Özgürlüğün önündeki engellerin aşılması zorunludur. Dolayısıyla, nesnel koşullar, özgür iradeler tarafında değiştirilirse, özgürlük gelişecektir
Özgürlük, determinist olan bir şeyi değiştiremeyecekse, gerçek özgürlük sayılmaz.
Siyasette doğru hattı izlemeyi mümkün kılacak olan şey, güçlü ve sağlam felsefi görüşlere sahip olmaktır. Aksi takdirde dönem dönem gündeme gelen moda olan felsefi akımlar ve esen liberal rüzgârlar karşısında tutunmak zorlaşır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının, Marksizm’i, önemli ölçüde siyasal güçten düşürdüğü reddedilemez. Yaşanan deneyler, teorinin zenginleştirilmesini ve teorinin zaaflarının aşılmasını gerektiriyor.
Daha önceki yazılarımda, diyalektikten bahsetmenin yeterli olmayacağına işaret etmeye çalışmış, doğa diyalektiği ile toplum diyalektiği arasında ayrım yapmanın gerekliliğini vurgulamıştım. Zira iki tür diyalektik arasında ayrım yap(a)mamak, bilinç, eylem, irade, amaç gibi bireysel ve toplumsal tinsel özellikleri yeterince dikkate almamak demektir. Doğada bilinç, irade yoktur; oysa insansal ve toplumsal yaşam, bilinç, eylem, amaç, coşku, kararlılık gibi, doğada olmayan tinsel etkinliklerle doludur. Böylesi tinsel etkinliklerin önemi sürekli gündemde tutulmalıdır. Özellikle Eylem (Handeln) kavramının açıklanması, siyaset açısından son derece önemlidir.
Eylem, üç temel unsuru içerir:
Birincisi, ahlaki davranış. Çünkü eylem, diğer insanlar karşısında bir davranış biçimi olarak, iyi ve kötü davranışları ayıran bir niteliğe sahiptir. İyi ve kötü olanı ayırma yeteneğini gerektirir.
İkincisi; Özgürlük. Bir davranış biçimi olarak eylem, özgür iradeyi, özgürlüğü gerektirir. Ancak özgürlük, sadece iyi olan şeyi yapmaya yönelmez; özgürlük, kötü amaçlar için de kullanılabilir.
Üçüncüsü, Amaç. Amacın açık ve net olması, eylemin başarısı için elzemdir. Çünkü kendine hedef koymayan ve bu hedeflere nasıl ulaşılacağını ortaya koymayan insan, kurum, örgüt, toplum vb. tinsel ve eylemsel yeteneklerini geliştiremez.
Fakat unutulmaması gereken nokta şudur: Eylem, geçmişi değiştiremez, bugünkü koşullar altında yalnızca geleceği değiştirebilir.
İnsan eyleminin önemini temellendirmek için, felsefi konuları gündeme getirmenin gerekli ve yararlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bilginin ilerlemesi ve gelişmesi ile açık amaçları olan eylemliliğin gelişmesi, geleneksel düzeni yıpratırken, bulanık ve açık olmayan düşünce kimseyi bir yere götürmez.
Felsefenin ve bilimin en temel sorunlarından biri, determinizm (belirlenimcilik) ile özgür irade arasındaki ilişki sorunudur. Özgür irade var mıdır? İnsan iradesi özgür müdür, yoksa insan yaşamı önceden belirlenmiş midir? İnsan, kaderine mahkûm mudur? Yoksa koşullara uygun olarak kendi kaderini değiştirebilir mi? Böylesi sorular, filozofların ve bilim insanlarının karşısına önemli zorluklar çıkarmıştır ve hala çıkarmaktadır.
Şimdiye kadarki felsefe tarihindeki tartışmalarında esas olarak üç pozisyon ortaya çıkmıştır. 1. Özgür iradeyi reddeden determinizm. 2. Determinizmi reddederek, olasılığa ve bu nedenle özgür iradeye olanak tanıyan, İndeterminizmi (Belirlenemezcilik) savunanlar. 3. Özgür irade ile determinizmin uyumlu olduğunu ileri sürenler. Ben, bu üçüncü görüşü savunanlardanım. Bu görüşü temellendirmem gerekir.
Birinci ve ikinci görüş, determinizm ile özgür iradenin birbirini dışladığı görüşünde. Determinist bakış açısına göre, özgür irade yoktur; olaylar önceden belirlenmiştir. Özgür iradeyi savunanlar ise, özgür iradenin her türlü determinizmi dışladığını ileri sürüyorlar. Burada yanlış anlaşılan bir determinizm söz konusudur.
Sorunun açıklığa kavuşması için, ilk önce, kavramları netleştirmek gerekiyor. Yani determinizm denilince ne anlaşılıyor? Özgür irade ile ne kastediliyor? Böylesi soruların cevaplandırılması gerekiyor.
Determinizm, birçok anlamda, yani “Doğa Yasası”, “Belirlenim”, “Nedensellik”, “Zorunluluk” gibi çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Dolayısıyla, tek tip bir determinizm kavramı yoktur, bunun yerine farklı varyantları vardır. William James, determinizmi, sert ve yumuşak determinizm olarak ikiye ayırıyor. Bir başka yazar (Paul Edwards) ise, birçok determinizmden, yani etik, mantıksal, teolojik, fiziksel ve psikolojik determinizmden bahsetmektedir. Örneğin teolojik determinizm, her şeyin Tanrı tarafından belirlendiğini, her değişimin nedeninin Tanrı olduğunu ileri sürer. Demokritos’un, Laplace’ın ve Newton’un determinist anlayışlarını, tesadüfleri ve özgür iradeyi reddeden ‘sert determinizm’ (William James) olarak adlandırabiliriz. Burada determinizmin çeşitli biçimlerini (teolojik, etik, fiziksel, psikolojik, vb.) ayrıntılı ele almak, bu makalenin amacını ve sınırların aşar.
Determinizmin en yaygın anlamını temel alarak görüşlerimi açıklamaya çalışacağım. Determinizmin, en yaygın anlamı, geleceğin bugünden kesin olarak belirlendiğidir. Yani determinist (belirlenimci) görüşe göre, gelecek bugün tarafından belirlenmiştir. Determinizm, geleceğin nasıl olacağını, yani gelecek dünyanın tüm durumlarını açık ve zorunlu bir şekilde belirler. Yaygın olan determinist görüşe göre, geçmiş tarihin ve bugünün tamamı, olayların gelecekteki seyrini zorunlu kılar. Belirli bir geçmişe sahip olan dünyamızda, yalnızca tek bir olası gelecek vardır. Böylesi deterministik bir dünyada, olası tek bir gelecek vardır; ucu açık bir gelecek yoktur. İnsanın önünde bir yol ayrımı, kavşak yoktur; deterministik bakış açısına göre, gidilebilecek tek yol vardır, başka seçenek yoktur. İnsanın hiçbir manevra alanı yoktur. İnsan, zorunluluklar dünyasına mahkûmdur. Kısacası, determinist anlayışa göre, sürecin gidişatı önceden belirlenmiştir, özgür iradeye yer yoktur. Sonuç olarak determinizm, özgür irade olanağını ve olasılığını sıklıkla reddeder.
Özgür irade ile neyin kastedildiği ve determinizm ile özgür iradenin nasıl uyumlu olacağına geçmeden önce determinizmin tarihi hakkında kısa bilgileri gerekli görüyorum.
***
Determinist görüş, Antik Yunan’daki bazı doğa filozoflarına kadar geri gider. Antik Yunan felsefesi, esas olarak insanın kaderini belirleyen doğaüstü güçlere inanmazlar. Bir başka deyişle, Antik Yunan’da tanrılar, insanın kaderini belirleyen güç olarak görülmezler; hatta zaman kahramanlar, tanrıların buyruklarının tersini yaparlar. Bu nedenle, Antik Yunan düşüncesi, kader ve özgür iradenin birbiriyle uyumlu olduğu görüşündedir. Ancak, evrenin atomlardan oluştuğunu ileri süren bazı filozofların düşüncesi, özgür iradenin olmadığı yönündedir. Örneğin Demokritos, bu filozoflardan biridir. Demokritos’a göre atomların, hareketleri önceden belirlenmiştir ve başka bir alternatif gelecek mümkün değildir. Oysa atom teorisini benimseyen Epikür, bazı atomların yolundan sapabileceğini ileri sürerek, determinizm ile özgür iradenin uyumlu olduğunu savunan bir filozoftur.
Determinizm, yani çağda, özellikle empirik bilimler tarafından dile getirilmiştir. Özellikle Laplace ve Newton gibi düşünürler tarafından ele alınmıştır. Laplace, sadece geleceğin önceden belirlendiğini ileri sürmekle yetinmez, geleceğin zorunlu olarak öyle olacağını, olması gerektiğini iddia eder. Yani başka bir alternatif, başka bir yol mümkün değildir. Laplace’ın determinist anlayışında, rastlantıya, sapmaya, alternatif bir gidişata yer yoktur. Laplace’ın görüşünün daha iyi anlaşılması bir örnek verelim: Örneğin, elimizdeki metal parayı havaya atarsak, yazı mı tura mı gelir, kesin bilemeyiz, değil mi? Oysa Laplace’ın görüşüne göre, para havaya atıldığı andan itibaren paranın hangi yüzünün geleceği önceden bellidir. Onun sert determinist anlayışında tesadüflere yer yoktur.
Fiziğin iki temel alanı, biri büyük cisimler dünyasına geçerli olan makro fizik, diğeri ise atom-altı dünyayı inceleyen mikro fizik. Makro dünyayı inceleyen fizik, esas olarak Newton fiziği iken, mikro dünyan, Kuantum fiziğinin konusudur.
Newton’un mekanistik fiziği, özünde doğa bilimlerine ve felsefeye deterministik bir anlayışı dayatmıştır. Doğa yasalarına göre tasarlanan nedensellik, Newtoncu evren anlayışında özgür irade sorununu sorgulanır hale getirmiştir. Newton’un evren anlayışı, öngörülebilirliği temellendirmeye çalışmıştır. 20. yüzyılın başında fizik bilimi krize girdi.
Önceleri Newton mekaniğinin, evrenin bütün yasalarını içerdiği düşünülürdü. Yani her şeyin keşfedildiği, söylenecek başka bir sözün olmadığı sanılıyordu. Newton, ışık konusunda şöyle bir görüşe sahipti: Işık, ‘Corppuscule’ denilen madde akımıydı; parçalı, tanecikli bir yapıya sahipti.
Ne var ki, süreç içinde yeni olgular, örneğin, elektriksel ve manyetik olaylar gündeme geldi. Bu olgular, Newton mekaniği ile açıklamak mümkün olmuyordu ve Newton mekaniğinin (klasik mekaniğin) dışında kalıyordu. Newton, doğadaki tüm olguların mekanik olgular olduğuna inanıyordu. Ama ısı, ışık, enerji vb. henüz klasik mekanik tarafından tam olarak açıklanamayan olgulardı. Klasik mekanik, siyah cismin ışımasını, fotoelektriği vb. açıklayamıyordu. Krize giren fizik nedeniyle, bazı fizikçiler daha önce eter olarak tasarlanan maddenin yok olduğunu ileri sürdüler.
Fizik biliminde ortaya çıkan krizin nedenini Fransız düşünür Abel Rey, fiziğin deneyden kopmasından, matematik formüllerin fiziği işgal etmesinden kaynaklandığını ileri sürdü. Şöyle açıklıyordu:
‘Fiziği matematiğe yaklaştırmak yolunda sürekli girişimler olmuştur ve genel matematik anlayış, genel bir fizik anlayışına aktarılmıştır… Bu bütün deneycilerin karşı çıkışları, fiziğin anlama ve değerlendirme yöntemlerinin matematik anlayış tarafından istilasıdır. Üstelik örtülü olmakla birlikte gene de egemen bulunan bu etkiden ötürü değil midir ki, düşünce, fiziğin nesnelliği konusunda zaman zaman kesin görüşlere varmaktan çekiniyor, duraksamalara, dolambaçlı yollara sapıyor ya da fiziğin nesnelliğini kanıtlamak için engelleri aşmak zorunda kalıyor.’
Düşünür Abel Rey’e göre, kendini deneyden uzaklaştıran fizik bilimi krize giriyor. Ama bizzat fizik bilimcilerinin çoğunluğu krizin nedenini kavramaktan uzak kalıyorlar. Çünkü görelilik konusunda yollarını şaşırıyorlar. Maddenin gelişim diyalektiğini daha iyi kavrama yerine, fiziksel idealizme varıyorlar.
Yaşanan kriz, bizzat bilim ve ‘bilim’ kavramı üzerine bir tartışmayı başlattı. Zaten bilimin gelişmesi, deneysel girdiler ve deneysel anomaliler, ortaya çıkan yeni fenomenlerle ve çelişkilerle mümkün olmaktadır. Ortaya çıkan yeni olguları açıklayabilmek için, bilim ve bilimin yöntemlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiği ileri sürüldü. Ancak kısa zaman sonra şu anlaşıldı ki, bilimi yeniden gözden geçirebilmek için, bilime dışardan bakabilecek, yeni bir yönelime, yeni bir yaklaşıma gereksinim vardır; çünkü bilimin kendisi, bilimin içinden ‘bilimsel’ olarak inceleyemez.
Peki, bu yeni yönelim ve yeni yaklaşım nasıl bir şey olmalı? İşte bu noktada, bilime felsefi bir yaklaşım, yani Bilim Felsefesi gündeme geldi. Bu gelişmenin sonucu olarak, Poincare, Einstein, Planck, Bohr, Heisenberg gibi ‘bilim adamı/filozof’ dediğimiz bir düşünür tipi ortaya çıktı.
20 yüzyılın ilk çeyreğinde, Viyana’da Mantıksal Pozitivizm olarak adlandırılan felsefi akım, yalnızca gözlemlenebilir ve ölçülebilen şeylerin incelenmesi düşüncesini ortaya attı. Bu akıma göre, gözlem ve incelemenin dışında kalan şeylerle uğramak, anlamsız ve gereksiz metafizik bir çabadır. Dolayısıyla, bilim, gözlenemeyen ve ölçülemeyen şeylere dayanan metafiziğe uzak durmalıdır.
Mantıksal pozitivizm, bilim insanlarının çoğunun üzerinde etkili oldu. Ve kuantum fiziği üzerinde etkili oldu. Kuantum fiziği konusunda çok yanlış görüşler egemen olduğundan, bu konuya kısaca değinmek gerekiyor. Öncelikle Kuantum fiziği konusunda yaygın görüşe değindikten sonra, özneden bağımsız nesnel gerçekliği kabul etmeyen ve determinizmi reddederek, indeterminist (belirlenemezlik) bir görüşü ileri süren Kuantum teorisinin Kopenhag yorumuna değineceğim.
Felsefe tarihi üzerine Youtube kanalımda yayımladığım videolarda, özellikle Sofistler konusunu ele alan videoda, sofistler hakkında birçok yanlış önyargıların yaygın olduğuna dikkate çekmiş; bu yanlış önyargıların kaynağının tutucu filozof olan Platon olduğu görüşünü ileri sürmüştüm. Tabi, bu görüş, yalnız bana özgü bir görüş değil; birçok felsefe tarihi tarafından da kabul edilen bir görüştür.
Felsefe tarihinde olduğu gibi bilim tarihinde de bazı saptırmalar ve yanlış görüşler yaygındır. Örneğin, en yaygın ve yanlış görüşlerden biri, Kuantum Teorisi’nin yalnızca tek bir yorumunun (Kuantum Yorumu) olduğu ve bu yorumun alternatifsiz olduğu görüşüdür. Oysa Kuantum Teorisinin Kopenhag Yorumunun yanında, Kuantum teorisinin, nesnel gerçekliği reddetmeyen ve determinizm ile olasılığı birleştiren ikinci bir yorumu vardır.
Kuantum teorisi üzerine araştırma yapan birçok yazardan biri olan Victor J. Stengler, Bilinçsiz Kuantum (2019) adlı eserinde, Kopenhag Yorumuna alternatif olarak geliştirilen diğer yorumların ve görüşlerin, fizikçilerin çoğunluğu tarafından görmezden gelindiğini ve reddedildiğini vurguluyor ve fizikçilerin bu kayıtsız ve reddedici tutumlarını eleştiriyor. Stenger, ders kitaplarında Kuantum üzerine okutulan derslerin tek-yanlı ve yanlış olduğuna dikkat çekiyor. Konuyu araştırmadan önce, standart kuantum teorisi olarak da bilinen Kopenhag yorumu, kendisi dahil birçok fizikçi tarafından tartışılmaz sanılmıştır. Fakat yaptığı detaylı araştırmalar sayesinde, eşit derecede geçerli olan başka modellerin olduğunu öğrenen Stenger, bu alternatif modellerin öğretilmediğini vurguluyor ve bunun sonucu olarak Kopenhag’ın tek yorumunun yayıldığının altını çiziyor.
Oysa Kopenhag yorumuna alternatif olan deterministik yorumlardan biri, matematiksel olarak aynı sonuçları veren David Bohm tarafından geliştirilen modeldir. David Bohm, 1952 yılında yayınladığı önemli makalelerinde Kopenagencıların kullandığı aynı formalizmden hareket ederek, kuantum fiziğinin deterministik bir yorumunun mümkün olduğunu göstermiştir.
Kuantum Teorisi’nin Kopenhag Yorumu nedir? Einstein dahil, birçok bilim insanı neden Kopanhag Yorumunun eksik olduğunu ileri sürdü?
Kuantum kuramının Kopenhag Yorumu nedir? Kuantum Kuramının Kopenhag Yorumunu geniş bir şekilde ele alacak değilim. Öz ve kısa olarak değinmekle yetineceğim. Kopenhag Yorumu iki görüşe dayanıyor: Birincisi Fizikçi, Niels Bohr’un komplemerterprinzip (birbirini tamamlayan); İkincisi, Werner Heisenberg”in belirsizlik ilkesi. Bu iki ilkenin detaylı incelenmesinin yeri burası değil. Sadece bu ilkelerin neyi anlatmak isteğini kısaca belirtmekle yetinelim. Zira beni ilgilendiren bu ilkelerden hareketle çıkarılan felsefi sonuçlardır.
Bohr’un komplemerter prensibi şunu söyler: Atom dünyasındaki olguların bütünsel bir şekilde açıklanabilmesi için, klasik mekanikte birbirini dışlayan dalga ve parça olgularının birbirini karşılıklı koşullandıran olgular olarak ele alınması gerekir. Bohr’un komplemerter prensibi Heisenberg tarafından belirsizlik ilkesinde matematik olarak formüle edildi: Bir parçacığın konumu kesin olarak saptanırsa, hızı kesin olarak saptanamaz veya hızı kesin olarak saptanırsa, konumu kesin olarak saptanamaz. Konum ve Hız kavramları, Bohr’un anlayışına göre komplemerterdir, çünkü her ikisi aynı anda kesin olarak tam belirlenemez.
Niels Bohr’un görüşleri, iki felsefi önermeye yol açtı: Birinci önermeye göre, insandan bağımsız, maddi gerçeklik yoktur. Çünkü maddi gerçeklik, gözlemin nasıl yapıldığına bağlıdır. Yani kuantum dünyasında gerçeklik, gözlemci tarafından yaratılır. Kuantum gerçekliği gözlemcinin yarattığı bir gerçekliktir. Çünkü gözleme işi, elektronun durumunu değiştirir. İnsanlar bile, eğer gözlendiklerini bilirse davranışlarını ona göre ayarlarlar. Kuantum kuramına göre, kuantum dünyasındaki gerçeklik, gözlemci tarafından yaratılır.
Kopenhag Yorumunun ikinci görüşü, demin dediğim gibi, Heisenberg’in ‘belirsizlik’ ilkesidir. Bu ilkeye göre bir elektronun yeri (konumu) ve hızı (momentum) tam olarak ölçülemez. Örneğin, bir elektronun yeri belirlenebilse bile, onun hızını tam olarak ölçmek mümkün değildir. Veya elektronun hızını saptadığımız zaman, bu kez de elektronun yerini belirleyemeyiz. Elektronun gelecekte ne yapacağını belirlemek mümkün değildir. Olgular arasında nedensellik bağı yoktur. Sadece bazı olasılıklar vardır. Bu demektir ki, kuantum gerçekliğinde kesinlik yoktur. Gerçeklik istatistikseldir. Nedensellik ilişkisi artık geçerli değildir. Belirsizlik ve olasılıklarla karşı karşıyayız. Heisenberg’in belirsizlik ilkesinden, nedenselliğin ve determinizmin reddedilmesi gibi sonuç çıkarıldı.
Kopenhag Yorumunun, gerçekliğin özneye bağımlı olduğu, özneden bağımsız nesnel gerçeklik yoktur görüşünün, daha iyi anlaşılması için bir örnek yararlı olabilir. Diyelim ki, bir buzdolabı ve onun içinde de bir lamba var. Ama buzdolabının kapısını açtığımızda lamba yanar, ışığı görürüz. Dolayısıyla buzdolabının kapısı açıldığında, ışığı hem gözlemleyebilir hem de ışığın gücünü, aydınlık derecesini ölçebiliriz. Ancak buzdolabının kapağını kapattığınızda içerdeki ışık söner ve gözlemleyemezsiniz.
Işığın Kuantum Teorisinin Kopenhag Yorumuna göre, insan buzdolabının kapısını açtığı için, ışığın varlığını görüp, gözlemleyebiliyor; demek ki, ışığın varlığı, gözlemciye bağlıdır. Buzdolabı kapalı olduğu için, ışığı gözlemleyemiyoruz; dolayısıyla kapalı olan buzdolabında ışık yoktur. Yani Kuantum teorisi, kapalı olan buzdolabında ışığı gözlemleyemediği için, ışığın ontolojik varlığını reddediyor. Kısacası, Kuantum Teorisinin Kopenhag Yorumu, bir bakıma doğrudur, ama eksiktir. Neden?
Evet, ışığın gözlemlenebilmesi, ancak buzdolabının kapısı açıldıktan sonra mümkün olmaktadır. Bu kısım doğru. Ama Kuantum Teorisi, acaba ‘buzdolabının içinde ne var?’, ‘neler oluyor?’ gibi ontolojik soruları, metafiziktir diye geçiştiriyor. Bir başka deyişle, Kopenhag yorumu, gözlemlenemeyen şeylerin ontolojik varlığını kabul etmiyor; yani kapalı buzdolabı içinde, kapı açıldığında ışığın yanmasını mümkün kılan bir lambanın nesnel gerçekliğini, lambayı göremediği için, kabul etmiyor.
Einstein ve birçok bilim insanı, kuantum dünyasında gerçekliğin gözlemci tarafından yaratıldığı düşüncesini kabullenmedi. Yıllar önce, Solvay konferansında (1927), Einstein’ın başını çektiği bilim insanları ile Neils Bohr’un başına çektiği bilimciler bir araya gelerek, görüşlerini aktarmışlardı. Daha o zaman bile Louis de Broglie, ortaya attığı pilot dalgalar fikri ile kuantum teorisinin gizli değişkenler içerebileceğini ve kuantum fiziğinin deterministik yorumunun mümkün olduğu ileri sürmüştür
Einstein, fiziksel gerçekliğin insan tarafından bağımsız olduğunu savundu. Einstein, aynı zamanda, determinizmi reddeden belirsizlik ve olasılık ilkesine de karşı durdu. Olasılık ve belirsizlik düşüncesinden rahatsız olan Einstein şunları yazdı: ‘Bilimden beklediklerimiz açısından birbirimize karşıt kutuplarda toplandık. Siz (Bohr), zar atan bir tanrıya, bense gerçek nesneler olarak var olan şeyler dünyasındaki yetkin yasalara inanıyorum.’ (Vurgu Orkunoğlu)
Bu sorunun açıklanması, bir yandan determinizm meselesinin açıklanmasını, diğer yandan özgür iradeden ne anlaşıldığının ortaya konulmasını gerektirir. Amacım, genel olarak nedenselci determinizm ile özgür iradenin birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılmayan iki kutup olduğunu göstermektir. Bu çabanın zor olduğunun bilincindeyim.
Okuduğunuz yazının baş kısmında determinizm konusunda herkesin kabul ettiği tek bir görüşün olmadığına değinmiştim. Bu nedenle, yine kendi deterministik anlayışımı ifade etmem gerekiyor.
Esas olarak iki tür determinizm görüşü söz konusudur: Birincisi, Doğa Determinizmi (Naturdetermination); İkincisi, Nedensel Determinizmi (Kausaldetermination). Bu iki tür determinizm birbirinden farklıdır. Doğa Determinizminde özgür iradeye yer yoktur; oysa Nedensel Determinizm, nesnel koşulların değişiminde, özneye, özgür iradeye olanak sağlayan ve hatta nesnel koşulların değişmesinin nedeni olarak, öznenin eylemini kabul eden determinizm tipidir.
Determinizm ile özgürlüğün uzlaştığını, Epikür, Spinoza, Kant ve Hegel tarafından ileri sürülmüştür.
Aslında Kausaldetermination (Nedensel Belirlenim) görüşünü gelişmiş bir biçimde ilk olarak ortaya atan düşünür, Alman filozofu Kant’tır. Kant’ın en dahi görüşlerinden biri şudur: İnsan, doğal determinist süreçlere müdahale edemez. Ama insan ancak nedensel olarak belirlenmiş bir süreç söz konusu olduğunda, böylesi bir süreçlere müdahale edebilir ve yön verebilir.
Kant’ın görüşü, ufuk açıcıdır. Çünkü özgürlük, nesnel olarak belirlenmiş süreçleri değiştirebilirse, ancak o zaman özgürlükten bahsedilebilir. Aksi takdirde, verili nesnel koşulları değiştiremeyen bir özgürlük fikri, ayakları havada anlamsız bir sözden öteye gitmez.
Özgür irade ile kastedilen nedir? Özgür irade, insanın önündeki yollardan birini seçmesi demektir. Kimileri, özgür iradeyi ve özgürlüğü, ‘her istediğini yapma özgürlüğü’ olarak algılar. Oysa insanların istemleri, içinde yaşadıkları toplum tarafından dayatıldığından, özgürlük verili toplumun dayattığı istemleri yerine getirmek değildir.
Üstelik insan, her istediğini yapabilir mi? İnsanın, her istediği olanaklı mıdır? Kant, nesnel koşulları dikkate almadan, insanın her istediğini yapacağını düşünmesini Keyfi Özgürlük (Willkürsfreiheit) olarak değerlendirmişti.
Özgür iradenin ilk istemi, kendi varoluşunun temelini oluşturan zorunlu olanı aşarak özgürlük alanına geçmek ve özgürlüğü geliştirmektir. Çünkü özgür irade, özünde, zorunlu olan bir şeyden kurtulmaya çalışmak demektir. Özgürlük, determinist koşulların aşılmasını gerektirir; çünkü her özgür irade, genel olarak bir amacı gerektirir. Ama amacını gerçekleştiren insan belirli bir koşulda, belirli bir çevrede, belirli bir ortamda faaliyet gösteren biridir. Bir şeyi değiştirmek istemek, değiştirilmesi gereken determinist bir şeyin varlığını gerektirir. Eğer özgürlük, determinist olan bir şeyi değiştiremeyecekse, gerçek özgürlük sayılmaz.
Özgür irade, ilkin kendini sınırlayan determinist şeylerin bilincine varmayı, ikincil olarak da determinist koşullardan kurtulmayı gerektirir. Bu anlamda, determinizm ve özgür irade birbirini dışlamaz, tam ersine birbirini koşullandırır.
Hegel, ‘özgürlük, zorunluluğun bilincidir’ demişti. Bu fikrin doğru anlaşılması gerekir. Peki, özgürlük nedir? Zorunlu olan nedir?
Hegel açısından, bireyin hem kendisine karşı hem de topluma karşı görevlerini yerine getirmesi zorunludur. Dolayısıyla Hegel’in özgürlük anlayışı, etik olan ile politik olanın sentezine dayanır. Antikçağda bilim ve felsefe birbirinden ayrılmadığı gibi, etik ve politika birbirinden ayrılmazdı. Bunun sonucu olarak hem bilimsel açıdan ‘doğru’ ile etik açıdan ‘iyi’ olan birlikte alınıyordu. Hegel, yeni koşulları dikkate alarak, ‘doğru’ ve ‘iyi’ olanın sentezini yapmaya çalışır. Hegel açısından özgürlük, ‘doğru’ ile ‘iyi’ olanın sentezidir; Hegel’e göre, bireyin gerçek özgürlüğü, ancak akılcı ve dayanışmacı bir toplum içinde mümkündür.
Özgürlüğün önündeki engellerin aşılması zorunludur. Dolayısıyla, nesnel koşullar, özgür iradeler tarafında değiştirilirse, özgürlük gelişecektir. Hegel felsefesi, birey ile toplum arasında bir sentez yapmaya çalışır. Bir yandan Kant’ın soyut ve bireyci etiğini eleştirirken diğer yandan burjuva toplumunda bireylerin kendi özel çıkarlarını toplumun çıkarlarının karşısına çıkarmayı eleştirmiştir. Hegel, bireye değil, topluma öncelik tanıyan bir bakış açısından hareket ederek, özgürlük anlayışını geliştirmiştir. Çünkü Hegel açısından, eğer bireysel özgürlük, insanın toplumsallığı ile uzlaştırılamazsa, yani bütün toplumun özgürleşmesine götüremezse, bu bireysel özgürlük gerçek bir özgürlük değildir.
Hegel’in özgürlük anlayışı, klasik liberalizmin özgürlük anlayışından tümüyle farklıdır. Klasik liberalizm, özgürlüğü bireyin istediğini yapması olarak algılarken, bireyin özgürlüğünün devlet karşısında korunmasını savunur. Hegel, böyle düşünmez. Hegel açısından, eğer istem ve tercihlerimiz akla dayanıyorsa ve bireysel çıkarcı duygularımıza gem vurabiliyorsak, o zaman gerçek özgürlük mümkün olabilir. Yani gerçek özgürlük, akılcı bir devlette ve akılcı toplumsal düzende var olabilir.
Hegel ile Kant arasındaki önemli bir ayrım şudur: Kant, felsefeyi doğa bilimlerinin hizmetinde olmayı önerirken; Hegel, felsefenin doğa bilimlerine yön vermesinden yanadır. Hegel açısından doğa bilimleri, zorunluluklar alanıdır; oysa felsefe, özgürlük alanının akılsal ve tinsel feneridir.
Son dönemlerde ortaya çıkan ‘beyin determinist bir organdır’ veya ‘insanın bütün davranışları deterministtir’ gibi görüşleri, tehlikeli ve anlamsız bulduğumu bitirirken, şunu da vurgulamak isterim. Özgürlüğün karşısındaki tek engel, determinizmi Doğa Determinizmi olarak gören görüşler değil, aynı zamanda belirli ahlak anlayışları da özgürlük önünde engel teşkil eder. Bunu, ‘Seküler Ahlak neden Dinle Çatışır’ başlıklı bir başka yazıda ele alacağım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.