Oğlu dağdaydı artık. Gerillaydı. Şiddetle aranıyordu. Artık haftanın 3-4 günü eşi Kemal Hazinedar’la Aybastı Jandarma Karakolu’nda gözaltındaydı Lalegül. Ve bu yıllarca sürdü. İşin en ilginç yanı onlar gözaltındayken, samanlıklarında otun içinde Aybastı’nın son gerillaları saklanmaktadırlar
Geçtiğimiz haziran ayının sonralarında bir haber yayıldı: Lalegül Hazinedar yaşama veda etti. Lalegül Hazinedar’ın kim olduğunu daha önceden oğlu Selçuk Hazinedar’dan –doğru yazılışı ‘Hazinedar’ olsa da genellikle ‘Haznedar’ olarak söylenir- öğrenmiştik.
Selçuk Haznedar, hem Karadeniz’de yetmişli yılların devrimci mücadelesinin ön saflarında ve hem de aynı bölgenin 12 Eylül zindanlarındaki direnişin son derece dirençli simalarından biridir. S. Haznedar’ın uzun yıllara yayılan mücadele yaşamının önemli kısmı da hapishanelerde geçmiştir. Onun pratik mücadele alanlarının başında gelen Fatsa ve Aybastı’da cesareti, devrimci kişiliği üzerine anlatılanlar, Selçuk Haznedar’ı doğrudan ya da dolaylı tanıyanların hafızasında tazeliğini korumaya devam eder; mütevazı yapısı, devrimci ajitatör yeteneği ile yöre halkının gönlünde apayrı bir yere sahiptir.
Selçuk Haznedar uzun hapisliğin ardından dışarı çıktığında inanan, direnen ve umut eden insanın rahatlığı içindeydi. Yediden yetmişe her yaştan, kadın erkek sevdikleri, sevenleri vardı. İnsanlarla arasında kurduğu gönül köprüsü kendi şahsına münhasır Selçukçaydı. Demokratik alanda mücadelesini sürdürmeye çalıştı. Çıkar peşindeki politikacıların oyunlarına yakından tanık oldu ve tüm o çirkeflikler, alavere dalavere arasında iyileştirici bir yol kurmaya çalıştı.
Selçuk Haznedar, 2021 yılı sonunda COVID-19’dan dolayı Ankara’da tedavi gördüğü hastalığından dolayı yaşama veda etti. Cenazesi, efsaneleştiği Orta Karadeniz’deki köylerinin yaylasında toprağa verildi. Selçuk’u ebedi yolculuğuna uğurlamaya gelen yoldaşları, akrabaları, hemşerileri çok ama çok üzgün olmalarının yanında, onun yöre halkı arasında nasıl bir yere sahip olduğunu anlatmaya kelimelerin yetmeyeceğini; iyi irdelendiğinde Selçuk’un yerinin aslında Mahirlerin, Denizlerin, Kaypakkayaların yanı olduğuna vurguda bulundular. Ve bunun için de metinsel ve belgesel bir çalışmanın gerekliliğini ayrıca dile getirdiler. Tüm bunlar bir yana aslında konu Selçuk’tan öte, Selçuk Haznedar’ın mücadele sürecinde onun paralelinde var olmuş, içtenlikli haliyle kendini ifade etmiş bir kadına, analardan birine getirmektir sözü…
Bilindiği gibi her koşul ya da tarihsel süreç kendine uygun veya karşıt unsurları da ortaya çıkarır. 12 Eylül faşist cuntası gözaltılar, işkenceler, hapishaneler, idamlar da demekti. Dönemin devrimci gençliği, cunta açısından başı ezilmesi gereken bir düşman niteliğindeydi. Kitlesel tutuklamalar ve ardından hazırlanan idam savlı iddianameler tutsakların ailelerini perişan etti. Ana babaların, akrabaların hapistekilere yönelik kaygısı, onları da direnişin bir parçası haline getirdi. Özellikle kamuoyunun gözü ve duyarlılığının daha gelişkin olduğu büyük şehirlerde nizamiye kapıları, duruşma salonları, sıkıyönetimin savcılık ve adli müşavirlikleri önünde ısrarla evladının hakkını, akıbetini arayan ailelere yakından tanıktır. O güne değin belki de evinden, mutfağından dışarı adım atmamış kadınlar, söz konusu olan evladının geleceği olunca gerektiğinde kocasının önüne koymaya çalıştığı engeli ayağıyla bir kenara iterek kendi dar dünyasının dışına çıktı.
Evet, yazılı ve görsel basın haberciliğinin gelişkin olduğu büyük kentlerde 12 Eylül uygulamalarına kafa tutan aileleri tanımak daha kolay olmuştur. Ancak Türkiye’nin her tarafındaki hapishaneler siyasi tutuklularla doluydu ve mutlaka ki onların da yakınında az çok mücadele eden anne, baba, abla ya da başka kardeşler, akrabalar vardı. Bulunduğumuz yerden onların hepsini günü gününe ya da sürecin sıcak ikliminde bilip görmemiz, haberdar olmamız olanaklı olmadı.
Selçuk Haznedar zaman zaman anılarını ve siyasi sürece dair görüşlerini yazan biriydi. Çok değil, ölümünden on ay önce 2021’in 8 Mart’ında annesini anlatan bir yazı kaleme almış, bilmeyenler de böylelikle o 12 Eylül’ün Karadenizli anasını tanımış oldu. Geç bile olsa bilgilenme sürecini zincirleme bir faaliyet kabul ederek Selçuk Haznedar’ın 8 Mart 2021’de annesini anlattığı yazıyı küçük imla değişiklikleriyle buraya almayı analarımıza bir borç sayma ve anılarını tazeleme düşüncesiyle aynen aktarıyorum:
Kırklı yıllar olmalı. On yaşlarında bir kız çocuğu büzülmüş, fıraktuların –tarla ya da yapıların arasına ahşaptan örülen çit NB– gölgelerine sine sine, sonsuz ıssızlığın, terk edilmişliğin Perşembe Yaylası Karamanlı Obası’nda, köpek havlamaları arasında ve koyu turuncu ay ışığı altında korku içinde ilerliyordu…
Annesi “Berberoğlu Hatıca” ölüm döşeğinde: ‘Kızım sana daha hiçbir iş yaptırmayacağım. Ne olur hocayı çağır, bana bir dua etsin’ deyince, küçük Lalegül, bin bir korkuyla gece yola koyulmuştu. Annesinin ayağında çıkan ne idüğü belirsiz bir çıban vücudu zehirlemişti. Ne doktor ne de ilaç vardı.
Hocayı getirdi. İyi insandı hoca. Dağ gibi, boylu boslu güzel Hatice Hatun erimiş, yapa yalnız yatıyordu. Okudu: “Allah’ım gençliğine, çoluna çocuğuna bağışla” dedi ve gitti…
Lalegül büyük bir acı ve kaygıyla annesi Hatice’ye bakıyordu. İyi olacak mıydı? Yoksa ölecek miydi? Ölüm neydi? Anneler ölür müydü? Ölürse o’na, kardeşlerine kim bakardı!?
Sabaha karşıydı Lalegül annesine dokundu. Duymadı. Sarstı: ‘Anne anne!’ Yine duymadı. Ölmüştü. Çıldırdı Lalegül. En yakın komşulara koştu haber verdi. Haber dalga dalga yayıldı: ‘Berberoğlu Hatıca ölmüş…’
Yudular, yıkadılar gömdüler Hatice’yi. Mahşeri bir kalabalık vardı. Gençliğine, güzelliğine, yiğitliğine, yardım severliğine, iyiliğine gelmişlerdi. Bir yürekten saygı duruşu, veda idi bu kendilerinden olana ve değerleriyle yaşayana…
Lalegül, Safiye, Mehmet Dursun ve Hasan Duran öksüz kalmışlardı. En büyükleri on, en küçükleri altı aylık; beşikte olmak üzere.
Baba, Kilceloğlu Dursun Pehlivan gençti, serkeşti… Çok yandı Hatçesine. Ağladı. Ama bütün acılar, yaralar gibi ağır ağır geçti kapandı.
Çekilmezdi böyle, evlenmeliydi. Araştırdı sordu, soruşturdu, bir gelin adayı vardı yakın bir köyde. Köklü bir ailenin, Sar Ahmed’in kızı Hayriye hatun…
Evlendi baba. Lalegül’e ve kardeşlerine yeni bir anne gelmişti. Olmadı, uyuşamadılar. Hayriye hatun da çok gençti. Lalegül’le aralarında 7-8 yaş ya var ya yoktu.
Lalegül’ün sorunlarla baş edecek ne gücü ne tecrübesi ne kimsesi ne de eğitimi vardı. Kardeşleriyse çok küçüktü. Dağıldılar, perişan oldular. Akrabalara sığındılar, olmadı. Sığamadılar hiçbir yere. Kış soğuklarında yarı çıplak, komşu samanlıklarında geceler geçirdiler. Anasını kaybetmiş kuzu, arkadaşlarını kaybetmiş turna gibi oradan oraya savrulup durdular çileler, evlilikler ayrılıklar içinde.
***
Bir gün Kemal Hazinedar’la Lalegül’ün yolları kesişti. Kemal Bey, dedeleri Doğu Karadeniz’i nerdeyse bir asır yönetmiş, vezir ve paşalardan oluşan bir hanedan mensubuydu; deli dolu, ortaokulda okumuş ele avuca sığmaz… Lalegül’ü aldı atının terkisine, çekti gitti. Gidiş o gidiş, 60-70 yıl geçecekti o evde.
Lalegül, sabah ışırken kalkıp koyunları güdüyor, güneş çıkınca sığırları salıyor, sonra yemek yapıyor, peşinden fasulye, mısır, patates, kabak ektiği tarlalarda çalışıyordu. Temizlik, bulaşık, çamaşır derken sonra da Kemal Bey’in bitmez tükenmez şiddeti ve kavgalarıyla uğraşıyordu.
Böylece 60-70 yıl uğraştı. Hazinedar ailesi değişen dünya/Türkiye koşullarında devamlı eriyerek küçülen bir beylikti artık. Lalegül gittikçe asalaklaşan bu tüketici hanedana garip bir tesadüfle dahil olan çalışkan, üretken bir köylü kızıydı. Bütün dünyası ve hayatı çalışmak ve üretmekten ibaretti. Hanedanın üretimle, emekle tanışmasını sağladı, kadınlara, hanedana taze kan, rol model oldu.
Ata biniyor, silah kullanıyor, gece gündüz arazileri kontrol ediyor, Fatsa’da okuyan oğlunun peşinden ta oralara denetlemeye gidiyordu.
Eşi Kemal Bey ise genellikle evde yatıyor, bu yatış aylar sürebiliyordu. Esasında bir çeşit pasif protestoydu onunki, yeni gelişen dünyaya ve ilişkilerine…
Hayat bu olağanüstü güzergahta akarken, bütün bunlara her şeyi alt üst eden bir gelişme daha eklendi: Büyük oğlu komünist oldu. Oğluyla dosttu, arkadaştı; dünya ve gelecekle bağıydı o…
Dinliyordu. Anlıyordu, benimsiyordu da. Ömrünü çalışmak, üretmek ve bitmez çilelerle geçirmiş bir insanın ta derinlerinde hissedip anlayacağı şeylerdi oğlunun ve devrimcilerin söyledikleri.
***
Oğlu dağdaydı artık. Gerillaydı. Şiddetle aranıyordu. Kellelerine verilecek ödüllerin yazıldığı afişler Ankara, İstanbul ve bütün şehirlerin duvarlarındaydı.
Artık haftanın 3-4 günü eşi Kemal Hazinedar’la Aybastı Jandarma Karakolu’nda gözaltındaydı Lalegül. Ve bu yıllarca sürdü. İşin en ilginç yanı onlar gözaltındayken, samanlıklarında otun içinde Aybastı’nın son gerillaları saklanmaktadırlar.
Bu süreç boyunca en şaşırtıcı değişim, dönüşüm paşa torunu, Demokrat Parti, Adalet Partisi çizgisindeki aristokrat Kemal Hazinedar’da görülür. Ciddi riskler alıyor, devrimcilerin arkalarında kale gibi duruyordu artık…
Yine bir gözaltı sonrası Lalegül’le serbest bırakıldıklarında, “Neden buraya getirildiğimizi açıklamazsanız karakolu terk etmem” diyerek bütün ısrarlara rağmen uzun süre karakoldan ayrılmaz.
Kemal Bey bir de, ta ’70’li yıllarda, çevrecilik gündemde yokken, tarlalarına ne ilaç, ne de gübre attırmayarak, şaşırtıcı bir sezgiyle ileriyi görebilmiş bir insandır.
***
12 Eylül 1980’inin peşinden oğlunun içinde olduğu gerilla grubu çok kayıp ve yaralı verdikleri bir çatışmaya girerler. Ölenler, yaralananlar vardır. Ölen devrimcilerin cenazelerine tek tek katılır Lalegül. O ortamda yakın akrabalar bile bu cenazelere katılamazken.
Bu çatışmadan yaralı çıkan oğlu bir gece bölgeden at sırtında ayrılırken eve uğrayıp aileyle konuşmak ister. Doğal olarak annesinin hemen kendisine sarılıp yaralarını ve sağlığını soracağını düşünmektedir oğul. O da ne! Anne gelir hiç bir şey sormadan katıldığı gerilla cenazelerini ve son gelişmeleri anlatır oğluna tekmil verircesine. Oğul şaşırır duruma. Lalegül adeta legal alanda devrimcilerin temsilcisi gibi bir rol üstlenmiştir.
Bölgeden yaralı ayrılıp İstanbul’a giden oğul, 1982’nin başlarında orada yakalanır. Altı ay müddetle çok ağır işkencelerden geçer. Kırk kiloya düşer, kolları felç olur.
Okur-yazar olmayan Lalegül tek başına düşer yollara oğlunu arar. Amasya-Ordu arasında bir günde 4-5 defa git-gel yapsalar da pes etmez, bulur oğlunun izini… Para yollar, görüşmek ister, avukatlara başvurur, konseye dilekçeler yazar. Enselerindedir işkencecilerin, katillerin… Görevlilerle tartışır kavga eder. Kaldığı otelde oğlunun ve devrimcilerin aleyhinde konuşan otelciye hakaret ederek ayrılır otelden; gider dışarıda arazide yatar.
Tutuklanır oğlu. Konuşmamıştır ve artık Samsun, Amasya, Erzincan, Çorum, Ankara cezaevlerinde diğer devrimci anneleriyle 10 yıl sürecek mücadele başlar.
İşte Samsun Askeri Cezaevi Müdürü Binbaşı Niyazi Zengin’le Lalegül’ün tartışması:
– Oğlum nerede, niye görüştürmüyorsun komutan.
– Oğlun ve arkadaşları hücrede. Görüş yasakları var..
– Neden?
– Kurallara uymuyorlar…
– Hangi kurallara?
– Paspas yapmıyor, elbise giymiyor, nizami sayım vermiyorlar.
– Kendi kaldıkları yeri mi paspas etmiyorlar?
– Hayır, askerlerin kaldığı maltayı…
– Bu dünyada kulluğu köleliği yıkmak için dağa çıkıp ölümü göze alan oğlum, senin askerinin altını niye paspas etsin… O kadar asker kendi kullandıkları yeri paspas edemiyorlar mı? Siz onları aşağılamak, onurlarını kırmak için yapıyorsunuz bunları. Elbette yapmayacaklar. Alın ölüsü sizin olsun!
Ama unutma binbaşı -kavak ağacını göstererek- gün geliyor şu koskoca kavak bile devriliyor.
On yılı da cezaevi yollarında, önlerinde direnişlerinde geçer Lalegül’ün. Bir gün bile dönüp oğluna ve kimseye artık yoruldum, yeter demeden… Hayata, olaylara türküler maniler, taşlamalar yakıp yakıştırıp söyleyerek, onlara yaslanarak…
Oğul Selçuk Haznedar, o günkü yazısını “Size Lalegül’le bir kadınlar günü hediyesi sunduk. İşte kadınların gezegendeki anlamı, büyüklüğü budur. Biliyorum, nice Lalegüller şimdi sizin yanı başınızda, sonsuzlukta. Lalegül’ün hepinize selamları var” şeklinde bitirmişti. Lalegül Ana ise o anda doksanını geçmiş olarak yataktan kalkamaz, yürüyemez haldeydi. Yaşamını Aybastı’nın Sefalık köyündeki evinde solumaya devam ediyordu. Devrimci mücadele ve hapishane döneminde oğlu, arkadaşı, dostu Selçuk Haznedar’ın ölümünü bile algılayacak bilinci yoktu. Sadece bu kadarla kalsa… Selçuk Haznedar’ın ölümünden sonra onun yoldaşı, anılarının, devrimci mirasının muhatabı Selami Haznedar da abisinin üzerinden bir yıl geçmeden kalp krizi ile aramızdan ayrıldı. Lalegül bu acıyı da bilmeden, hissetmeden 21 Haziran 2023’te küçük kalbine sığdırdığı büyük şeyleri Karadeniz yöresine bırakıp döne döne ruhunu canlandırdığı toprağın koynuna geçiverdi.
Güle güle 12 Eylül’ün zindan önü direnişçisi Lalegül Ana… Toprağın, çiğdemini, nergisini illaki lalelerini kuşanarak adını ezgilerle ırgalasın yaylalara…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.