Sermayenin savaş örgütleri ezilen sınıfları savunmasız kılmak için ne kadar seçim meydanına hapsetmeye çalışırsa çalışsın, Türkiye toplumunun politik muhalefeti seçmen davranışına indirgenememekte, seçim meydanına sığmamaktadır. Neoliberalizme ve faşizme karşı direniş, örgütlü muhalefet güçlerinin dar sınırlarının ötesinde bir dip akıntı halinde seyretmekte ve kitleler gerektiğinde meşru militan bir hatta direnişe geçmekten geri durmamaktadır
İçinden geçtiğimiz çalkantılı siyasi süreci, spekülasyonların ve kısa vadeli olayların yarattığı kafa karışıklığından sıyrılarak, gerçek çatışma zemini ve devrimci siyaset olanakları ile kavramak istiyorsak şu beş kavramı irdeleyerek ele almalıyız: (1) Kapitalizmin tarihsel krizi, (2) direniş çağı, (3) sınıf savaşı, (4) savaş örgütü, (5) seçim meydanı. Türkiye kapitalizminin ve devletin krizini “kapitalizmin tarihsel krizi”nden bağımsız değerlendiremeyiz. Bir “direniş çağı”nda olduğumuzu yadsıyarak devrimci siyasetin imkân ve gerekliliklerini kavrayamayız. Bütün belirleyici siyasal aktörlerin giderek şiddetlenen “sınıf savaşları” üzerinde yükselen birer “savaş örgütü” olduğunu, siyasetin yalnızca ezilen sınıflar için “seçim meydanı”na sıkıştırılmak istendiğini görmezden gelerek kitle pasifikasyonunu ve faşizme karşı mücadelenin gerçek özne ve zeminlerini tanımlayamayız.
Öncelikle 2008’de patlak veren ve hâlâ aşılamayan küresel ekonomik krizin “kapitalizmin tarihsel krizi”nin bir yansıması olduğunu ve bugün yaşanan ekonomik, toplumsal, siyasal çöküntünün dünyanın hiçbir coğrafyasında bundan bağımsız düşünülemeyeceğini idrak etmeliyiz. Sorun “akılsız” siyasal aktörlerden, “doğal” felaketlerden, “sürpriz” olaylardan değil artık genişlemesinin sınırlarına dayanan kapitalist sistemin kendisiyle birlikte dünyayı içine sürüklediği çıkmazdan kaynaklanmaktadır. Elbette her ülke bunu kendi özgünlüğü içinde yaşamaktadır. Ancak ülkeden ülkeye değişmeyen gerçek şudur ki kapitalist sistemi yıkıp bir başka toplumsal düzeni, sosyalizmi kurmaktan başka çözüm yoktur. Sistem içi “iyi” aktörlerin “reform” ya da “demokratik geçiş” vaatlerinin sonu, hayal kırıklığından başka bir şey olmayacaktır. Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” vaadinde olduğu gibi, sistemin kendisiyle gerçek bir hesaplaşma yaşanmadığı sürece, krizler varlığını sürdürecek ve yaşam ve geçim koşullarının kötüleşmesi, demokratik hakların askıya alınması, yönetenlerin niyetinden bağımsız olarak bunları “kaçınılmaz” kılacak olağanüstü durumların ardının arkasının gelmemesi olağan durumun kendisi olacaktır. Bu tespit, nihai hedef olan devrimi tek çözüm olarak gösterip bugün için karamsarlık ve siyasetsizlik aşılamak değildir. Aksine olağanüstü durumda halkın devrimci potansiyelini yadsıyıp heba edecek olan olağan siyaset beklentilerine bel bağlamamaya yönelik bir uyarı, yalnızca adanmış azınlıkların değil başka çaresi olmayan yığınların zorlu ama sahici seçeneği olarak devrimci siyasete, bir sosyalist atağa çağrıdır.
Devrimci siyaset… Söz güzel, peki imkânı var mı? Kuzeyden güneye, emperyalist merkezlerden yeni-sömürgelere bütün dünyada birbiri ardı sıra gelen halk isyanları ve kitlesel direniş hareketleri ile bir “direniş çağı”na girdiğimizi idrak etmeliyiz. Aksi takdirde, sosyalist hareketin pek çok zafiyet barındıran öznel durumunu veri alarak, gerekli olduğunu söylediğimiz devrimci siyasetin en azından şimdilik maalesef mümkün olmadığı fikrine ikna olabiliriz. Mesela İzlanda’dan (2008-2009) Mısır’a (2011) uzanan halk isyanlarına bizim göğümüzle alakası olmayan bir gökyüzünde çakan şimşekler muamelesi yaparak, isyan ateşi bir park direnişinin (2013) kıvılcımı ile tutuşup kendi ülkemizi de sardığında şaşırabilir, bu “beklenmedik” gelişme karşısında hazırlıksız yakalandığımız bahanesine sığınıp siyasi iktidar mücadelesini “ilk seçime” bırakabiliriz. Oysa, seçimlerin olağan koşullarda yapılacağının bile geniş yığınlar açısından şüpheli olduğu günümüzde, bizzat bu güvensizliğin kendisi de dahil olmak üzere kitlesel hoşnutsuzluğu ve dip dalgaları büyüten koşullar isyan ve direnişin güvencesini vermektedir. 2022’de küresel ekonomik krizin yıkıcı etkileri karşısında Kazakistan’dan Ekvador’a, Sri Lanka’dan Bangladeş’e yaşanan ve sürmekte olan halk isyanları yalnızca belli bir ülkeler kuşağını değil tüm dünyayı etkileyen sarsıntının içinde gelişmektedir. Egemen sınıflar karşısında proleter görünümü giderek belirginleşen ezilenler, verili muhalefet örgütlerinin çapını kat kat aşan büyüklük ve yaygınlıkta isyan ve direniş hareketleri ile sahne almaktadır. Türkiye hariç değil.
Dünyada ve ülkemizde yaşanan bütün toplumsal ve siyasal süreçler, kimi zaman şaşırarak kimi zaman kanıksayarak izlediğimiz bütün çatışmalar, kapitalist toplum içi sınıf savaşlarının farklı görünümleridir. Kapitalizmin tarihsel krizi “uzlaşma”ya imkân bırakmadığı için, sınıflar arası ve sınıf içi çatışmalar süreğen ve şiddetli biçimlerde yaşanmaktadır. Sermaye emeğe yönelik saldırıları tırmandırırken proleterleşmiş yığınları yönetebilme çabası, farklı sermaye fraksiyonları arası çelişkiler, ezilen sınıfların rızasını ve egemen sınıfların birliğini sağlama yeteneği ortadan kalkan devlet aygıtlarının yaşadığı krizler de burjuva siyasetin yasal demokratik sınırlar içinde kalmasına imkân vermemektedir. Bugünün burjuva siyaseti proleterleşmiş halk kitlelerine karşı zorunlu bir savaş olarak yürütülebildiği için, mantıksal sonucunu faşist iktidarların yükselişinde bulmakta; egemenler arası mücadele de yasal ve yasadışı araçların birlikte kullanıldığı, devletin farklı kurumlarının da dahil olduğu iktidar mücadeleleri şeklinde yaşanmaktadır. Savaş ideolojik ve ekonomik araçlar ve zor aygıtları ile sürdürülmekte, sistem içi aktörler kendi siyasal mücadele alanlarını “seçim meydanı” ile sınırlamamakta, daha geniş bir alanda yürüttükleri sınıf savaşının gerekleri doğrultusunda “seçim meydanı”na müdahil olmakta / müdahale etmektedir. İster iktidarda ister muhalefette olsun siyaset sahnesinde belirleyen konumunda olan bütün partiler giderek bir “savaş örgütü” halini almaktadır.
Ancak burada bir dengesizlik var. Sermayenin savaş örgütleri vardır; devasa cüssesine rağmen proletaryanın ise ya yoktur ya da çok zayıftır. Siyaset, temsil alanına, “seçim meydanı”na daraltılmakta, devrimci sınıf da buraya sıkıştırılmaktadır. Bu da aslında daha geniş bir ölçekte süren sınıf savaşlarında hem iktidardaki hem de muhalefetteki burjuva siyaset aktörlerinin mutabakatı ile ezilen sınıfları savunmasız bırakmak için yapılmaktadır.
Türkiye özeline gelirsek, yalnızca Cumhur İttifakı’nın değil, Millet İttifakı’nın da halkı sokaktan uzak tutmaya çalışması, çatışmalı bir sürecin içinde olduklarını idrak etmemelerinden ya da tek yatırımlarını seçim sandığına yapmalarından değil, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarının öne çıkabileceği bir toplumsal hareketlilikle ters düşen sınıfsal tercihlerinden ve onların da çok iyi gördüğü isyan dalgalarının verdiği sokak korkusundan dolayıdır.
AKP başından bu yana bir “savaş örgütü” olarak hareket etti. Kendi İslamcı ideolojik pozisyonu içinde Türkiye’yi de dâr-ül harb, yani “savaş ülkesi” olarak gördü ve “harp hiledir” mantığı ile asla adil ve dürüst bir mücadele yürütmedi. Bu özellikleri neoliberal program açısından oldukça işlevseldi ve emperyalizm ve sermaye tarafından allanıp pullandı. Yabancı sermaye akışı ile desteklenen neoliberal yeniden yapılanma yıllarında emeğe karşı yürüttüğü savaş ile bütün sermaye fraksiyonlarının desteğini alan AKP, bunun siyasal alandaki tercümesini de devlet iktidarı için yürüttüğü savaşta sağın birliğinin sağlanması ve ABD’nin, Cemaat’in, liberal entelijansiyanın desteği şeklinde yaşamıştı.
Ne var ki 2008 krizinin ülkemize yansımaları 2010’lu yılların başında sermaye fraksiyonları arası çıkar farklılıklarını öne çıkardı. Yabancı sermaye akışının bol olduğu yıllarda bütün sermaye fraksiyonlarını tatmin edebilecek şekilde hem ucuz döviz hem de ucuz ve bol kredi sağlama imkânı varken, sermaye akışının kesilmesi ile bu imkân ortadan kalktı. İktidar kendi çevresine kümelenmiş sermaye grupları ile küçük ve orta ölçekli sermayenin ihtiyaçlarına yanıt vermeye odaklandıkça geleneksel tekelci sermayeden başlayarak farklı sermaye fraksiyonlarının eleştirileri ile giderek daha sık karşılaşmaya başladı.
Krizin Türkiye’yi yakından ilgilendiren uluslararası yansımaları da önce Tunus ve Mısır’a uzanan halk ayaklanmaları, sonra da bunu boğmaya yönelik emperyalist istila ve güdümlü iç savaşlar süreci ile devam etti. Bu müdahalede ABD’nin işbirlikçisi (aktif taşeronu) olarak Libya ve Suriye bataklığına giren AKP iktidarı, “emperyalizmle uyumlu (ılımlı) İslamcı rejimler kuşağı” yaratmaya yönelik emperyalist stratejinin başarısızlığa uğraması üzerine farklı tercihlere yönelen ABD ile istemeden ters düşmeye başladı.
Önce AKP-Cemaat çatışması, ardından da sağın (hem AKP’nin hem MHP’nin) ve kontrgerillanın parçalanması şeklinde gelişen süreç egemen sınıflar arası bu çelişkiler zemininde gelişti.
Ezilen sınıflar ile egemen sınıflar arası çelişkiler üzerinde yükselen toplumsal hareketlilik ise aksi iddialara rağmen, politik açıdan olgunlaşmamış ve parçalı da olsa, AKP iktidarının ilk on yılında bir dip dalga halinde büyük bir enerji ile sürdü. Gezi Direnişi / Haziran İsyanı yoktan var olmamıştı, dünya çapında gelişen hareketlilikle de ilgisiz değildi. Kobanê direnişi ile birlikte, Türkiye’nin batısından doğusuna uzanan ve iki yaka arasında olumlu bir etkileşim kuran toplumsal politik devinim, siyasi dengeleri değiştirecek bir noktaya geldi. AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerindeki yenilgisi, Gezi’den Kobanê’ye uzanan yeni sürecin ürünüydü. Bir savaş örgütü olarak AKP’nin ve müttefiklerinin bu yeni sürece yanıtı ise esasen “seçim yenileme” değil “isyan bastırma” oldu. 1 Kasım 2015 seçimlerinde muhalefetin yaşadığı hezimet de, bir faşist terör süreci olarak gelişen “isyan bastırma” siyaseti karşısında örgütlü muhalefet güçlerinin anti-faşist direnişe değil seçim kampanyalarına odaklanmasının ürünüydü. Kısa süre önce gözdağı niteliğindeki ağır hapis cezalarıyla sonuçlanan Gezi Davası ve hâlâ süren Kobanê Davası bu “isyan bastırma” stratejisinin devamıdır. Türkiye halklarının seçim düzlemine sığmayan direnişinin, örgütlü muhalefet güçlerinin sınırlı gücü ile orantısız bir dip dalga halinde sürdüğü günümüz koşullarında faşizme karşı direnişin koşulları ve dinamikleri sürekli gelişmektedir.
15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişiminin ardından gelen karşı-darbe süreci ile hem egemen sınıflar içi çelişkileri hem de ezilen sınıfların direnişini bastırmanın yolu “tek adam rejimi” görünümlü bir kontrgerilla koalisyonunda aranmıştır. Ne var ki “zor” ne bütün egemen sınıf fraksiyonlarını aynı anda tatmin edebilecek ne de işçi sınıfı içi hoşnutsuzlukları giderecek koşulları yaratabilmiştir. Saray kendi yakın çevresine daralan sermaye fraksiyonlarının, tarikatların ve bunlarla iç içe geçmiş suç örgütlerinin çıkarlarını korumaya odaklandıkça “bekâ” söyleminin, savaşlarla beslenmeye çalışılan milliyetçi saflaştırma çabalarının da etkisi zayıflamıştır. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde iktidarın büyükşehirlerde aldığı yenilgi de, Millet İttifakı’nı bir iktidar alternatifi olarak sahneye çıkararak, egemen sınıflar arası ve kontrgerilla içi fay hatlarını yeniden hareketlendirmiştir.
2019’dan bugüne durum çok da değişmemiştir. 2020 başında kontrgerilla içi hareketlenme gün yüzüne çıkmış[1], Erdoğan iktidarı uluslararası alanda ABD/NATO ve Rusya’nın içerde de farklı sermaye fraksiyonlarının çelişkili/çatışmalı beklentilerine yetişmeye çalışırken sürekli zikzaklarda ifadesini bulan bir türbülansa girmiş[2], herkesi aynı anda idare etmenin olanaklarının tükendiği 2021 yılı itibariyle de tercihini kendi iktidarının üzerinde yükseldiği egemen sınıf fraksiyonlarından, İslamcı örgütlenmelerden ve çıkar çevrelerinden yana yaptığını açıkça ortaya koyarak türbülanstan savaşı derinleştirme fazına geçmiştir. Onun savaşı artık ezilen sınıflar karşısında sınırsız bir saldırganlık potansiyeli barındırsa da egemen sınıfların ciddi bir kesimi karşısında savunmayı da içeren, saldırganlığını hem bunu yapabilecek gücü olmasından hem de başka bir çaresi bulunmamasından alan özel bir sınıf savaşıdır.[3]
İşte bu savaşta Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı farklı egemen sınıf fraksiyonlarının savaş örgütleri olarak, birer seçim ittifakı görünümünde olsalar da, devlet içi bağlantıları, farklı sermaye gruplarıyla ilişkileri ve uluslararası bağlantıları ile birlikte mücadele etmektedir. Halka sürekli seçim sandığını işaret etseler de hiçbiri mücadeleyi sandık ile sınırlamamakta, işin ciddiyetine göre davranmaktadır. Egemen sınıfların savaş örgütleri vardır. Ancak bu özel sınıf savaşı koşullarında, Türkiye toplumu büyük ölçüde proleterleşmiş ve kentlileşmiş olmasına, neoliberalizme ve faşizme karşı ciddi bir direniş potansiyeline sahip olmasına, sınıfsal çelişkilerin toplumsal hayatta giderek belirleyici hale gelmesine rağmen Türkiye işçi sınıfının bir savaş örgütü yoktur.
Peki işçi sınıfının savaş örgütü nereden çıkacak? Önümüzdeki süreçte işçi sınıfının bağımsız çıkarlarına dayalı siyaseti esas alan devrimci bir alternatif mümkün mü? Bu alternatif ezilen sınıfların bağımsız hareketi içinde somut bir seçenek olarak örgütlenebilir mi?
Karşımızda süreğen biçimde zayıflayan, çürümeden çözülme aşamasına geçen bir iktidar vardır. Sistemin krizi ve egemen sınıflar arası çelişkiler Tayyip Erdoğan iktidarının hareket alanını sınırlamakta, toplumsal desteği eriyen Erdoğan, bu durumu terse çevirecek müdahale araç ve imkânlarından mahrum kalmaktadır. Uluslararası düzlemde ABD/NATO’nun Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerine eskisi gibi hoşgörü göstermemesi, sermaye çevrelerinin geleneksel tekelci sermaye (TÜSİAD) ile başlayıp ticaret sermayesi (ticaret odaları) ile süren itirazları ve alternatif arayışları, bürokrasi ve kontrgerilla içi kimi unsurların açıkça Erdoğan’dan bağımsız ya da Erdoğan’a karşı hareketleri, bir sistem içi alternatif olarak Millet İttifakı’nın elini güçlendirmektedir. Erdoğan iktidarından kurtulma hedefi etrafında şekillenen politik saflaşmanın ana aktörü ve belirleyeni de Millet İttifakı’dır. Seçimlere katılımın yüzde 85’leri bulduğu Türkiye’de, “seçmen” bu gerçeği bilmekte ve hangi ideolojik pozisyonda bulunursa bulunsun bu sandık rasyoneli ile hareket etmektedir.
Ancak Erdoğan iktidarı karşısında muhalefet düzlemi seçim meydanı ile sınırlı değildir. Seçimlere ilgi ne kadar yüksek olursa olsun, sermayenin savaş örgütleri ezilen sınıfları savunmasız kılmak için seçim meydanına ne kadar hapsetmeye çalışırsa çalışsın, Türkiye toplumunun politik muhalefeti seçmen davranışına indirgenememekte, seçim meydanına sığmamaktadır. Neoliberalizme ve faşizme karşı direniş, örgütlü muhalefet güçlerinin dar sınırlarının ötesinde bir dip akıntı halinde seyretmekte ve seçim tartışmaları ne kadar ısınırsa ısınsın kitleler gerektiğinde meşru militan bir hatta direnişe geçmekten geri durmamaktadır.
Geçen yıl bir “Direniş Fraksiyonu”ndan[4] söz etmemize imkân veren hareketlilik, aradan geçen bir yıl içinde seçim artık ufukta görünür hale gelmiş olsa da ortadan kalkmamış, seçimde kendini kurtuluş adresi olarak gösterenleri de sorgulayacak biçimde ilerlemiştir. Üniversiteli gençliğin barınma ve KYK borçları sorunu etrafında yoksulluğa, gericiliğe ve faşizme karşı mücadeleyi iç içe geçirdiği kampanya ve eylemleri; yaşam pahalılığına ve yoksullaştırmaya karşı doğudan batıya uzanan “geçinemiyoruz” eylemleri; Ocak-Şubat 2022 işçi grevleri dalgası; kadın ve LGBTİ+ hareketinin kesintisiz dinamizmi; ekoloji direnişleri; adalet nöbetleri; sağlık emekçilerinin şiddete, yok sayılmaya ve piyasalaşmaya karşı öfkelerini sokağa taşıyıp barikatları yıka yıka yürüdüğü beyaz grevler; çay emekçilerinin meclisleşme çalışmaları, fındık üreticilerinin mitingi; metal, enerji, inşaat, tekstil, market, lojistik, eğitim, sağlık sektörleri başta olmak üzere hemen her sektörden işçi sınıfı katmanları içinde sefalet ücretlerine, örgütsüzlüğe, güvencesizliğe ve sarı sendikalara karşı gelişen kaynama; Trendyol, Migros ve Başkent Elektrik direnişlerinde görüldüğü gibi tekil bir direnişin etrafında hızla oluşabilen direniş ve dayanışma ağları… “Direniş” kurumsal siyasete bütünüyle kör bir pratikçiliğin adı değildir; yer yer iktidara geri adım attırarak, yer yer sistem içi muhalefetin programını belirleyerek, sistem karşıtı muhalefet aktörlerine de toplumsal bir karşılıkla sahicilik kazandırarak verili siyasal düzlemi de etkilemektedir.[5]
İktidarın, ekonomik krizin faturasını sert bir yoksullaştırma ile işçi sınıfına çıkaran ekonomi politikaları ve bu toplumu yönetebilmek için devreye soktuğu gericilik ve şovenizmle bezeli baskı ve şiddet politikaları direnişi geniş kitleler açısından kaçınılmaz ve ertelenemez kılmaktadır. Kasayı boşaltan ve umduğu yabancı sermaye akışını da sağlayamayan iktidar seçim öncesi bir ekonomik düzelme vadedememekte, propagandasını seçim sonrası düzelme üzerine kurmaktadır. Yani bu süreçte kitlelerin hoşnutsuzluğunu seçim ekonomisi ile bastırmak, acil ihtiyaç ve beklentilerini seçim sonrasına ertelemelerini talep etmek pek de mümkün olmayacaktır. Elindeki ekonomik araçlar sınırlanan iktidarın gerici şoven propagandayı tırmandıracak olması, kontrgerilla içi kaynamanın ezilen toplumsal kesimlere yönelik provokatif saldırılara davetiye çıkarması, tırmanan kadın, LGBTİ+, göçmen düşmanlığında ve Alevi ibadethanelerine saldırı örneğinde de görüldüğü üzere artık daha zengin özne, içerik ve yöntemlerle ele alınması gereken özsavunmaya yönelik ihtiyacı büyütecektir. Sınıf savaşının güncel somut görünümleri olarak, bu direniş eğilimleri ve çatışma düzlemleri, yazının başından beri temel sorun olarak ortaya koyduğumuz savaş örgütünün yaratılacağı devrimci politikleşme zeminine işaret etmektedir.
Peki tam da bugün yapılması gereken nedir? Kitlesel hoşnutsuzluğu besleyen yaşam pahalılığı, ücret yetersizliği, güvencesizlik, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamusal hizmetlerin iflası, enerji, gıda ve barınma krizi gibi güncel yakıcı sorunlar, direniş eğilimlerini sistem karşıtı içeriğiyle kavrayan bir politik programın oluşturulması açısından önemli imkânlar sunmaktadır. Bütün temel mal ve hizmetlerin üretiminde toplumsal mülkiyeti, işçi yönetimini, meta-dışılaştırmayı ve halk denetimini içeren kapsamlı bir kamulaştırma programı dışında çözüm yoktur. Bu, temsili demokrasinin çözülemeyen ve çözülemeyecek krizi ve faşizm karşısında demokrasi, eşitlik, özgürlük ve barış talepleriyle bütünlük içerisindedir. Sosyalistler içerisinde neredeyse evrenselleşen ve geniş halk kitlelerinde de olumlu karşılığı olan “Haramilerin saltanatını yıkacağız! Bizden çalınanları geri alacağız![6] Yepyeni bir ülke kuracağız!” sloganlar dizisi işçi sınıfının güncel ekonomik demokratik mücadeleleri ile politik iktidar mücadelesi arasındaki bağın popüler ifadesidir.
Programa ve slogana etkinlik kazandıracak olan, onun örgütlü toplumsal kesimler tarafından eylemli bir şekilde sahiplenilmesidir. Her biri kendi içinde değerli pratikler olsa bile, ne kent merkezlerine daralan bir protestocu eylem çizgisi ne belli sorunları gündeme taşımakla sınırlı kampanyacılık ne tekil direniş pratikleri ne de temsil alanındaki performansların başarısı yeterlidir. Bu pratikler kendi içinde hedef haline getirilmemeli, kitle ve alan hakimiyeti hedefiyle hareket edilmelidir. Bütün ezilen toplumsal kesimleri ya da onların yaşam alanlarını örgütlemek mümkün olmasa bile neoliberalizme ve faşizme karşı direnişte ön safta olan toplumsal kesimlere ve bölgelere (mahallelere, semtlere) yönelik, genelleştirilebilir, örnek alınabilir sektörel ve bölgesel örgütlenmelerin kurulması, sektörel ve bölgesel kitle çalışmaları içerisinde öne çıkan öncü unsurlara dayalı devrimci çekirdeklerin oluşturulması hedeflenmelidir. Kitle ve alan hakimiyeti olmadan savaş örgütü olmaz; kitle ve alan hakimiyeti olmadan direnişçi kitlelerin politikleşmesi ve direnişlerden kalıcı örgütlenmeler çıkması sağlanamaz, hayatın olağan akışını durdurulamaz, sınıfın bağımsız hareketinden söz edilemez, hak mücadelesi örgütlenemez, faşist saldırganlık karşısında özsavunma örgütlenemez, ikili iktidar perspektifli devrimci kitle/halk örgütleri kurulamaz.
Böylesi bir hareketin ittifak siyaseti ve seçim taktikleri de seçim meydanının değil sınıf savaşının gerekleri doğrultusunda daha zengin, tutarlı ve sağlam bir içerikle şekillenecektir. ‘Örgütlü toplumsal muhalefet güçlerinin ortaklık zeminleri’, ‘seçim ittifakları’ ve ‘neoliberalizme ve faşizme karşı direniş içinde kurulacak birlik ve dayanışmalar’ üç farklı ittifak zemini olarak ayrı ayrı ele alınmalı, devrimci bir siyaset açısından direniş içinde kurulacak birlik ve dayanışmalar esas alınmalıdır.
Neoliberalizme ve faşizme karşı direniş içinde devrimci siyasetin yeniden inşasına girişenlerin seçim meydanına da müdahalesi olacaktır. Ancak müdahale bir seçim örgütü gibi davranarak değil tam da direniş çizgisi içinde kitle ve alan hakimiyetine yaslanan bir savaş örgütü olarak, bağımsız devrimci siyaseti güçlendirme ölçütüne göre yapılmalıdır. Esas olan dip akıntılarla direnişi büyüyen devrimci sınıfı adressiz ve isyan bastırma karşısında savunmasız bırakmamaktır.
Dipnotlar:
[1] https://sendika.org/2020/01/kontrgerillanin-karni-agriyor-575070/
[2] https://sendika.org/2021/03/turbulansta-savas-fazina-dogru-612618/
[3] https://sendika.org/2021/10/hasta-adamin-savasi-635189/
[4] https://sendika.org/2021/09/direnis-fraksiyonu-630629/
[5] Enerji zamlarının ardından tepkiler karşısında tarifelerin kısmi geri adımlarla yeniden düzenlenmesi, Çay Kanunu Tasarısının geri çekilmesi, KYK borç faizlerinin iptal edilmesi vb. örneklerde görülen iktidarın geri adımları… İstanbul Sözleşmesi’nin yeniden yürürlüğe konmasının 6’lı masanın İslamcı bileşenlerine rağmen büyük ortaklar tarafından sahiplenilmesi, üniversiteli gençliğin KYK borçlarının iptali talebinin geriletilmiş biçimlerde de olsa Millet İttifakı’nın büyük ortaklarının programlarına dahil olması…
[6] Mülksüzleştirenleri mülksüzleştireceğiz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.