Egemenler cephesinde çözümsüzlük, onun karşısında da halkın oy hesaplarına, seçmen eğilimine indirgenemeyecek devrimci potansiyeli var. Cehennemin kapılarını kapatacaksak tek çıkar yol halkın bağımsız siyasal hattı, tek güvencemiz halkın örgütlü gücüyle açığa çıkacak bu devrimci potansiyel olabilir
6 Şubat’ta meydana gelen depremlerin üzerinden aylar geçti. Deprem sonrası açığa çıkan toplumsal seferberlik, yıllardır kendisini irili ufaklı hareketlenmelerle gösteren siyasal öfkenin ve direniş eğilimlerinin, kurucu potansiyelini de ortaya koyan özgün bir yansıması olarak yaşandı. Tektonik sarsıntıları siyasal, iktisadi ve ideolojik sarsıntılar takip etti.
AKP-MHP iktidarı bu süreci Hizbullahçı Hüda-Par ve Yeniden Refah Partisi gibi gerici unsurlarla ittifakını genişletme, siyasal baskı ve şiddeti artırma, devletin tüm imkanlarıyla muhalefetin her katmanını ezmeye ve parçalamaya çalışarak atlatmaya çalışıyor.
Erdoğan ve AKP-MHP iktidarının kaybetme ihtimalinin güçlenmesiyle birlikte ana akım muhalefetin yüzde 50+1 aritmetiğine dayanan “Erdoğan gitsin” siyaseti geniş bir kabul gördü. Seçim odaklı bir siyasal atmosferin baskınlığı ve sosyalistlerin bir kısmının da bunun bir parçası haline gelmesi toplumsal seferberlik halini gölgeleyerek ortaya çıkan öfkenin sandığa sıkıştırılması sonucunu yarattı.
Ancak halkın Erdoğan’dan kurtulma yönündeki isteğini yalnızca seçim gündeminin penceresinden okumak gerçeğin bir yüzünü görmemizi de engeller. Bu değişim arzusu seçim gündemiyle sınırlı değil. 21 yıllık İslamcı-neoliberal-faşist politikaların cehenneme çevirdiği bir hayat halkın geniş kesimleri tarafından reddediliyor.
Halkın değişim arzusunu ve politik potansiyelini salt bir aritmetiğe indirgemeyen, halkı tribünlere oturtmak yerine toplumsal değişimin öznesi haline getirebilecek ve gerçek bir değişimi getirebilecek bir politik hattın gerekliliği ve olanakları da bu keşmekeşe rağmen önümüzde duruyor. Deprem bölgesindeki büyük yıkım karşısında aylardır süren toplumsal dayanışma ve yeni bir yaşam kurma çabası da, dizginsiz sermaye saldırılarının yol açtığı tahribat ve faşist baskılar karşısında farklı alanlarda sürdürülen direnişler de seçimlere havale edilemeyecek sorunlara ve sandığa sığdırılamayacak bir mücadeleye işaret ediyor.
Depremin ilk günlerindeki hakimiyet kaybından sonra AKP-MHP ittifakı yeni bir saflaşmayla bu kaotik ortamda kendini toparlamaya çalışıyor. Büyük Birlik Partisi’nin ardından Hizbullahçı Hüda-Par ve Millî Görüşçü Yeniden Refah Partisi de ittifaka katıldı. İttifakın genişleme süreci de gericilik zemininin genişletilmesi yoluyla sağlandı. İstanbul Sözleşmesi’nin ardından 6284 sayılı Ailenin Korunmasına ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ve LGBTİ+’ların varlığı yeniden hedefe kondu. AKP içinde bile 6284 sayılı kanunun karşısında konumlanamayan vekillerin adaylıkları tartışmaya açıldı.
Kriz yönetimi sadece formel sandık ittifakı genişlemesiyle de sınırlı değil elbette. Kürt illerinde peşi sıra ilan edilen eylem yasakları, operasyonlar, gazetecilerden avukatlara ve milletvekili adaylarına dek uzanan tutuklamalar, muhalefetin seçim bürolarına saldırılar, provokasyon girişimleri de doğalgaz “müjdesi” gibi “seçim rüşvetleri” de bu genişlemeye eşlik ediyor.
AKP’nin yarattığı 21 yıllık neoliberal enkaz depremle birlikte ağırlaşırken tarihi önem atfedilen bir seçime gidiyoruz. Geniş bir kesimde enkazın sorumlusu olarak görülen Erdoğan’ın ve AKP-MHP iktidarının gönderilmesi umudu ortaya çıktı.
Faşist rejimin bu kadar baskısına rağmen bu umudun oluşması elbette hafife alınamaz. Ancak umutların bağlandığı Millet İttifakı ve onun sağcı bir koalisyonla kuşatılmış cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu arzu edilen değişimi sağlayabilir mi? Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesi halinde kendisiyle beraber iktidara ortak edeceği, cumhurbaşkanı yardımcılığı ve bakanlık koltuklarına oturtacağı kişiler AKP ve MHP artıkları değil mi? Ya da Brezilya seçimlerinde kullanılan ve burada da sıklıkla tekrar edilen analojiyle soralım: Cehennemin kapıları böyle kapatılabilir mi? (Cennetin kapılarının aralanmayacağı konusunda daha geniş bir mutabakat var zaten.)
Değişime dair bu kadar umut var ancak ne enkazı yaratan neoliberalizmden bir geri adım var ne de bu neoliberal-faşist sistemin aktörleriyle hesaplaşmaya dair bir güvence. Sosyalist bir program beklentisi kimsede yok ancak İstanbul Sözleşmesi’nin bile ortak mutabakata giremediği bir program kondu önümüze.
Temel sorunlardan bahsediliyor evet ama sorunun kaynağına inmeden ve çözümünü ortaya koymadan. Örneğin ‘Alevi’ dendi, ne eşit yurttaşlığa ne cemevlerinin ibadethane statüsüne ne de zorunlu din derslerine değinmeden. Ya da ‘Kürtler’ dendi ama bir hafta sonra siyasetçisinden gazetecisine, avukatından sanatçısına kadar onlarca kişinin gözaltına alınmasına bir şey deme ihtiyacı bile hissedilmedi.
Yüzde 50+1 aritmetiğine sıkışan, bu yönüyle de içerikten yoksun bir ‘Erdoğan gitsin’ fikrine tav olmamız bekleniyor.
Seçim dışı mücadelelerin siyaset dışı ilan edildiği, seçim aritmetiğinin esas alındığı ve halka bir “seçmen havuzu” muamelesi yapıldığı yerde politik faaliyet de yeterli sayıda seçmen ilgisini yakalamaya odaklanan bir gösteriye dönüşüyor. İnsanlar birer sayı, hayat bu sayıların oradan oraya kaydırılmasıyla kurgulanabilecek bir simülasyon, ince ince yapılan hesaplar, algoritmalar, pazarlıklar…
Gönül isterdi ki sosyalistleri bu gerçekliğin dışında tutalım. Ancak sorunun şahıslarda değil de seçim düzleminin kurallarında olduğunun en acı göstergesi belki de burası oldu. Emek ve Özgürlük İttifakı içindeki tartışmalar da bu gerçekliğin dışında cereyan etmedi.
Siyasetin merkezini seçim düzlemine oturtunca, seçim dışındaki bütün gerçekler, dinamikler, olanaklar ve potansiyeller tali kalıyor. Halkın özneleşebileceği değil, ancak destekçi konumunda olabileceği bir siyasal düzlem yerleşiveriyor.
Değişim arzusu, devrimci siyasetin yükselebileceği bir zemin olarak değil; ancak bir “oy potansiyeli” olarak görülebiliyor. Bu “oy potansiyeli”nin de beğeniye sunulan kürsü performanslarıyla bir adresten başka adrese kaydırılabileceği hesaplanıyor. Halkın sorun ve talepleri de bu kürsü konuşmalarının konusu yapılabildiği ölçüde gündeme alınıyor.
Örneğin milyonlarca insanın çadırlarda yaşadığı ve asgari yaşam koşullarının sağlanamadığı yerde artık deprem bile konuşulmuyor. İktidarın, yandaş kurumların yardım şovları, reklamları bitti. Barınma sorunu çözülecekmiş gibi adres gösterilen otellerde depremzedelere kapılar gösterildi. Yurtlara yerleştirilenlerin bir bölümü hâlâ orada. Ama bir bölümü de deprem bölgesine, enkazlarının başına “zorunlu geri dönüş” yolculuğuna çıktı bile. Ama bu, “siyaset”in konusu olamıyor bir türlü.
Maliyet hesabıyla alınmayan önlemler nedeniyle çadır alanları toza boğuluyor, asbest ve enkaz tozu yüzünden onbinlerce insan ölümcül hastalık riskiyle karşı karşıya bırakılıyor. Cezasızlıkla tırmandırılan erkek şiddeti çadırlara taşındı. Binlerce çocuk ve genç eğitimleri konusundaki belirsizlikle ve buna rağmen ısrarla yapılacak olan sınavın kaygısıyla boğuşuyor. Bunlar bile deprem bölgesinde bir mücadele ortaklığının zemini olamıyor.
Siyaset “Erdoğan gitsin”e, değişim arzusu “oy potansiyeline” sıkıştırılınca işçi sınıfının Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü 1 Mayıs da gösteri dünyasının bir nesnesine dönüştürülüyor. 1 Mayıs konuşulmuyor bile. Konuşanların bir kısmı da seçimin hatırına konuşuyor. Sendikalar bile 1 Mayıs’a günler kala seçim tutumu açıklama derdine düşebiliyor. Emek ve meslek örgütleri, usulen yaptıkları Taksim başvurusunun peşine düşmeden, 2023 1 Mayıs’ının Taksim’in yasaklı olduğu son 1 Mayıs olacağı yönünde dilek ve temenni açıklamakla yetinebiliyor. 1 Mayıs öncesindeki alan tartışması bile yapılmıyor. Taksim çağrıları bir polemik konusuna dönüşmüyor. Bırakın alan tartışmasını, 1 Mayıs için afiş asan ya da bildiri dağıtan da yok denecek kadar az.
Aritmetiğin büyüsü içinde pek görünmeyen, görünse de pek teveccüh gösterilmeyenler de var tabii.
Devletin kaderine terk ettiği ancak devrimcilerin inisiyatifiyle hayatta kalma mücadelesine tutunan deprem bölgesi halkı örneğin.
Direnen Mata işçileri, zafer kazanan Kartonsan işçileri, şantiyelerde ısrarla örgütlenen irili ufaklı direnişler, içlerinde depremzedelerin de olduğu bir toplamla sorunlarını çözebilmek adına Milli Eğitim Bakanlığı’nı masaya oturmaya zorlayan, bunun için Ankara’ya gelen özel sektör öğretmenleri ya da ilk defa kendi seçtikleri temsilcilerle toplu sözleşme masasına oturan, anlaşma sağlanamayınca da kalkıp Ankara’ya yürüyen Uluğ Enerji işçileri, greve çıkan Gübretaş işçileri…
Yoğunlaşan iş tempolarına, ek ödeme haklarının tırpanlanmasına karşı sokağa çıkan SGK emekçileri var.
Bu keşmekeşin ortasında 43 madencinin yaşamını yitirdiği Amasra maden katliamı davasında “Adalet” için örgütlenen madenci aileleri ve onların yanında olmak için Bartın’a giden avukatlar var.
Onca baskıya, katliama, tutuklamaya karşı teslim alınamayan Kürtler var örneğin. (Polis barikatı önünde dimdik sigarasını tüttüren ak yazmalı kadına, tutuklanırken “Kahrolsun faşizm, yaşasın özgür basın!” diye vedalaşan cesur gazeteciye saygıyla…)
Erkek şiddetine ve cezasızlığa karşı isyan bayrağını düşürmeyen, depremden sonra da hem deprem bölgesinde hem de yurdun dört bir yanında feminist dayanışmayı yükselten kadınlar var.
Polis terörüne ve parlamenter muhalefetin ilgisizliğine rağmen her hafta Galatasaray Meydanı’nı zorlamaya devam eden Cumartesi Anneleri var.
Muğla Deştin’de, Salihli’de, Bartın’da doğal alanlara, halkın ortak kullanım alanlarına sahip çıkan ve sermayeye peşkeş çekilmesinin önüne geçmeye çalışan yaşam savunucuları var.
Direnenler de var ve aynı ülkedeki bir başka siyasal gerçeklik olarak boy gösteriyorlar. Aritmetiğin esas alındığı bir politik zeminin gerçek aktörü olamıyorlar. Grevler, direnişler ancak ‘beğeniye sunulacak konuşmaların arka planı’ olarak kalabiliyor o düzlemde.
Sorumuzu cevaplayalım. Sonuç ne olursa olsun cehennemin kapıları seçimle kapanmayacak. Ancak bu bir umutsuzluk sebebi değil. Çünkü yaşadığımız yıkımın, ya da cehennemin, sorumlusu sadece “kötü yöneticiler” değil.
Neoliberal kapitalist sistemin deprem öncesinde var olan siyasal, iktisadi ve ideolojik açmazları depremle birlikte iyice derinleşti. Egemenler cephesinin küresel düzeydeki tartışma zeminleri de henüz bu krizlere çözümler üretmiş değil. Türkiye’de mevcut iktidar da en güçlü iktidar adayı olan Millet İttifakı da bu krizleri düzen içinde çözebilecek gerçekçi bir program öneremiyor.
Egemenler cephesindeki bu çözümsüzlüğün yanı sıra bugün oy hesaplarına, seçmen eğilimine indirgenemeyecek bir devrimci potansiyel var. Cehennemin kapılarını kapatacaksak da tek güvencemiz halkın örgütlü gücüyle açığa çıkacak bu devrimci potansiyel olabilir.
Depremin ardından soluğu deprem bölgesinde alan toplumsal seferberlik bu potansiyelin bir göstergesiydi. Henüz dört başı mamur bir programa kavuşmasa da deprem bölgesinde sosyalistlerin aldığı inisiyatifler, Türkiye’nin dört bir yanından gelen gönüllülerle halkın gerçek sorunlarının çözümü noktasında buluşulabileceğinin ispatı oldu.
Bir önceki yazımızda “Artık geriye dönüş mümkün değildir ve her şey yeniden kurulacak” demiştik. Erdoğan’ı gönderme isteği, yeniden inşa mücadelesinin bir basamağı olarak da görülebilir.
Halkın kendisinden başka kurtarıcısı olmadığını görebileceği, kendi sorunlarının çözümünde özneleşebileceği, sosyalist siyasetin toplumsal çatışmanın somut gerçekliği içinde örgütlenebileceği koşullar var. Mevcut direnişler, farklı düzeylerdeki hareketler bize bu siyasal hattın inşasının imkanlarını gösteriyor.
Deprem bölgesinde yaşam alanlarını toza boğan yıkım ekiplerine karşı harekete geçip basit önlemlerin alınmasını sağlayan Yaşam Meclisi’nin mütevazı girişimleri, cezasızlıkla yayılması teşvik edilen erkek şiddetine karşı dayanışmayı hem deprem bölgesinde hem yurdun dört bir yanında yükselten feminist hareket, farklı sektörlerde boy veren meşru militan işçi hareketlenmeleri, deprem bölgesinde ve yurdun dört bir yanında depremden etkilenen halkla kurulan dayanışma ağları, çocuklar için seferber olan gönüllüler, doğası için direnen yaşam savunucuları iyi bir hareket zemini sunuyor.
Halkı özneleştiren bu zeminde, bağımsız bir siyasal hattın ilerletilmesi devrimcilerin bugünkü temel sorumluluğudur.
Önümüzde 1 Mayıs var. Deprem sonrası seferberlik ve seçim atmosferi gibi muhalif kesimlerin motivasyonunun yükseldiği bir dönemde 1 Mayıs’a katılımın artacağı öngörülebilir.
Sosyalistlerin ve hatta sendikaların bile taşıdığı anlama yeterince ilgi göstermediği 1 Mayıs’ta halkın bağımsız siyasal hattını inşa etme iddiasının ve bu yöndeki çalışmaların alanlarda en güçlü şekilde yer bulması bu dönem için ayrı bir önem taşıyor.
Deprem sonrasındaki seferberliğe katılan gönüllülerin, deprem sonrasında farklı illere göç etmek zorunda kalmış olanların kendi talepleriyle alanlara taşınması, bu süreçte çeşitli hak mücadeleleriyle gündeme gelen kesimlerin, kendi kaderlerini patronların iki dudağına bırakmamak için fiili mücadeleyle emek hareketine soluk veren işçilerin, “Okumuş insan halkın yanındadır” diyerek deprem bölgesinde sürekli bir faaliyet yürüten ve örgütsel olarak kendini de bu dinamikle yeniden kuran üniversitelilerin, deprem bölgesinde ve yurdun dört bir yanında erkek şiddetine, cezasızlığa karşı dayanışmayı büyüten ve sokağı terk etmeyen feminist hareketin, “Çay bizim, söz bizim” diyen çay üreticilerinin, nükleere karşı sesini yükselten yaşam savunucularının sesinin 1 Mayıs’a taşınması bu çizginin gerçekçi bir alternatif olarak adres gösterilmesi açısından önem taşıyor.
Deprem bölgesinde devlet tarafından kaderine terk edilmiş, devrimcilerin inisiyatifiyle yaşama tutunma mücadelesi veren halkın 1 Mayıs’ı da ayrı bir öneme sahip. Halkın seçim gündeminin gölgesinde bırakılan yaşam mücadelesinin yıkık meydanlarda kendini hatırlatması; bir mağdur, yardıma muhtaç depremzede değil, kendi talepleriyle kendi yaşamını yeniden kurma mücadelesinde aktif bir özne olarak kendini göstermesi açısından bu 1 Mayıs büyük bir önem taşıyor.
Tek çıkar yol halkın bağımsız siyasal hattının inşası. Tek güvencemiz halkın örgütlü gücü.
Söz, yetki, karar, iktidar halka!
1 Mayıs’ta alanlara!