15 Aralık “Hakkımı Ver” eyleminin en önemli içeriği, sınırları aşma iradesi göstermesi ve direnişler arasında temaslar yakalayarak sınıf eksenli bir militan, kitlesel sokak çizgisinin ortaya koyulması gerekliliğini kanıtlamasıdır. Şimdi sıra bu çizginin hayatın her alanında reflekslerini güçlendirerek örgütlenmesinde
Asgari ücret görüşmeleri başlamadan önce, başta IMF olmak üzere uluslararası sermaye örgütlerinden “bizim” sermaye temsilcilerine kadar konu hakkında konuşanlar, zam oranının hedef enflasyonu geçmemesi vurgusunu yapmıştı. Asgari ücret tespit komisyonu da sermayenin beklentilerini boşa düşürmedi ve 24 Aralık akşam saatlerinde 22 bin 104 TL rakamını açıkladı. Üstelik bu rakamın açıklandığı gün Balıkesir’de ZSR Patlayıcı Sanayi A.Ş. Fabrikası’nın kapsül üretimi yapılan bölümünde meydana gelen patlamada 11 işçi iş cinayetinde hayatını kaybetmişti. Aynı gün içinde yaşanan bu iki gelişme, egemenlerin ortaya çıkardığı manzaranın tablosu niteliğinde. Ölümcül çalışma koşulları ve sefalet içinde yaşam.
Yine de Tayyip Erdoğan’dan beklentisi olanlar vardı. Sermaye lehine kararları, halk için yumuşatarak sunma ve buradan da rıza devşirme işini bir siyaset yapma taktiği olarak defalarca kez kullanmış olan Tayyip Erdoğan’ın, asgari ücretin açıklanmasının ertesi günü grup toplantısında bir konuşma yaparak üzerine bir refah payı ekleyebileceği konuşuluyordu. Ancak Tayyip Erdoğan X hesabında “muhalefetin bizi sürüklemek istediği popülizm tuzağına düşmeden, sırtımızda yumurta küfesi taşıdığımızın şuuruyla” diyerek yaptığı paylaşımla noktayı koydu. Asgari ücret artık net olarak 22 bin 104 TL. Bu durum tam da Tayyip Erdoğan’ın paylaşımında ifade edildiği gibi “popülizm tuzağına düşmeden” gerçekleşti. Çünkü Tayyip Erdoğan, en az üç yıl sürecek seçimsiz dönemi fırsata çevirerek sermaye programından taviz vermeden ilerlemek istiyor. Zaten sermaye programı da herhangi bir esnemeye izin vermiyor.
Bu program ücretleri baskılamasının yanı sıra nüfus artış hızındaki yavaşlamayla birlikte yedek işgücü ordusundaki olası krizleri de gözetiyor. Bu yüzden kadınlara ayrı bir rol biçerken LGBTİ+’ları da düşmanlaştırıyor. Aile politikaları tam da bu noktada anlam kazanıyor. Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi’nde yazan adımlar atılmaya devam ediyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde kurulan Aile Enstitüleri ve Nüfus Politikaları Kurulu’nun da bu amaca hizmet etmesi bekleniyor. Nüfus Politikaları Kurulu’nun içinde Cumhurbaşkanı Yardımcısı başkanlığında, tüm bakanlar, Diyanet İşleri Başkanı, İletişim Başkanı, Strateji ve Bütçe Başkanı ve Türkiye İstatistik Kurumu Başkanı’nın yer alması bu politikalara verilen önemi de gösteriyor.
İçerde halkın geçim derdi derinleştikçe Tayyip Erdoğan “popülizm” imkanlarını bölgesel gelişmelerden türetmeye çalışıyor. Suriye’nin fethedildiği algısını yaratmak, güçlendirmek için tüm olanaklar kullanılıyor. Batı medyasının imaj geliştirdiği IŞİD kökenli HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani’yle (Ahmed eş-Şara) devletin üst düzey temsilci ve bürokratları Suriye’de sık temas içerisinde. MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın şoförlüğünü dahi Culani yaptı. Hakan Fidan’ın Suriye gezisinde ise yan yana verdikleri poz sonrası açıklamada en çok altı çizilen konu Suriye’nin inşası oldu.
Bu görüntüler etrafında üretilen “82 Halep, 83 Şam” edebiyatı hava yaratmış, haber sitelerine yeni anket sonuçları düşmeye başlamış ve ibrenin tekrardan iktidar lehine döndüğü konuşulmaya başlamıştı. Ancak dışarıdan içeriye üretilmeye çalışılan popülizmin çarptığı duvar sermaye ihtiyaçlarının sınırı oldu. Hamaset karın doyurmuyor ve Şam ve hatta oradan Kudüs’e uzanılacağı hayalleri asgari ücret gerçekliğiyle dağılıyor. Ancak burada altını kalın bir şekilde çizmemiz gereken başka bir gerçeklik var. Asgari ücret gerçekliğiyle Türkiye’nin Ortadoğu’da aldığı pozisyon, yeni sömürgeciliğin bölge gerçekliğidir. Yani iki konu aynı kaynaktan besleniyor.
Türkiye Suriye’de aktif bir pozisyon alıyor, çünkü bugüne kadar atılan hamasi nutukların aksine, ABD-İsrail ekseninin çıkarları bunu gerektiriyor. ABD-İsrail ekseni bölgesel güç denklemini İran aleyhine dönüştürme planları, Direniş Ekseni’ni gücünün kırılmasını zorunlu hale getirmişti. Bugün Suriye’nin HTŞ kontrolüne geçmesi İran’ın Suriye üzerinden Lübnan’a (Hizbullah) ve oradan da Filistin’e sağladığı başta silah olmak üzere tüm desteğin ikmal hattı kesilmiş oldu. Direniş Ekseni büyük yara aldı. Türkiye’nin de çabalarıyla Filistin halkı daha fazla yalnızlaştırıldı, İsrail ise Suriye’deki yeni durumu fırsat bilerek Golan tepelerindeki birliklerini Suriye’nin içlerine doğru ilerletti.
Bütün güçler ABD’nin İran’a karşı geliştirdiği planlara göre konumlanıyor. Bu yalnızca askeri ve siyasi bir konumlanma değil. Bu durumun ideolojik altyapısı da hazırlanıyor. Son günlerde Türkiye’de doğrudan Alevileri ve solcuları da hedef tahtasına oturtan “siyasal Alevilik” söylemlerinin iktidar medyası ve sosyal medya trolleri tarafından yaygınlaştırılmasının esas sebebi budur. Ancak tam da bu örnekten görülebileceği gibi, emperyalizmin bölge planlarına uyum sağlama çabasında olan herkes ülkelerin kendi iç dinamiklerini çatışmacı bir şekilde etkileyecek.
Emperyalizmin bölgesel hakimiyetinin genişlemesinin ne kadar istikrarlı bir şekilde sürdürülebileceği ise belli değil. Suriye’de tüm toplumsal dinamikleri kapsayacak bir yeni rejimin kurulması belli ki hem HTŞ’nin ideolojik sınırlarını aşıyor hem de ABD emperyalizmi istikrarsız bir Suriye’nin daha fazla işine yarayacağını düşünüyor. Zaten şimdiden Hıristiyanlar ve sonrasında da Aleviler kitlesel protestolara başladı. Protestocuların üstlerine cihatçılar tarafından ateş açılıyor. Suriye’de başka bir gerilim alanı ve Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren konu ise Kürt Hareketi’nin durumu. Kürt Hareketi, Kobanê’nin savunulmasından IŞİD’in geriletilmesi ihtiyacına uzanan süreçte ABD’yle taktiksel bir ilişkiye girse de hiçbir zaman ABD’nin ana hedeflerini gerçekleştirmede, örneğin Esad’ın yıkılmasında aktif bir rol almadı. Bu durum onun statü beklentilerinde hem güçlü hem de zayıf yanını oluşturuyor. Doğal olarak Esad’ın yıkılmasında aktif rol oynayan Türkiye de ABD’den kendi mükafatını beklemekte ve Kürt Hareketi’nin bölgesel tasfiyesini talep ediyor. Trump’ın Tayyip Erdoğan’a teşekkür ettiği konuşmasından Türkiye’nin bölgede ABD lehine konumlandığını ve dolayısıyla bu beklentinin bir karşılığı olduğunu düşünmek için çok fazla neden var ancak işlerin kesin bir hal alması Trump’ın ABD başkanlık koltuğuna resmi olarak oturacağı 20 Ocak gününe kadar sürecektir.
Kürt Hareketi, Türkiye ve ABD arasında oluşan güçler ilişkisi ülke içine doğrudan yansıyor. Bu bağlamda yaşanan ve yaşanabilecek olası gelişmeleri devlet adına organize etme görevini Devlet Bahçeli üstlenmiş durumda. Bahçeli, DEM Parti heyetiyle Öcalan görüşmesinin gerçekleşmesinde ısrarcı oldu ve en nihayetinde bu görüşme gerçekleşti. Bahçeli’nin üzerinden ilerleyen süreçte devletin beklentisi Kürt Hareketi’nin “silah bırakma” ilanı, DEM Parti’nin “iç cephe” konseptine uyumlu hale gelmesi ve yine DEM Parti’nin diğer muhalefet güçleriyle olan dirsek temasını kesmesi. Kent uzlaşısıyla seçilen Esenyurt ve Ovacık Belediyelerine kayyum ataması bu yüzden yapılmıştı.
Sürecin seyri belirsiz ancak şimdiden bu temas bile muhalefette bir paralize olma durumu yaratmış gözüküyor. Ancak denilebilir ki, Türkiye egemenleri kısa vadede tam da bunu istiyor. Çünkü “iç cephe” konsepti muhalefet dinamiklerinin etkisizleştirilmesi, mümkünse içerilmesi, olmuyorsa sopayla bastırılmasına dayanıyor. Egemenleri, karşılarına dikilecek bir muhalefet dinamiğinden en çok korkutansa ülkeyi yeniden şekillendiren sınıfsal gerçeklik. Yukarıda söylediğimiz gibi Türkiye ölümcül çalışma ve sefalet içinde yaşama koşullarının norm hale geldiği bir ülke ve bu yeni sömürgeciliğin bölge gerçekliği.
Türkiye sadece emperyalizmin Ortadoğu’da kullanışlı aktörü ve ortaya çıkan durumdan pay kaparak nemalanan bir bölgesel güç değil. Aynı zamanda iktidar tarafından kendi coğrafyası bir üretim üssü, ucuz emek cenneti, maden ve enerji sahası haline getirilmek istenen bağımlı bir ülke. Dolayısıyla toplumsal yapısı da buna göre şekilleniyor ve sürekli bir genelleşmiş isyan potansiyeli barındırıyor. Egemenlerin baskılamak istediği de bu potansiyel. Muhalefetin sosyalist solun bir kısmını da içerisine alan geleneksel merkezleri bu baskılanmayı kabul etmiş görünüyor. İrili ufaklı işçi direnişlerinin, maden ve enerji şirketleri karşıtı halk direnişlerinin, yoksulluğa karşı geniş bir rahatsızlığın olduğu bir dönemde bu yaygın öfkeyi iktidar karşıtı bir güç haline getirmenin de imkanları var kuşkusuz. Ancak geleneksel merkezlerin en ileri eylemlerinin sınırları mekânsal ve ideolojik olarak devlet tarafından çizilmiş miting ve basın açıklamaları. Dolayısıyla bu tarz ve yöntemden öfkeyi politik bir itiraza evriltme olanağı da ortaya çıkmıyor.
Ancak herkes bu atalet ve kabullenme içerisinde değil. Uzun süredir işçi direnişlerinden ekoloji hareketinden feyz alarak gelişen direniş hattı kendisini bir çizgi olarak inşa etmenin de yollarını arıyor. 15 Aralık’ta Ankara’da gerçekleşen “Hakkımı Ver” yürüyüşü bu çizgi inşasının eylemi olarak ele alınmalı. Tekil ve yerel direnişleri birbirleriyle ilişki halinde ortaklaştırmayı hedefleyen ve asıl sorumlunun Ankara, yani siyasal iktidar olduğunun altını çizen “Hakkımı Ver” kampanyası 15 Aralık eylemiyle Meclis’te bütçe görüşmeleri sürerken memleketin dört bir tarafında direnenlerin Ankara sokaklarında “Biz de varız!” diyebileceğini gösterdi. Gerçekleştiği gün ve sonrasında etrafında sempatiyle karşılaşan eylemin, kendi üzerinde topladığı ilginin kaynağı asıl olarak geleneksel bir sol birlik yerine direnişlere, toplumsal dinamiklere yaslanmasının ve iktidarı karşısına almasının yarattığı enerjidir.
Ülke ve bölge emperyalizmin yeniden sömürgeleştirme hamleleriyle, bir savaş gerçekliğinin içinde şekillenirken mücadele olağan zamanlardaymış gibi sürdürülemez. Protestoculuk, platformvari yan yana gelişler, yerel ve tekil direnişler, sayısal olarak çoğalmaya odaklanmış kitle çalışmaları bugün ana amaç ve yöntem olmaya devam edemez. İhtiyacımız olan savaş gerçekliğini kavrayan bir muhalefet çizgisinin geliştirilmesidir. Her konu halkın isyan eğilimini güçlendiren bir şekilde ele alınmalı, gerekli refleksler gösterilmeli ve politik içerik üretilmelidir.
Kazdağlarından Arhavi’ye, MESS’e karşı metal işçilerinden Polonez işçilerine, faturasını ödeyemeyenden kirasını geciktirenlere ülkenin dört bir yanında mülksüzleştirmeye, güvencesizleştirmeye ve yoksullaştırmaya karşı itiraz sesleri yükseliyor. Tam da bu yüzden basit bir toplu sözleşme sürecinin tıkandığı noktada Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin greve çıkması “Milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanıyor. Metal işçilerinin grev yasağını tanımayarak fiili grevi sürdürmesiyle kazanım sağlanması veya Betek Filli Boya işçilerinin fabrika işgaliyle patronun sendikayı tanımasını sağlaması aslında bir işyeri ölçeğinde muhalefetin “çizilen sınırları aşma” yoluyla genişleyebileceğinin de örnekleri olarak değerlendirilebilir.
Devletin ve yer yer onun halk ve sınıf direnişleri önüne doğrudan barikat olarak diktiği baskı araçlarının çizdiği sınırları aşma eğilimi uzun süredir direnişlerin içerisinde kendiliğinden ortaya çıkmış vaziyette. Ancak direnişlerin tekilliği, parçalılığı ve yerelliği sorunu ortada duruyor. Bu durumda kaldıkça iktidarın saldırıları karşısında bütünlüklü bir yanıt üretmek mümkün olmayacak. Tam da bu yüzden direnişlerin temasını arttırmak, direnişler arasında köprüler oluşturmak önemli.
15 Aralık “Hakkımı Ver” eyleminin en önemli içeriği, sınırları aşma iradesi göstermesi ve direnişler arasında temaslar yakalayarak sınıf eksenli bir militan, kitlesel sokak çizgisinin ortaya koyulması gerekliliğini kanıtlamasıdır. Şimdi sıra bu çizginin hayatın her alanında reflekslerini güçlendirerek örgütlenmesinde. Bir oldu bittiyle asgari ücretin açıklanması sonrasında iktidarın kendi toplumsal tabanında dahi oluşan rahatsızlık değerlendirilmeli, bu halkın sınıfsal taleplerle ortaklaşması ve iktidar karşısında güç oluşturması hedeflenmelidir. Ancak bu uzun vadeye yayılmış örgütlenme planlarıyla, geleneksel sol birlik arayışlarıyla, sendikal sınırlarda sürdürülen mücadelelerle değil ancak gözünü ve kulağını sokağa dikmiş, toplumsal direniş dinamiklerini esas alan, onların birleşik mücadelesini örgütlemeyi önüne koyan, halkın hak mücadelelerini ve özsavunma ihtiyacını iç içe geçirerek örgütleyen, süreklileşmiş ve hareketli bir muhalefet odağının yaratılarak iktidar karşısında, iktidarla kavga eden bir şekilde konumlanmasıyla mümkündür.