AYM-Yargıtay krizi ve takiben yüzde 50+1 tartışmaları “iktidar içi kriz” beklentilerini güçlendirse de iktidarın halka karşı açtığı savaşta en ufak bir pürüz, fikir ayrılığı görünmüyor. Çerçevesi 12. Kalkınma Planı ve Orta Vadeli Program’la çizilen sermaye programı üzerinde geniş bir mutabakat var. İktidar içi gerilimler örgütlü halk muhalefeti olmadan ilerici sonuçlara vesile olacak bir yönetim krizine dönüşmez. Bu gücü açığa çıkaracak siyasi hat, mutabık olunan sermaye programının karşısında yükseltilecek hak mücadelelerinden geçmekte
Türkiye’nin en büyük toplu sözleşmesi niteliğinde olan asgari ücret görüşmeleri başlamak üzere. Asgari ücretle çalışan sayısı 2022’de yaklaşık 7,6 milyon, asgari ücretin yüzde 10 fazlası veya daha altında bir ücretle çalışan kişi sayısı ise 9,7 milyon. Bu da ücretli çalışanların yarısından fazlasına tekabül ediyor. Aileler ve bakılmakla yükümlü olanları da hesaba kattığımızda ülkenin neredeyse yarısını doğrudan ilgilendiren bir süreç işleyecek.
Bu görüşmeler iki belirleyici faktör arasındaki gerilimde gerçekleşecek. Birincisi, yerel seçimlerden hemen önce olması. Ülkenin yarısının yaşadığı yoksulluğu daha da derinleştirmek iktidar açısından seçimler için bir risk anlamına gelecek. Üstelik istihdamdaki gerilemeyle birleştiğinde büyük yara aldıkları bir önceki yerel seçimle benzer bir zeminin ortaya çıkma durumu da var.
İkincisi ise çerçevesi 12. Kalkınma Planı ve Orta Vadeli Program’la çizilen Türkiye kapitalizminin önümüzdeki programı. İktidarın önünde oligarşinin çeşitli bileşenlerine ve emperyalist merkezlere vaat ettiği programın ücretleri daha da baskılamak başta olmak üzere çeşitli gereklilikleri duruyor.
Asgari ücretin belirlenmesinde yerel seçime yönelik kaygıların mı yoksa stratejik hedeflerin mi daha baskın çıkacağını kestirmek güç. Ancak yerel seçimden sonra emek düşmanı programın uygulanmasında daha pervasız davranılacağı kesin.
12. Kalkınma Planı ve Orta Vadeli Program’la çizilen program özetle ücretlerin daha da baskılanması, kamu harcamalarının kısılması hedeflerini içeriyor. Hedefler arasında istihdamın artırılması yer alsa da bunun gerçekçi olmadığı verilerle sabit.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ifade ettiği ücret zamlarında gerçekleşen enflasyonun değil de hedeflenen enflasyonun baz alınması önerisi İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib Avdagiç tarafından da tekrarlanıyor. Enflasyonu düşürme hedefi olarak sunulan ‘tüketimi düşürme’nin geniş emekçi kesimlerin alım gücünü düşürmekten başka bir anlamının olmadığı da açık zaten.
Ücretlerin baskılanması noktasında enflasyon farkı ödemelerinin kaldırılması hedefi de programda “yönetilen, yönlendirilen fiyatlar, geçmiş enflasyona endeksleme davranışının azaltılmasına yardımcı olacak şekilde belirlenecektir” ifadeleriyle yer buldu.
Programda kamu harcamalarının kısılması da yer alıyor. IMF’nin Orta Vadeli Program’ın yayımlanmasının ardından güncellediği Türkiye’ye dair öngörülerine göre 2023 sonrasında kamu açığı/millî gelir oranı 2,8 puan gerileyecek. Bu gerilemenin 2,3 puanı ise kamu harcamalarının kısılması yoluyla elde edilecek. Bu da eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hizmetlerin kamusal niteliğinin daha düşeceği ve insanca yaşamın gerekliliklerindeki harcama kalemlerinin ya da miktarlarının daha da artacağı anlamına geliyor.
Programın işsizlik konusundaki etkileri henüz tam anlamıyla görülmeye başlamadı ancak istihdam artışındaki yavaşlama ve hatta gerileme TÜİK istatistiklerine ve İŞKUR verilerine yansıyor. Merkez Bankası’nın sürekli faiz artırması, yatırımları için ucuz krediye bağımlılığı yüksek ve aynı zamanda istihdam artışının motor gücünü oluşturan sermaye kesimlerinin önünde bir engel olacak.
Emekçi kesimlere açılan bu savaşın bir parçası olarak düşünülebilecek önemli bir adım atıldı. Depremden sonraki ilk haftalardan beri iktidarın diline doladığı kentsel dönüşüm, nihayet yasal forma bürünüp Meclis’ten geçirildi. Deprem bahaneli bu düzenlemeyle artık sadece yeni yerleşim alanları değil, yerleşimin olduğu alanlar da afet riski sebebiyle rezerv alan olan belirlenebilecek. Yani parası olmayan ev sahiplerini de kentlerin dış çeperlerine sürecek talan harekâtının yasal zemini oluşturuldu.
Yasanın geçmesinin ardından Beyoğlu Belediyesi vakit kaybetmeden yola koyuldu. Dönüşüm planı için özel bir şirket görevlendirildi. Şirket mahalle mahalle dolaşıp bilgileri toplamaya başladı bile. Hatay’da ise 8 mahalle rezerv alan ilan edildi bile.
Yerel yönetimleri yetkisizleştirip merkezi yönetim inisiyatifini daha da güçlendiren bu yeni mülksüzleştirme ve göçe zorlama saldırısı yalnızca ekonomik değil, geniş bir sosyal karşılığı olan yeni bir mücadele konusu.
Düşük ücretlerin yaygınlaşacağı, temel ihtiyaçların daha da paralı ve pahalı hale geleceği ve işsizliğin artacağı bir dönem bizi bekliyor. Üstelik servet transferini daha da hızlandıracak bu sermaye programının arkasında geniş bir mutabakat da var.
Sermayenin tüm kesimleri programdan memnuniyetlerini dile getirdi. Kalkınma Planı Meclis’ten geçti. Her şeye müdahale eden Erdoğan, konu sermaye programı olunca Şimşek ve ekibine karışmıyor. “Rasyonel politikalara dönüş” IMF heyetinden de takdir aldı. Hatta Şimşek ve ekibinin politikaları muhalefetin sessiz onayını ve ana akım “muhalif” iktisatçıların desteklerini bile aldı.
Yeni dönem sermaye programı, oligarşi içinde geniş bir mutabakatın üzerine bina ediliyor. Yerel seçim gibi kısa vadeli kaygılar programın özünü bozmaz, en fazla süreci yayar.
AYM-Yargıtay krizi, yüzde 50+1 tartışması ve sonrasında Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı’nın tutuklanması “iktidar içindeki çatlak” tartışmalarını harladı.
Kısa bir hatırlatma yapacak olursak; Yargıtay’ın Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararını tanımaması üzerine AKP içinde de karara itiraz sesleri yükseldi. MHP kanadı ve Erdoğan’ın Başdanışmanı Mehmet Uçum Yargıtay’ın kararını “milli yargı” diyerek sahiplendi. Erdoğan da ilk açıklamasında parti içinde AYM kararını esas alıp Yargıtay’ın kararına itiraz edenleri “hizaya sokmaya” çalışırken ikinci açıklamasında kendisini “hakem” olarak konumlandırmaya çalıştı.
Çok kısa bir süre sonra Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilme şartı olan yüzde 50+1 oy alma zorunluluğunun kaldırılması gerektiği yönündeki açıklamaları da farklı tepkiler aldı. Erdoğan bu sistemin ittifakları zorunlu kıldığı ve “partileri yanlış yollara sürüklediği” yönündeki açıklamalarına Bahçeli, grup toplantısında yaptığı konuşmada “sistemin meşruiyet temeli” diyerek itiraz edip tavrını açıklarken ittifakın bozulmasına izin vermeyeceklerinin de altını çizdi.
İsmini anmasa da seçim sürecinde Sinan Oğan’la kurulan diyaloğu bile “sineye çektiklerini”, gerekirse “orta yolun” bulunabileceğini de söyledi. Daha da önemlisi ittifakın 15 Temmuz sonrasında kurulduğunu vurgulayıp, ekonomi, dış politika, muhalefete yönelik devlet terörüne yönelik bir mutabakata dayandığını hatırlattı.
Sinan Ateş cinayetine ilişkin olarak yürütülen soruşturmadaki gelişmelerin ardından dosya savcısı ile Ankara Başsavcısı Ahmet Akça’yı hedef almakla suçlanıp gözaltına alınan Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Mert Kerim Ejder de tutuklandı.
Kısa zaman içinde cereyan eden bu gelişmeler “devlet krizi”, “rejim krizi” gibi aceleci yorumları getirdi.
Devlet zaten çok klikli, gerilimli bir yapıdır. Rejim sadece toplumsal krizlerin yönetimi değil, aynı zamanda kendini oluşturan unsurlar arasındaki gerilimlerin ve krizlerin yönetimidir de. Bu gerilimler ve krizler her zaman farklı düzeylerde yaşanır.
Ancak “devlet krizi” ya da “rejim krizi” demek için daha fazlasına ihtiyaç yok mu? Örneğin mutabakata varılan sermaye programının icrasında bir aksama var mı? AYM, Yargıtay ya da herhangi bir kurum bu programın gereklilikleri konusunda engel çıkarıyor mu? Türkiye’yi küresel tedarik ağları içinde “yatırım yapılabilir” kılma ve bunun gereklilikleri olan halkı örgütsüzleştirme, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını budama, bu programa uygun bir dış politika geliştirme ve icra etme, muhalefeti ehlileştirme, ehlileşmeyeni de ezme noktasında oligarşi içinde bir çatışma ya da tereddüt var mı?
Sosyalist hareket düzen içi sınırlara hapsedildikçe, siyaseti ancak temsil düzleminde görmeye başladıkça ve aktüel gerilimlere müdahale edecek örgütlü gücünü, kitleleri seferber edebilme kapasitesini yitirdikçe iktidar içindeki gerilimlere ederinden fazla anlam yüklenmeye başladı.
İktidar içi çatışmalar elbette devrimci hareketler olarak fırsat olarak değerlendirilebilir. Ancak bu fırsatın sürece müdahale edebilecek örgütlü güç ve kitleleri seferber edebilme kapasitesiyle anlam kazanır. İç gerilimler örgütlü bir halk muhalefeti olmadan, kendiliğinden krize de dönüşmez.
25 Kasım eylemlerinin ana gündemleri 6 Şubat depremleri, Aydın’da kaldığı KYK yurdunda asansörün düşmesi sonucu yaşamını yitiren Zeren Ertaş, Filistin’deki direniş, Rojava’ya yönelik operasyonlar, kadınların “kutsal aile”ye sıkıştırılmak istenmesi, 6284 sayılı kanunun kaldırılmak istenmesi ve kazanılmış diğer haklara yönelik saldırılar oldu.
Ancak istisna yerleri saymazsak 25 Kasım eylemleri pek çok yerde sönük geçti. Hemen her ildeki kötü hava koşulları da eylemlere katılımı negatif anlamda etkilemiştir ancak temel gerekçenin bu olmadığı aşikar.
Örgütlenme sürecindeki motivasyonsuzluk eylemlere de yansıdı. Birkaç istisna ili saymazsak hiçbir yerde eylemleri engelleyecek boyutta bir polis şiddeti yoktu ancak geçtiğimiz yıllara göre katılım da coşku da düştü. Örgütlü katılımın oranı da erimeye devam etti.
İstanbul’da eylemin kitlesel geçmesi kaygısıyla Taksim’den vazgeçip Mecidiyeköy’deki eyleme razı olma durumu, kitleselliği getirmediği gibi yenilgi psikolojisini de pekiştirdi.
Burda Bebek’te, Aluform Pekintaş’ta, Asır Plastik’te, Corning Kablo’da, Agrobay’da, Özak Tekstil’de işçiler sendikal hakları ve sefalet ücreti dayatmalarına karşı direnişlerini sürdürüyor. Ancak sendikal hareketin geleneksel merkezlerinde asgari ücret ve bütçe görüşmeleri gibi iki önemli gündem öncesinde büyük bir sessizlik hakim. DİSK, bağlı sendikaların üyelerinin bile katılımını önemsemediği “Gelirde adalet, vergide adalet” yürüyüşünü tamamlarken ne süren işçi direnişlerine ne de asgari ücret görüşmelerine dair bir program ortaya koydu.
Mutabık olunan saldırı planı belli. Özelleştirmeler, kamusal hizmetlerin içinin boşaltılıp kapsamının daraltılması, ticarileştirme hamleleri halkı yaşama tutunmak için ücret gelirine mahkum etti. Neoliberal yıkım, önümüzdeki günlerde geniş kesimleri bu ücret gelirinden de mahrum bırakacak bir programla karşımızda.
Oligarşinin geniş mutabakatına dayanan bu yıkım programına karşı hak mücadelelerini yeniden yükseltme görevi önümüzde duruyor. Ancak bugün hak mücadeleleri önceki döneminden farklı olarak neoliberal saldırıya karşı savunma hattı üzerine değil; yaşamı yeniden inşa etme, halktan çalınanı geri alma mücadelesi ekseni üzerinde inşa edilebilir.
Ücretlerin artırılması; ücrete olan bağımlılığın azaltılması için özelleştirilmiş olan her şeyin kamulaştırılması, ticarileştirilmiş olan her şeyin toplumsallaştırılması önümüzdeki mücadele döneminin ana başlıkları olacak.
Bu program aynı zamanda iktidar karşısında yenilmiş ve yenilenme, yeni inisiyatif merkezleri ihtiyacı olan sınıf hareketi, kadın hareketi ve tüm toplumsal hareketler için de kurucu bir zemin sağlayacak.
Halkın bağımsız siyasetini örgütlemekten başka çıkış yolumuz, halkın örgütlü gücünden başka güvencemiz yok.