Tüm yetkilerin yürütme erkinde toplanarak yasama organının işlevsizleşmesinin sadece Türkiye halklarının sorunu olmadığını, bu durumun kapitalizmin açtığı yaralara tepkiyi kullanarak iktidara gelen sağ partilerin kitleleri dinsel ve milliyetçi kodlarla kutuplaştırdığı, muhalifleri hapse tıktığı, yargı bağımsızlığının yok edildiği, medyanın ele geçirildiği, demokratik kitle örgütlerinin zayıflatıldığı ve temel hakların ihlal edildiği yeni faşizme doğru gelişen otoriter yönetimlerin tipik özelliği olduğunu bu çalışma ile daha iyi anlıyoruz
“Ben nereye gittimse bütün zulumlardı
Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun”
Cemal Süreya
Aydınlanma, Rönesans, burjuva devrimleri gibi büyük sıçramalarla bugüne kadar gelen ve bu süreç boyunca birçok siyasal, ekonomik, sosyal hak elde eden insanlık geçen yüzyılın sonlarından itibaren yönünü geriye çevirmiş görünüyor. İnsan Hakları Bildirisi, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Eşitler Manifestosu, Halkın Şartları gibi tarihsel belgeleri yaratan sınıf mücadelesi ezilenler aleyhine değiştikçe uluslararası sermaye Washington Konsensüsü, Gats gibi anlaşmalarla rövanşı alıyor. Jean Jacques Rousseau’nun çağları aşan sesi Carl Schmitt’in çıkardığı gürültü ile bastırılırken demokrasinin yerine seçilmiş krallar, laikliğin yerine teokratik yapılar, kadının yerine aile ikame edilmeye çalışılıyor. Marx’ın Komünist Manifesto’yu yazdığı dönemde tarihteki devrimci rolünü teslim ettiği burjuvazi, şimdi orta çağa dönüşün motoru olma misyonunu üstlenmiş görünüyor.
Yasemin Özdek, Neoliberal Otoriter Dönüşüm ve Türkiye adını verdiği kitabında ulema ve cemaatlerin yönetimde artan ağırlığı, kadınların ikinci sınıf insan sayılması, yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması ve diğer faşizan uygulamaların İslamcı iktidarın hüküm sürdüğü ülkemize özgü sorunlar olarak görülmesi yanılsamasına karşı dinleri yedeğine alan kapitalizmin küresel çapta yürüttüğü saldırılara Avrupa’dan da örnekler vererek karşımıza çıkıyor.
Tüm yetkilerin yürütme erkinde toplanarak yasama organının işlevsizleşmesinin sadece Türkiye halklarının sorunu olmadığını, bu durumun kapitalizmin açtığı yaralara tepkiyi kullanarak iktidara gelen sağ partilerin kitleleri dinsel ve milliyetçi kodlarla kutuplaştırdığı, muhalifleri hapse tıktığı, yargı bağımsızlığının yok edildiği, medyanın ele geçirildiği, demokratik kitle örgütlerinin zayıflatıldığı ve temel hakların ihlal edildiği yeni faşizme doğru gelişen otoriter yönetimlerin tipik özelliği olduğunu bu çalışma ile daha iyi anlıyoruz. Yasemin Özdek, Polonya’da hükümetin yeterli çoğunluğa sahip olmadan anayasal düzeni ortadan kaldırmasını, milletvekili olmaktan başka bir sıfatı olmayan Kaczyinski’nin ülkeyi hesap vermeden yönetmesini, Brezilya’da Rousseff’e karşı girişilen sivil darbeyi örnek vererek havanın sadece Türkiye’de karardığını sananlara Dark World senaryosunun tüm dünyada oynanmaya başladığını gösteriyor. Kamu-özel işbirliği adıyla lanse edilen yönetişim zihniyeti sayesinde uluslararası sermayenin pek çok ülkede hükümetlere yasal düzenlemeleri empoze ederek dünya ekonomisini bir avuç sermaye grubunun hakimiyetine sokması ile yürütme elitlerinin etrafında oligarkların bitmesi arasındaki bağın anlaşılması aynı zamanda yerli oligarklarımız olan Limak, Cengiz, Kolin, Kalyon ve MNG şirketlerine 10 yılda 128 kez vergi ve harç indirimi yapılmasını da anlaşılır kılıyor. Dünyada en fazla kamu ihalesi alan 10 şirket arasında olduğu Dünya Bankası tarafından tescil edilen bu şirketlerin kayırıldığı ekonomik düzen oligopol piyasanın fotoğrafıdır. Laiklik karşıtı uygulamalar, kadın haklarının geri alınması yolunda atılan adımlar, yargının kontrol altına alınması için girişilen oyunlar, düşman ceza hukuku ve anayasasızlaştırma konuları ile siyasal rejimin dönüşümü tartışmasını açmaya devam eden Özdek, bu dönüşümü; serbest rekabet döneminde farklı kapitalist grupların parlamentoda bir araya gelerek kolektif çıkarlarını yasa haline getirirken kapitalizmin tekelci aşamasına geçilmesiyle birlikte kararların daha dar bir merkezden çıkması ihtiyacının doğmasının parlamentoya ait yetkilerin yürütmeye devredilmesini gerektirdiği ile açıklıyor. Anlaşılan o ki tekeller, parlamentodaki göreli çoğulluğun, ihtiyaç duyduğu yasaların hızla çıkmasını engellemesinden çekiniyor.
Kapitalizmin içine düştüğü krizden çıkış yolu olarak patriyarkaya nasıl sarıldığını anlatan bölüm, projeksiyonu feminizmin, sınıf mücadelesi ile burjuvazinin de teokrasi ile yollarının kesişimine tutuyor. Eşit işe eşit ücret mücadelesi zamanla anneliğe dayalı sosyal politikalar (doğum izni, annelik sigortası vs.) ve parasız doğum kontrolüne doğru açılıp bakım emeği sosyal hizmet kurumlarına devredilirken, kadınlar çalışma hayatına daha rahat katılabilmiş, sosyal güvenlikleri devlet tarafından karşılandığından bağımsızlaşabilmiş, ataerkil aile yapısının zincirlerini gevşetebilmişlerdi. Neoliberalizm devleti küçültmeye karar verdiğinde kamusal kreş ve bakım merkezlerini kapatmaya, yoksul kadınların, bekar annelerin sosyal yardımlarını kesmeye karar vermiş, kadınları aileye/erkeklere muhtaç hale getirecek bu saldırı için ataerkiye ihtiyaç duyulmuştu. Burada hak gaspından çok kadınlara karşı açılan bir savaştan bahsetmek daha doğru olacaktır. ABD’de 80’li ve 90’lı yıllarda sağcı grupların kürtaj kliniklerine ve doktorlara yönelik şiddet eylemlerinin kundaklama, bombalama, asit saldırıları ve cinayet biçimlerinde seyretmesi bu tespitin abartılı olmadığını açıklamaya yeter. 2008’de İstanbul’da gebelik testi yaptıran kadınların fişlenmesi, hamilelik bilgilerinin devlet tarafından kayıt altına alınması ve aileleriyle paylaşılması gibi muhaliflere reva görülen uygulamaların hayata geçirilmesi kadınların kapitalizm için potansiyel tehdit olarak görüldüğünün kanıtıdır. Tarih boyunca birbirlerinin üstüne haçlı seferleri ya da cihat ilan ederek yürüyen dinlerin patriyarkal cephede birleşmesi cennetin kapılarının kadınlara kapandığını haber vermek için yeni bir ayete gerek bırakmıyor. Bu konuda BM konferanslarında İslami hükümetlerle Vatikan’ın ortak tavır alması, bazı ABD’li dinsel kuruluşların Afrika kiliseleri ile ilişkileri, Hrıstiyan sağının uluslararası aile konferanslarına İslamcıların aile kongreleri ile eşlik etmesi söz konusu olan kadınlara saldırı olunca dinler arası barışın sağlanabileceğini ortaya koyuyor. Bu amaçla dünyanın birçok bölgesinde çokhukukluluğa yol veriliyor. Müslüman azınlığın davalarını çözmek için şeriat mahkemeleri kuran küffar İngiltere bunu hidayete erdiği için yapmıyor. Cemaatlere verilen maddi teşvikler seküler göçmen örgütlerinden esirgenerek bu topluluklar cemaatleşmeye zorlanıyor, azınlıklar dinsel kimlikler etrafında yeniden örgütlenip, ulema ve şeyh gibi otoriteler üzerinden kapitalizmin kontrolüne giriyor. Resmi nikah olmadan dini nikah kıyılmasına izin verilen ülkemizde de ‘çokkarılılık’ ve ‘çocuk evliliğinin’ önü açılıyor.
Avrupa’da “anti gender movement” adıyla feminizmin kazanımlarına saldıran hareketlerin İslami versiyonu ülkemizde de görülüyor. Cinsiyet eşitliği politikalarından dolayı mağdur olduğunu iddia eden erke/baba hakları(!) grupları da, neofaşistlerin feministlere karşı kullandığı nefret söylemi de yabancımız değil. 8 Mart 2019 günü “Türkiye Aile Meclisleri” adlı grubun cuma namazının ardından kadın haklarını hedef alan basın açıklaması ve dua çağrısı Avrupa’da uygulanmamış olabilir ama Katolik kilisesi ve Hrıstiyan dinsel örgütler de uzun zamandır cinsiyet eşitliğine, kürtaja, LGBT hareketine karşı çıkıyor. Polonya’da kadın örgütlerinin kaynakları kesilip Katolik örgütlere aktarılırken, bizde Milli Eğitim Bakanlığı, İslami vakıf ve cemaatlerle protokol imzalıyor, üniversitelerin kadın araştırmaları merkezinin adına “aile” sözcüğü ekleniyor. Şeyhülislam gibi davranan Diyanet İşleri Başkanı’nın fetvaları ile kurulmaya çalışılan kamu düzeninde ders içerikleri İslamileştiriliyor, kadının rolü anneliğe indirgeniyor, çocuk gelinlere yol veriliyor. TV kanalı, rehberlik büroları, irşat ekipleri, kadın vaizleri ile toplumsal yaşamı dönüştürmeye çalışan DİB çocuk-cami buluşmaları, apartman sohbetleri, KYK programları, işyeri sohbetleri, kahvehane ziyaretleri ile laikliği çarmıha geriyor. Kapitalizm krizine çare bulamıyor ama düzene itaatkar köleler yaratarak kendini koruma altına alıyor.
Rejim dönüşümünün bir ayağını da hukuk alanındaki sermaye saldırısı oluşturuyor. Bu alana “Alternatif uyuşmazlık çözümü“ gibi bir başlıkla el atan sermaye; tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama, müzakere, yargıç kiralama gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisini özel yargı piyasasına devrediyor. Kamu yararını gözeten ulusal mahkemelerin yerini sermayenin ihtiyacına göre hareket eden bir sektöre dönüşen özel yargı sistemi yüksek ciroları kasasına indiren hukuk şirketlerini de doğuruyor. 19. yüzyılda işçi sınıfının parasız yargı, kamuya açık ve duruşmalı yargı, parasız adil yardım hakkı gibi talepleriyle demokratikleştirdiği yargı sistemi bugün Dünya Bankası ve Avrupa Birliğinin dayatmalarıyla kamusal adaletin çöküşüne sahne oluyor.
Yargıyı adaletin aracı olmaktan çıkarıp sermayenin sopası haline getiren diğer dönüşüm geçmişte sömürgeci güçlerin kolonilerinde kurduğu ikili hukuk sisteminden ilham alıyor. Sömürge halkını yerel hukuka göre, emperyal güçleri kendi hukukuna göre yargılayan ‘çokhukuklu’ sistem bugün de halkı din, etnisite vb. kimlikler etrafında ayrıştırabilmekte işlevselliğini koruyor. Kalkınma ajanslarının kırsal bölgelerde yürüttüğü projelerle cemaat liderlerinin otoritesi artmakla kalmıyor devlete ait yetkiler de dinsel otoriteye aktarılıyor. Ülkesindeki Musevi cemaate özel tahkim yetkisi vererek dinsel kurallara göre verilen yargı kararlarını uygulayan Kanada devleti bunu tanrıların gazabından çekindiği için değil, müminlere saygısından hiç değil kapitalizmin ömrünü uzatmak için yapıyor.
Bir zamanlar mevcut iktidarı yıkabilmek için devrimci atılımlar yapan burjuvazi bugün iktidarını koruma derdine düşünce gerici bir kimliğe büründü. Emekçi sınıflara öncülük ederek elde ettiği kazanımları yok ederek tahtını korumaya çalışıyor. Demokrasiyi, laikliği ve kadın haklarını korumak bugünün devrimci sınıfı olan proletaryanın görevidir. Uluslararası sermayenin bize yaşatmaya çalıştığı yeni orta çağ ancak sosyalizme doğru ilerleyerek tarihe gömülebilir. Yerinde saymak ise mümkün değil. İnsanlık bir yol ayrımında değil yön ayrımında…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.