Güçlü bir ulusal otoritenin yokluğunun kökünde yatan en önemli sebeplerden biri, bu ülkenin parçalanmış coğrafyasıdır. Ulusal egemenliğin yokluğunda ülkenin ulusal kimliği de zayıf kalmıştır. Sonuç olarak Suriye, diğer bölgesel ve uluslararası güçlerin saldırı ve komplolarının hedefi haline gelmiştir
Çevirmenin notu: Metinde çevresel determinizmden feyz alan ifadeler yer alsa da yazının coğrafi-tarihsel (spatio-temporal) analiz ve açıklama girişimi önemli bulunmuştur.
Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ) Suriye iç savaşının galibi olarak ortaya çıktığına göre, ülkenin bir nebze istikrara kavuştuğunu hayal etmek cazip geliyor. Gerçekte ise ortada yeniden tesis edilecek bir istikrar yok. İç savaş mezhepsel ve ideolojik bir çatışma olduğu kadar, aynı zamanda ülkenin temel coğrafyası tarafından yaratılan ve körüklenen bir savaştı. Bu savaş bölümünün sonu, muhtemelen çatışmanın bir sonraki bölümünün başlaması anlamına geliyor.
Coğrafya Suriye’yi her zaman cezalandırmıştır. Ülke hem kendi topraklarında [territory] hem de sınırları boyunca önemli doğal engellerden yoksundur. Batıda ticaret ve dolayısıyla askeri istilalar için bir rota olan Akdeniz, doğuda Fırat Nehri Vadisi uzanır. Güneyi çölle, kuzeyi ise Toros Dağlarının güney eteklerindeki düzlüklerle çevrilidir. Özünde, Suriye’nin coğrafyası ne istilaları caydıracak dış savunmalar ne de son savunma hattı olarak iç kaleler sunar. Modern Suriye’nin sınırlarının çoğu doğal olmaktan ziyade yapaydır. Güney sınırı düz bir çizgidir ve doğu sınırı da benzer şekilde keyfidir. Bu durum tarihsel olarak Suriye’nin bağımsızlıktan yoksunluğunda ve zayıf ulusal kimliğinde payı olan kırılgan sınırlarla sonuçlanmıştır.
Ülkenin parçalı coğrafyası toprakları altı ayrı bölüme ayırmıştır: Güneybatıda bir vaha, kuzeyde bir geçit, batıda bir kıyı şeridi, güneyde engebeli bir plato, kuzey-güney koridoru ve doğuda düz, çorak arazi.
Lübnan dağlarının ardında bir tarafı dağlarla, diğer tarafı çölle çevrili bir vaha uzanır. Şam, bu vahanın merkezinde yer alır ve küçük bir kale işlevi görür. Doğu Akdeniz coğrafyasının kalbinde konumlanmasına rağmen, ülkenin geri kalanı ile ulaşım bağlantısı zayıftır. Bu nedenle, Şam yönetiminin bu parçalanmış ulusun tamamını yönetmek için demir yumruklu, militarize bir hükümete ihtiyaç duyması şaşırtıcı değildir.
Kuzeyde Küçük Asya ile doğuda Mezopotamya arasında doğal bir ticaret kapısı olan ve Doğu Akdeniz’e bağlanan Halep yer alır. Küçük Asya’nın hükümdar ve yöneticileri -Romalılar, sonra Osmanlılar ve şimdi de günümüz Türkiye’si- bu yoğun nüfuslu ticaret merkezine her zaman aç gözlerle bakmışlardır. Küçük Asya güçlerine karşı savunmasızlığı ve stratejik ticari konumu ile Halep, Şam’ın Suriye’deki en önemli rakibi haline gelmiştir.
Batıda, Akdeniz’e bakan dar ve alçak bir dağ sırası, tarihsel olarak Aleviler ve Hıristiyanlar gibi dini azınlıklar için bir sığınak olmuş uzun ama ince bir kıyı şeridi oluşturmaktadır. Bu azınlıklar ister Nil Nehri’nin ağzında ister Marmara Denizi kıyılarında olsun, daha uzakta bulunan Sünni yöneticilerin baskısıyla sürekli karşı karşıya kalmışlardır. Lazkiye ve Tartus bu bölgede yer alır ve dış dünyaya önemli bir erişim sağlar. Uzaktaki yabancı güçlerle -önce Fransa, şimdi de Rusya- ittifakların bu kıyı şeridi üzerinden kurulmuş olması şaşırtıcı değildir. Söz konusu kıyı bölgesini kontrol etmek, dış müttefiklerle bağları sürdürmek için çok önemlidir ve bu da Şam yönetiminin bu sınır topraklarındaki gücünün temelini oluşturmaktadır.
Bu iki bölge arasında Şam vahasını Halep’in ticaret kapısına bağlayan Asi Nehri’ne paralel bir koridor uzanmakta olup, Humus ve Hama şehirleri bu koridor üzerinde yer almaktadır. Bir yandan, Halep’in kontrolünün sürdürülmesi yalnızca bu geçit aracılığıyla mümkün olurken; diğer yandan, Şam’a karşı isyan genellikle bu koridorun güvenliğini parçalamayı gerektirmektedir. Asi [“Orontes River”] Nehri’nin “Asi [Rebel] Nehri” olarak da bilinmesi tesadüf değildir.
Doğuda Fırat Nehri Vadisi ve Cezire bölgesinin bir parçasını oluşturan çorak ve geniş düzlükle yer alır. Kuzey Irak, Türkiye’nin güneydoğusu ve Suriye’nin kuzeydoğusunu kapsayan Cezire, üç büyük şehri kapsar: Musul, Amed (şimdiki Diyarbakır) ve Rakka. Bu bölgeler tarihsel olarak Arapça konuşan üç aşirete ev sahipliği yapmıştır: Rabia, Bakr ve Mudar. Diyarbakır’ın aksine, diğer iki bölgede ağırlıklı olarak Arapça konuşulmakta olup, buralar hareket kabiliyeti yüksek göçebe aşiretlerin kaleleri olma görevini sürdürmektedir. Musul’dan Rakka’ya kadar uzanan topraklar tek tiptir ve halk benzer dini ve dilsel özellikleri paylaşmaktadır. Tarih boyunca bu iki bölge birbiriyle yakından bağlantılı olmuştur, öyle ki Şam’ın hükümdarı yerine Musul’un hükümdarı sık sık Rakka’yı yönetmiştir ve bunun tersi de geçerlidir. Coğrafya böylece Kuzey Mezopotamya’da Dicle’den Fırat’a uzanan bağımsız bir alanın ortaya çıkma ihtimali için temel oluşturmuştur.
Engebeli arazisi ile Cebel el-Dürzi ve güneyde Ürdün sınırına yakın Hauran Platosu ülkenin bir başka bölgesini oluşturmaktadır. Bu bölge Dürziler gibi zulüm gören mezhepler için güvenli bir sığınak olmuştur. Çoğunluğu Sünni Müslüman olan ülkenin büyük bölümünün aksine, güney dağları ve özellikle kıyı şeridi dini ve mezhepsel azınlıkların çeşitliliğiyle dikkat çekmektedir. Ancak bu çeşitlilik birlik sağlamamıştır. Sünni çoğunluğa karşı istikrarlı koalisyonlar kuramayan bu azınlıkların, ülke içindeki Sünni hakimiyetini dengelemek için sık sık uzak yerlerdeki deniz güçlerine yönelmesi şaşırtıcı değildir.
Böylece coğrafya Suriye’yi parçalara ayırmıştır: Kuşatma altındaki başkent Şam’ın diğer bölgelere erişimi sınırlıdır; Halep, Konstantinopolis/İstanbul’un etkisi altındadır; Humus-Hama-İdlib’in güvensiz koridoru siyasi merkezi ticari geçide bağlamaktadır. Musul her zaman birleşik bir gücün kontrolü altında olmuştur. Dar Akdeniz kıyı şeridi ve Cebel el-Dürzi tamamen ayrı bölgelerdir. Ülkenin başkenti Şam, modern Suriye’nin kurulmasından önce Halep ve Rakka üzerinde ise hiçbir zaman hakimiyet kurmamıştır.
Güçlü bir ulusal otoritenin yokluğunun kökünde yatan en önemli sebeplerden biri, bu ülkenin parçalanmış coğrafyasıdır. Ulusal egemenliğin yokluğunda ülkenin ulusal kimliği de zayıf kalmıştır. Sonuç olarak Suriye, diğer bölgesel ve uluslararası güçlerin saldırı ve komplolarının hedefi haline gelmiştir. Daha da önemlisi, uygulanabilir ve erişilebilir alternatiflerin toprak bütünlüğünü [territorial integrity] bozma ihtimali bulunmaktadır. Bu nedenle, hükümetler olası iç çöküşü önlemek için demir yumruklu baskılara başvurmuştur.
Askeri seferler, ticari alışverişler ve dini etkileşimler, farklı etnik kökenlere, dillere ve dinlere mensup insanların yaşadığı Suriye’nin tarihsel parçalanmışlığına ve istikrarsızlığına etkide bulunmuştur. Binlerce yıllık tarihe sahip bu topraklarda, bu heterojen halklar arasında süregelen iç gerilimlerin ortasında, birleşik ve bağımsız bir ulusal hükümetin kurulmasının olağanüstü derecede zorlu olduğu kanıtlanmıştır. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Suriye tamamen büyük imparatorlukların (Asurlular, Ahameniş Persleri, Araplar ve Osmanlılar) egemenliği altına girmiş, diğer zamanlarda ise iki büyük güç (Roma ve Partlar, Bizans ve Sasaniler, İlhanlılar ve Memlükler) arasında çekişmeli bir sınır haline gelmiştir. Kısacası, Suriye Batı Asya’da bir “sınır bölgesi” örneğidir.
Ancak bağımsız Suriye, güçlü bir ulusal kimliğin eksikliği ve hükümetinin kırılganlığı gibi birçok zorlukla karşı karşıyaydı. 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndaki yenilgisi Suriye’nin yeni kurulan cumhuriyetini daha da istikrarsızlaştırmakla kalmadı, aynı zamanda Pan-Arabizm ideolojisini o kadar güçlendirdi ki Suriye, Mısır ve daha sonra Birleşik Arap Devletleri olarak Kuzey Yemen ile birlikte Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’ın liderliğinde Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni (BAC) kurdu. Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin çöküşü ve hatta 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndaki feci yenilgi bile bu ideolojinin gücünü azaltmadı. Hafız Esad’ın darbesi ve 1970’te Baas yönetiminin yükselişiyle birlikte Suriye, demir yumruklu bir rejimle de olsa görünürde siyasi bir istikrara kavuştu. Kısacası, kısa ömürlü hükümetlerin ve istikrarlı bir siyasi sistemin yokluğunun damgasını vurduğu bağımsızlığın ilk yılları, Suriye’yi Pan-Arabizm ve daha sonra İslami köktendincilik gibi radikal ideolojiler için verimli bir zemine dönüştürdü. Yine de Baas rejimi siyasi kırılganlık sorununu çözmüş gibi görünüyordu.
Bununla birlikte, Arap Baharı’nın dalgaları Suriye’nin kapılarına dayandı ve yabancı Selefi milisler tarafından körüklenen ve Suriye güçlerinin aşırı şiddetiyle daha da kötüleşen bir iç savaşı tetikledi. Bu savaş kitlesel yerinden edilmelere ve ülkenin altyapısının yıkılmasına yol açtı. Suriye’nin yıkıcı iç savaşında coğrafya bir kez daha belirleyici bir rol oynadı. İslam Devleti Rakka’nın kontrolünü ele geçirdi ve Musul’a hakim oldu. Şam, uzak müttefiki Rusya’nın desteğini alarak Akdeniz kıyısındaki hakimiyetini sürdürürken, Türkiye’nin desteklediği muhalif güçler Halep’i kontrol etti. Çatışmaların çoğu Şam’ın Humus ve Hama üzerinden Halep’in ticaret kapısına bağlandığı koridorda yoğunlaştı. İç savaşın ilk aşaması ise, koridorun kontrolünü ele geçiren Esad ve Rus-İran müttefiklerinin zaferiyle sonuçlandı.
Coğrafi mantık her zaman Humus-Hama koridorunu elinde tutanın Suriye’de kesin galip geleceğini söylüyordu. İsyancılar bu toprak parçasında kontrolü ele geçirdiğinde Esad’ın düşüşü kaçınılmaz hale geldi. Aynı isyancılar Şam’ı ele geçirdikten sonra Suriye’nin kaderinin artık kendi ellerinde olduğuna inanıyor olabilirler. Ancak ülkenin coğrafyasına asla hakim olamayacaklarını yakında öğrenecekler.
* Arash Reisinezhad, Londra Ekonomi Okulu (London School of Economics and Political Science) Ortadoğu Merkezi’nde misafir araştırmacı olarak görev yapmaktadır.
Metnin orijinal spotu: Ülkedeki iç savaş sona erdi ama yeniden tesis edilecek bir istikrar yok
[Foreign Policy’de yayımlanan İngilizce orijinalinden Pınar Yurdadön tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.