Bu coğrafyanın kaderi bizim elimizde, ya egemen sınıfların planlarının seyircisi ve kurbanı olacağız ya da bu planları yenilgiye uğratacak şekilde harekete geçeceğiz. Yaşanan yoğun politik gündeme halkın müdahalesi ancak kendi sorunları etrafında harekete geçebilme olanakları genişletilerek gerçekleştirilebilir
Ülkemizde egemen sınıfların ABD/NATO’nun yeni Ortadoğu planlarını dikkate alarak yeniden hizalanması, dış politikayı ve “iç cephe”yi buna göre organize etmesi gerekiyor ve bunda aceleci bir tavır içindeler. Öyle ki, Kürt savaşında devletin resmi ve paramiliter güçlerinin adeta “komutanı” gibi konumlanan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ilk önce DEM Partili vekillere el uzatarak daha sonra da Öcalan’a çağrı yaparak yeni bir sürecin kapısını araladı. Aynı zamanda iktidarın ortağı olarak Bahçeli’den gelen bu hamlenin Erdoğan tarafından da reddedilmemesi gösteriyor ki, devrede olan plan bir iktidar planı. Ancak “süreç” sözcüğü geçince akla gelen “barış” ya da “çözüm” odaklı bir yaklaşım ortada yok. Zaten bu yüzden Kürt hareketi -özellikle de Kandil- daha temkinli yaklaşıyor. Yine de bu tablo bize çok şey anlatıyor.
İlk olarak altını çizmek gerekir ki, bu süreçte uluslararası dinamikler baskın bir rol oynuyor. Ancak uluslararası sermaye ile bütünleşmiş Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları ve ülkeyi yönetenlerin kendi iktidar planları da bu süreçle iç içe geçiyor ve çıkar örtüşmelerinin yaşandığı noktalarda şaşırtıcı politik hamleler gündeme gelebiliyor.
İsrail’in saldırılarını Lübnan topraklarına doğru genişletmesi, Direniş Ekseni’nin gücünü kırmaya ve dolayısıyla İran’ın etkisini sınırlamaya dönük hamleleri, İran’a doğrudan yapılan hava operasyonları savaşın kapsamını genişletiyor. Vekil güçler üzerinden sürdürülen savaşlar bir yanda İran’ın diğer tarafta ABD ve İsrail’in olduğu muhatapların doğrudan savaşına dönüşmeye başladı. ABD’nin hem Ukrayna’da savaşa dönüşen Rusya’yı çevreleme stratejisinin getirdiği askeri ve mali yük, hem de Asya-Pasifik’te Çin’e karşı tetikte olması yeni bir cephenin açılmasını daha da zorlaştırıyor. Ancak İsrail’in operasyonları İran savaşını her geçen gün gerçek bir ihtimal haline getirirken, ABD Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’i koruyacak bir kalkan oluşturma planlarını devreye sokacaktır. Tam da bu noktada bir yanda başta NATO üyeliği olmak üzere karmaşık bağlarla kendisine bağlı olan Türkiye, diğer yanda da Irak ve Suriye’de askeri ve ekonomik bağlar kurduğu Kürtler bu planlar doğrultusunda rol biçilebilecek unsurlar. Ancak kendi aralarındaki çatışmanın sürdürülmesi tam da bu noktada ABD’nin bölgeyi yeni bir denklem üzerinden dizayn etme planlarını sekteye uğratacaktır. Dolayısıyla ABD’nin her iki tarafı da yeni bir düzlem oluşturmaya zorladığı düşünülebilir.
Bu konjonktürün zorlamasıyla gelişen diyalog üzerinden her iki taraf da en fazla kazanımla çıkmak istiyor. Devlet PKK’nin silahlı güçlerinin tasfiyesini hedefliyor. Bu hedefin aynı zamanda Kürt hareketini planlanan yeni Ortadoğu savaş düzenine uyumlu hale getirme niyeti olduğu da seziliyor. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde Barzani’yle kurulan ilişkiler üzerinden yürütülen başta Kalkınma Yolu Projesi olmak üzere ekonomik, ticari faaliyetleri sekteye uğratabilecek bir odak olarak PKK’yi etkisizleştirmek istiyor. Başka bir açıdan Kürt hareketi de yeni oluşan konjonktür içinde kazanımlarını korumak, genişletmek ve kalıcı hale getirmek istiyor. Devletin süreçte dışarıda bırakma ve inisiyatif boşluğu bırakmama girişimine karşı kendi silahlı eylem kapasitesini hatırlatıyor. Savaş sanayisinin en simgesel kurumlarından olan TUSAŞ’a yönelik eylem de bunun göstergesidir.
Ancak sosyalistler, sınıf hareketi veya toplumsal muhalefetin diğer öğeleri kapısı yeni aralanan ve belli ki birçok gelgiti içinde taşıyacak sürecin henüz dışında ve seyircisi konumunda. Sürecin bu haliyle gerçek anlamda bir barış ve çözüme, halklar arasında eşit ilişkinin tesis edilmesine, kardeşleşmeye yol açma olanağı yoktur. Dolayısıyla halkın barış ve çözüm talepleri, formülleri, şartları her düzeyde mücadelenin ve dolayısıyla devrimci siyasetin öncelikli konularından biri haline gelmiştir. Sosyalistler süreci dışarıdan izleyen değil aynı zamanda fikri ve pratik bir müdahaleyi gerçekleştirmesi gereken bir taraftır.
Türkiye egemen sınıfları da bu sürecin kendi lehine işlemesi için birtakım fırsatlar yaratmaya çalışıyor. Bahçeli’nin Meclis açılışında DEM Partili milletvekillerine el uzatması ve sonrasında bunu “Dünyada barışı sağlamak isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” diyerek izah etmesini Tayyip Erdoğan’ın İsrail “tehdidi”ne karşı iç cepheyi güçlendirme vurguları takip etti. Metal patronlarının sendikası MESS’in 51. Genel Kurulu’nda konuşan Tayyip Erdoğan “Siyasetten topluma sirayet edecek yumuşama ikliminin kökleşmesinde işçi ve işveren fark etmeksizin tüm sendikalarımızın desteği çok ama çok önemlidir” diyerek iç cephe ya da bölgesel risklere karşı tüm toplumun ortak hareket etmesi gerekliliği vurgusunu aynı zamanda sınıfsal tepkileri soğuracak bir araç olarak kurguladığını da gösterdi.
Kürt sorununda gelinen aşamanın da etkisiyle iktidarın iç cephe zorlaması halkın yoksulluk, güvencesizlik ve hayat pahalılığı karşısında büyüyen hoşnutsuzluğunu da hesaba katıyor. İktidar ayrıca bu hoşnutsuzluğa yaslanarak son yerel seçimde AKP’yi birinci parti olmaktan çıkaran muhalefet partilerinin bir “iktidar alternatifi” olmaktan çıkmasını, parçalanmasını ve etkisizleşmesini hedefliyor. Bu yeni durum aynı zamanda halkın tepkisini soğurma, onu basit bir seyirci konumuna itme ve iktidarın toplumsal desteğindeki erimeye neden olan konuları talileştirme, halkı hareketsiz kılma doğrultusunda değerlendirilecek. Türkiye halklarının iktidara yönelik tepkileri “cephe gerisi siyasetiyle”, “savaş gerekçeli” fiili OHAL’le bastırılmak istenecek. Bu noktada emek hareketinden toplumsal muhalefete ve hatta düzen muhalefetine kadar herkes nasibini alacak. CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in KCK operasyonu kapsamında gözaltına alınması bunun göstergesi.
Şimdiden halkın temel sorunlarına dair önemli sayılabilecek gelişmelerin gündemde kapladığı yer azalmaya başladı. Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan ve Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek asgari ücretin belirlenmesinde gerçekleşen değil, hedeflenen enflasyonun baz alınacağını açıkladılar, ki IMF’nin dayattığı da buydu. Üstelik bu açıklamaların ABD’li yatırımcılarla gerçekleştirilen toplantıda yapılması, halkın ucuz emek gücü olarak rekabet unsuru haline getirildiğini bir kez daha gösteriyor. Ancak konunun bu mahiyeti yaygın bir tartışma konusu değil ve emek hareketi de vermesi gereken güçlü tepkileri gösteremiyor. Neoliberal dönüşümün çürüttüğü sağlık sisteminin aynası olarak Yenidoğan çetesinin ortaya çıkması sonucunda bir kez daha tartışmaya açılan sağlık sistemi için dahi verilen tepkiler cılız ve parçalı kaldı. Sağlık emek ve meslek örgütleri dahi toplumun tümünü mücadeleye sevk etme çağrısında bulunmadı. Bu kadar hayati temeli olan bir mücadele alanı olarak sağlık hakkı mücadelesi protestoculuğun sınırlarına takıldı.
Muhalefetteki atıllığın tersine toplumun geniş kesimlerinde var olan kaynama sürüyor. Şimşek ekonomisinin yoksullaştırdığı ve şimdi daha da güvencesizleştirmeyi hedeflediği milyonların, yaşam ve geçim araçları maden ve enerji şirketleri tarafından gasp edilen köylülerin, kamusal hakların neoliberal tasfiyesinin yarattığı çürümeye tepki gösterenlerin, Narin cinayetinin ortaya çıkardığı toplumsal tepki ve duyarlılığın, infial yaratan kadın cinayetlerine karşı kitlesel protestoların, tek tek Ankara’yı ve dolayısıyla iktidarı hedef alan işçi direnişlerinin gösterdiği bir şey var. Toplumsal kaynama genişliyor, yer yer iktidarı hedefleyen çıkışlar da yapabiliyor. Ancak bu geniş hareketlilik hala parçalı, dağınık ve stratejisiz…
Sosyalistlerin gerekli politik müdahalesi, toplumsal siyasal gelişmeleri emperyalist kapitalist sistemin güncel çelişkileri ve çatışmalarından doğan sınıf savaşları bağlamında ele almak, sistem karşıtı direnme eğilimlerini birbirine yakınlaştıracak bir pratik hat oluşturabilmek ve hepsini hepsini tek tek savunma hattından çıkartarak iktidara ortak bir saldırı hamlesinde bulunacak şekilde örgütlemesidir.
Şimdilik işçi direnişlerinde ya da Reşit Kibar’ın öldürülmesinin ay dönümünde yapılan yaşam nöbetlerinin gösterdiği doğa direnişlerinde yaşanan yakınlaşma eğilimleri bu ihtiyaç bağlamında değerlendirilmeli, “Hakkımı ver!” sloganıyla ortaya çıkan kampanya hareketleri ortak mücadele aklını ve pratiğini beslemelidir. Ancak hepsinin bir sınırı var ve bu sınır iktidarla olan kavganın kendiliğinden yoğunlaşmasının sınırıdır.
Bu sınır ancak sosyalistlerin, emek hareketinin ve toplumsal muhalefetin tüm öğelerinin seferberliğiyle aşılabilir. Devrimci siyasetin temel görevi de bu sınırı aşmak için politik bir mücadele hattını inşa etmek, mücadele alanlarında politik müdahaleleri planlamak ve icra etmektir. Bu müdahalenin planlı kısmı örgütsel inşa, bilinçli kısmı ise öncü eylem olmak zorunda. Öncü eylem bugün hedef gösteren ve kitleleri o hedefe doğru sevk eden eylemdir. Bakanlıklar, şirketlerin önleri, Meclis, Ankara, hepsi birer doğrudan eylem adresi olduğu gibi aynı zamanda birer metafor olarak iktidarı simgelemekte, bunlara karşı yürütülecek mücadelede mekân seçimi dahi kavganın politik düzlemde kurulmasının olanaklı olduğunu göstermektedir. Önümüzdeki bütçe sürecinde ve asgari ücretin belirlenme sürecinde halkın taleplerini bu politik düzlem içerisine taşımak bu mücadeleyi pekiştirecektir.
Bu coğrafyanın kaderi bizim elimizde, ya egemen sınıfların planlarının seyircisi ve kurbanı olacağız ya da bu planları yenilgiye uğratacak şekilde harekete geçeceğiz. Yaşanan yoğun politik gündeme halkın müdahalesi ancak kendi sorunları etrafında harekete geçebilme olanakları genişletilerek gerçekleştirilebilir. Ve bugün halkın sorunlarının politik muhatapları üzerindeki perde kalkmaya, aleni şekilde görülmeye başlanmıştır. Bu aklı ilerletecek ve öfkeyi politik muhatabına yönlendirecek bir mücadele hattını ortaya koyma zamanıdır.