünlük ve acımasız bir canavarlık isteği. Ancak bu, İsrail’in istisnai olmasına rağmen topyekûn zafer arzusunun bir sınıra ulaştığı ve zaferin yeterli olmasının sadece savaşın başka yollarla devam etmesi anlamına geldiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Savaş, Amerika’nın ahlaki iflasını, İsrail’in ırksallaştırılmış üstünlüğünü, korkunç yıkım kapasitesini, etnik temizlik [erasure] ve tahakküme yaptığı ideolojik, psişik ve siyasi yatırımların derinden birbirine dolanmış ağını gözler önüne serdi. Bu sadece silahların çatışması değil, şiddet mekanizmasını ayakta tutan ve sürdüren yapıların açığa çıkarılmasıdır. Savaş, İsrail’i çevreleyen istisnacılığı ortaya çıkardı – sadece devletin cezasız kalması değil, sadece Avrupa ve Kuzey Amerika’daki muhalefeti susturması ve bastırması değil, sadece akademik kurumlar veya anaakım medya içinde değil, aynı zamanda canlı yayında suç işleme konusundaki küstah yeteneğini-.
Filistinliler için bu kapasiteye acı bir gözle bakılıyor ve bu kapasite İsrail’in bir gücü olarak görülüyor. Ne de olsa İsrail, şiddetin kendisi kadar baskıcı bir gerçeklik olan her şeyin yanına kâr kalabileceği bir devlet olarak sunuluyor. Yine de, İsrail’in Yahudi üstünlükçü ve yerleşimci-sömürgeci bir devlet olarak ortaya çıkışına dikkat çeken de tam olarak bu istisnacılık, söylem üzerindeki bu mecburi sınırlamadır. Bu çözülme sadece Filistinlilerin meselesi değildir; sadece Filistin’de değil tüm dünyada radikal bir değişim için acil bir çağrıdır. Bu ateş, söndükten çok sonra bile Tufan’ın kalıcı ufku olmaya devam edecek – ve en önemlisi, Filistin’de asla sönmeyecek.
Orijinal başlık: Gazze’deki ateşkes İsrail’in kırılganlığını ve direnişin dönüştürücü gücünü ortaya koyuyor
[Mondoweiss’ta yer alan İngilizce orijinalinden Nisan Çıra tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.