Direnişlere ve direnme eğilimlerine dayanan bir mücadele cephesinin örülmesi devrimcilerin temel sorumluluğudur. Zira bu kuşatmayı kırmanın, bu savaşta bir cephe yaratıp hayatta kalabilmenin başka bir yolu da görünmüyor
Nihayet beklenen oldu. 30 yıldır failleri organize şekilde saklanan, korunan, Erdoğan tarafından aflarla ödüllendirilen, idam alanları bile yurt dışına çıkarılan, avukatlığı bizzat AKP’lilerce yapılan Sivas Katliamı davası zamanaşımına uğratıldı. Zaten son üç firari sanık için sürdürülen davadaki adaletsizliği ele alacaksak 14 Eylül’de zamanaşımı kararı verilen duruşmanın etkisinin ancak simgesel düzeyde olduğu söylenebilir. ’89 bahar eylemleri, Madenci Yürüyüşü gibi 12 Eylül sonrası yeniden yeşermeye başlayan halkın direngen damarlarını -gerekirse- katliamlarla zapt edip cezasızlık zırhına sokulan gerici kuşatmanın, bir ürünü olarak tarihe geçti. 14 Eylül’deki duruşma etki olarak simgesel bir anlam taşıyordu daha çok ama bugün bu gerici kuşatmanın simgeselliğin çok üstünde bir kuvvette olduğu aşikar.
Yardım ağlarından emek rejimine, kamu ihalelerine dayanan zenginleşme modelinden bürokrasi içindeki kadrolaşmaya, gündelik yaşamın düzenlenmesinden eğitime kadar hayatın her alanını saran gerici kuşatma, okulların açılmasıyla eğitim alanında yarattığı tahribatla öne çıkıyor. MEB’in Diyanetle imzaladığı ÇEDES protokolü, okullarda din dersi sayılarının on saatin bile üzerine çıkabilmesi, kız okullarının yeniden dile dolanması, imam hatip liselerinin ve ortaokullarının yaygınlaştırılıp çocukların bu okullara mecbur bırakılması… Halk, çocuklarını evinin yakınında olan imam hatibe, ulaşım ve yemek masraflarını nasıl karşılayacağını düşündüğü Anadolu lisesine ya da her yıl -gerekirse kredi çekerek- on binlerce lira vereceği özel okula gönderme arasında tercihe zorlanıyor.
Okulların açılmasıyla görüldü ki eğitim alanındaki tek sorun gerici kuşatma da değil. Servis, kantin ve yemekhane ücretleri, okullara ödenek ayrılmamasından dolayı velilerden zorla alınmaya çalışılan kayıt ücretleri ve ‘aidatlar’, sınıf mevcutlarının yüksekliği, öğretmen açığı, bir öğün ücretsiz yemek uygulamasının durdurulması… Adeta halkın önemli bir bölümünün çocuklarının iyi bir geleceğe sahip olmaması, çocukların sermayenin ihtiyaç duyduğu köleler olarak yetişmesi için iktidar tarafından açılmış bir savaş var. Bu savaş da din dersi tartışması ile örtülmeye çalışılıyor. Seçim sonuçlarında görülen muhafazakar seçmen sadakati bu konuda iktidarı cesaretlendiriyor.
Tarihin en büyük servet transferi de gerçekleşiyor bu süreçte. Milli gelir içinde emeğin aldığı pay, hiç olmadığı hızda düşüyor. Şimşek de Erdoğan da bu dönemin bir geçiş dönemi olduğunu söyleyip halka sürekli ‘sabır’ temennisinde bulunuyor. Ancak savaşın diğer tarafı, şirketler, patronlar TÜİK verilerine göre net kârlarını bir önceki yıla göre yüzde 422 artırdı.
Halka açılan savaşın bir enstrümanı haline getirilen enflasyonun en az bir yıl yükseleceği bizzat Merkez Bankası tarafından söyleniyor. Peki bir yıl sonra düşecek mi, düşecekse nasıl düşecek? Şimşek’in bu soruya cevabı da halkın daha da yoksullaştırılması yoluyla olacağı yönünde. Alım gücü daha da düşecek ki çeşitli mal ve hizmetler -zorunlu ihtiyaçlar bile olsa- alınmasın, alınamasın; talep düşünce de fiyatları düşsün. Bas bas bağırdıkları enflasyon hedeflemesi de bu korkunç senaryoya dayanıyor.
Seçimden hemen sonra dillendirilmeye başlanan ve geçtiğimiz günlerde yayımlanan Orta Vadeli Program da bu savaşın gidişatına dair bir ipucu veriyor. Seçim öncesinde Milet İttifakı’nın da sunduğu ‘vizyon’a yakın denebilecek, TÜSİAD programından ‘esinlenilen’ ve ‘finansal istikrar’, ‘yüksek katma değerli üretim’, ‘yeşil ve dijital dönüşüm’ gibi o programın kavramlarının bolca geçtiği bir IMF’siz IMF programı önümüze kondu. Bu programda -beklentiler zayıf da olsa söyleyelim- kamu yatırımlarında bir artış da yok, yoksulların milli gelirden aldığı payı artıracak önlemler de.
Yıllardır patronların ‘karın ağrısı’ olan kıdem tazminatı, Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi adı altında kaldırılmak isteniyor. “Güvenceli esneklik” adı altında belirli süreli sözleşmelerin yaygınlaşması ve buna bağlı olarak güvencesizliğin yaygın biçimlerinin yasal statüye kavuşturulması hedefleniyor.
Enflasyon hedeflemesinin daha da yoksullaştırmaya dayandığı bu programın lansmanında Şimşek, savaşın ne kadar sertleşeceğine dair bir ifade de kullanıyor: “Bundan sonra ücret düzenlemeleri hedef enflasyona göre yapılacak.” Bu zamana kadar neredeyse hiçbir enflasyon hedefinin tutturulmadığı, hep üstüne çıkıldığı bir süreçte özellikle kamudaki işçi ve memura seçim öncesinde verilen nispeten yüksek zamların acısını çıkarmak için adım atmakta gecikmediler. Bu elbette genel ücret düzeyinde de etkili olacak.
Bu savaş hayatın her alanında sosyal ve iktisadi bir tahribata yol açıyor. Tarihin en büyük barınma krizini yaşıyoruz. Halkın barınma hakkını gözeten bir konut politikası izlenmemesi, buna yönelik adımlar atılmaması, kiralarda ve konut fiyatlarında katlamalı bir artışı da engellemiyor. Bu durum da dava sayılarını mahkemeleri kilitleyecek düzeyde artırıyor. Mahkemeler bu toplumsal yıkımın en ‘kansız’ yaşandığı yer olabilir. Zira cinayetlerin, silahlı kavgaların, tehditlerin yaygınlaştığı bir durum var. Tahsilat mafyaları gibi tahliye mafyaları türedi, kiracıları, özellikle tek başına eve çıkmış kadınları, tehdit edip evden çıkarmaya zorluyorlar.
Enflasyonla birlikte yoksullaşmanın derinleştiği, henüz kitlesel işçi kıyımları başlamasa da işsizliğin artacağı yönündeki beklentilerin kuvvetlendiği bir sürecin, iktidar tarafından sadece ‘sabır’ telkiniyle yönetilmeyeceği açık. Halkı direnemez hale getirecek gerici kuşatmanın kapasitesi artacağı gibi direnişte ısrar eden kesimlere yönelik fiziki şiddetin artabileceğini Agrobay Seracılık’ta süren direniş gösteriyor.
Tarihin en büyük servet transferi sürecini yöneten faşist rejim, bu savaşta kendini de iç dengelerini yeniden dizayn ederek güçlendirmeye çalışıyor.
Bizzat Erdoğan tarafından İstanbul’a atanan Yerlikaya, İçişleri Bakanı olunca valiliği sürecinde de ‘sürtüştüğü’ Soylu ekibini tamamen tasfiye ediyor. Emniyet müdürleri görevden alınıyor, Soylu döneminde görevden alınanlar göreve iade ediliyor. Bu tasfiye sadece resmi kurumlar içinde olmuyor elbette. Saçaklanmış kontrgerillanın her hücresine sirayet ediyor bu tasfiye. Ankara’da Soylu’ya yakınlığıyla anılan mafya lideri Ayhan Bora Kaplan’a yönelik operasyon da bu noktada anlam kazanıyor. Yeni dönemi yönetecek ekibin bütünlüğü sağlanıyor, çatışmalar gideriliyor.
Peki bu savaşta bizim cephemiz, yani emekçilerin, halkın cephesi ne durumda? Oligarşinin bu düzeyde örgütlü gücünün karşısında bizim tarafımız cephe bile denmeyecek zayıflıkta.
Düzen muhalefeti kendi iç muhasebesine gömüldü. Seçim yenilgisi Millet İttifakı’nı dağıttı. İttifak seçimden sonra bir kere bile toplanamazken CHP kendi kurultayına odaklanıp yenilginin sorumluluğunu yükleyecek kişi/grup arayışına girdi. Bu süreçte siyasal hattını iyice sağa da çekti. Sezgin Tanrıkulu’nun TSK’nin yaptığı darbeleri ve köy yakmalarını hatırlatmasına bile tahammül edilemedi. Parti yönetimi, iktidarın trol ordusuyla yarışacak hızda kendi vekiline tepki gösterdi. İyi Parti’de ise ittifaktan kopma eğilimi kamuoyuna yansıtılırken bir yandan da bir sonraki seçim sürecinde ittifak içinde pazarlığı yüksekten açma fırsatı kollanıyor.
Seçim sonrasında muhasebe ve özeleştiri tartışmaları harlanan sosyalistler açısından da mevcut direnişlerin içinde ya da temas halinde olanlar dışında atıllığın sürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Yerel seçime dair tartışmalar da başladı ancak eski ezberlerin terk edildiğini söylemek zor. Halkın örgütlü gücünü, iradesini açığa çıkarma hedefinin odağa alınmadığı bir yerel seçim gündeminin ağrılığını artırması, geçtiğimiz seçim sürecinde sosyalistler açısından yaşanan trajedinin benzerinin ortaya çıkma ihtimalini de kuvvetlendiriyor.
Zaten iktidarın halka kan kusturacak bu programı hayata geçirmeyi düşünmesinin temel sebebi de halkın, emekçilerin bir cephesinin olmaması, dağınıklığın ve örgütsüzlüğün hakim olması.
Ama direniş eğilimlerinin olmadığını da kimse söyleyemez. Zira açılan bu savaşın yarattığı tahribata karşı yurdun dört bir yanından direnişler yeşeriyor.
Dersim’de enerji işçileri, Agrobay Seracılık işçileri, Trendyol Depo işçileri, Doruk Madencilik’te açlık grevine giren işçiler, Sputnik, Antep Başpınar OSB’de adeta birbirini izleyen fabrikaların işçileri, AKP’li belediyelerde de iş bırakan belediye işçileri, Plasmek, Folkart, İBB’ye bağlı İSKİ ve İGDAŞ işçileri, özel sektör öğretmenleri, İstanbul Finans Merkezi inşaatlarında çalışan inşaat işçileri… Hemen hepsi dayatılan sefalet ücretine karşı geliyor. Kimisine mücadeleci sendikalar öncülük ediyor, kimi de sarı sendikaları bile harekete geçmek durumunda bırakabiliyor.
Sadece işçi direnişleri de değil. Sivas’ta Koç Holding’e bağlı Demir Export’un altın arama faaliyetine karşı toprağına ve suyuna sahip çıkan köylüler de şiddetli itirazlarına rağmen imara açılan zeytinliklerinden vazgeçmeyen Dikmeceliler de direnişte.
Okulların açılmasıyla birlikte sorun yaşanan her okulun önünde veliler birikiveriyor örneğin. Ya da Antalya’da kurulan Kiracı Dayanışması, Meclis’in açılmasıyla kiracılar adına yasa çıkmaması durumunda Ankara’ya yürüyeceğini söylüyor.
Depremin üzerinden 7 aydan fazla geçmesine rağmen barınmadan ulaşıma, eğitimden sağlığa, enerjiden temiz suya kadar hiçbir sorunu çözülmeyen Hatay halkı kendi sorunlarının çözümü noktasında aktif görev almaya, Yaşam Meclisleri gibi yaygınlaştırılabilir örgütlenme örnekleri ile hayatlarının gidişatının belirlenmesi konusunda söz sahibi olmaya çalışıyor.
Emine Şenyaşar adalet talebiyle direnişine Ankara’da devam ediyor. Alınmayan önlemler nedeniyle trafikte yitirilen hayatlar için de sürekli bir adalet mücadelesi var. Son örneğini Ankara Batıkent’te yaya geçidinde Tesla marka bir aracın saatte 160 km hızla çarpması sonucu yaşamını yitiren Hürcan için verilen mücadelede görüyoruz.
Bu direnişlerin bir kısmı Meclis’in açılmasıyla rotasını Ankara’ya çevirip gündemlerini ülke sathında toplumsallaştırmayı hedefliyor.
Yani yaşamın her alanında yaratılan tahribata karşı bir direniş eğilimi var. Üstelik talepleri bile iç içe geçiyor. Direnişteki işçiler kira krizinden, çocuklarının eğitim masraflarından, faturalardan dem vuruyor. Ücrete bağımlılığın bu derece arttığı bir süreçte ücret mücadeleleri temel haklara yönelik mücadelelerle kaynaşıyor, mücadelelerin ortaklaşma, yan yana gelme imkanları artıyor. Sistem açısından tahripkâr olma potansiyeli de bununla birlikte yükseliyor.
Bugün bu direnişlere ve direnme eğilimlerine dayanan bir mücadele cephesinin örülmesi devrimcilerin temel sorumluluğudur. Sorun alanlarını mücadele başlığı olarak görüp bu alanlarda ilk temasları artırma, halkı kendi sorunlarının çözümü noktasında özneleştirme devrimcilerin gündelik pratiği haline gelebilmeli. Zira bu kuşatmayı kırmanın, bu savaşta bir cephe yaratıp hayatta kalabilmenin başka bir yolu da görünmüyor.