Muhakkak filmin sanatını değerlendiren ustalar çıkacaktır; o nedenle biz burada işin bilimine ve (bilim) felsefesine bakalım. Don’t Look Up’ta gösterilen bilim ne kadar gerçekçi? Ne tür tutarsızlıklar var?
Don’t Look Up (Yukarı Bakma), Netflix’in 2021 yapımı hit filmi. COVID-19, iklim değişimi, evrim ve genel olarak bilim inkarcılığının gırla gittiği bugünlerde, “şüphecilik” kisvesi altında sürdürülen bilim karşıtı paranoyanın varabileceği boyutları gösteren; komedi, dram ve bilimkurgu karışımı bir film. Filmde müthiş bir yıldızlar geçidi var (Leonardo DiCaprio, Jennifer Lawrence, Meryl Streep ve Cate Blanchett, oyuncular listesinin sadece bir kısmı), bu bakımdan hakkını vermek lazım; ancak ana tür olan komedi açısından ne kadar başarılı bir iş çıkarıyor, onu size bırakıyoruz (belki kara mizah veya satir denerek işin içinden çıkılabilir).
Muhakkak filmin sanatını değerlendiren ustalar çıkacaktır; o nedenle biz burada işin bilimine ve (bilim) felsefesine bakalım. Don’t Look Up’ta gösterilen bilim ne kadar gerçekçi? Ne tür tutarsızlıklar var?
*** Bu yazıda filmle ilgili az miktarda spoiler olacağı konusunda uyarmak isteriz. ***
Öncelikle, bu filme “katı bilimkurgu” demek zor olsa da işin bilim tarafının iş görecek kadar sağlam olduğu söylenebilir. Bu kısımda, filmin bilimsel iddiaları ve kısımlarıyla ilgili genel bir değerlendirme yapacağız.
Neowise: Filmdeki kuyrukluyıldızın ilham kaynağı
Filmin bilim danışmanı (en azından en önde gelen danışmanı), eskiden NASA’nın Jet İtim Laboratuvarı’nda çalışan, şimdiyse Arizona Üniversitesi Gezegen Bilimi Profesörü olan Dr. Amy Mainzer.[1] Liderlik ettiği ekibi, 2020 yılında 5 kilometre çapa sahip Neowise kuyrukluyıldızını keşfetmişti – ki filmdeki kuyrukluyıldız da az çok Neowise’dan ilham alıyor.[2] 2020 yılının mart ayında keşfedilen Neowise, aynı yılın temmuz ayında güneşe çok yakın bir noktaya ulaşmıştı.[3] Yani filmde gösterilen keşif ile çarpışma arasındaki 6 ay 14 günlük süre oldukça makul ve gerçekçi bir süre.
21 Temmuz 2020’de NEOWISE’ın Joshua Tree Ulusal Parkı’ndan (Kaliforniya, ABD) görünümü – Kaynak: Kalpa Semasinghe
Buna bağlı olarak, filmin başında gösterilen, kuyrukluyıldıza ait teleskop görüntüleri de oldukça isabetlidir. Tek sorun, bu görüntülerin çekildiği teleskobun, gözlemevindeki bütün ışıklar açıkken fotoğrafları topladığını ima eden sekanstır. Teleskopların gözlemevinin kendisinden kaynaklı ışıklar ile uzaydan gelen ışıklar arasında ayrım yapabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle bir gözlem yapılacağı zaman, istenmeyen ışık kaynaklarının hepsi yok edilir (örneğin gözlemevi tamamen karanlığa gömülür). Bunlar elbette ufak detaylar ve sinematik etki amacıyla bu tür detaylar görmezden gelinebiliyor; fakat bilmekte fayda var.
Filmdeki kuyrukluyıldız fotoğrafları
Yapay zeka çelişkisi: Dijitalleşme ve algoritma bağımlılığı
Film boyunca dijitalleşme ve algoritmalara bağımlılaşma sürecimiz, BASH Cellular isimli bir mega-firmanın araçları üzerinden oldukça isabetli bir şekilde gösterilmiş; hatta Metaverse-vari göndermeler de görmek mümkündü. Ancak yapay zekanın gücü klişe bir şekilde abartılarak, birçok bilimkurgunun düştüğü hataya düşülmüş. İzah edelim.
Filmde, bir insanın 22.740 yıl sonra bir ötegezegende nasıl öleceğini doğru bir şekilde öngörebilecek kadar güçlü bir yapay zeka olmasına rağmen; bir kuyrukluyıldızı parçalamakla ilgili risk ve sorunları doğru düzgün tespit edemediğimiz gösteriliyor. Yapay zekayı tanrılaştırıp da, onu var eden medeniyetimizi tanrılaştırmamak filmlerde çok sık düşülen, basit bir hata. Ne yazık ki Don’t Look Up da bu hatanın kurbanı olmuş.
Asteroid madenciliği çelişkisi: Anlamsız riskler…
Bir diğer tutarsızlık da asteroid madenciliği konusunda. Özellikle de son dönemde asteroidlere gönderilen araçlar (örneğin Hayabusa, Hayabusa 2 ve OSIRIS-REx) sayesinde giderek bilimsel olasılık radarına giren bir saha olmasına rağmen, pratik olarak asteroid madenciliği yapmaktan hâlâ oldukça uzaktayız. Bunun başlıca nedenleri arasında uzay uçuşlarının aşırı yüksek maliyeti, madenciliğe uygun asteroidlerin tespit edilmesindeki güçlükler ve uzay ortamında işlevsel bir madencilik operasyonu sürdürmek konusundaki deneyimsizliğimiz bulunuyor. Örneğin bu saha 2000’lerde popülerleştiğinde çok sayıda asteroid madenciliği girişimi türemişti; ancak bunların ayakta kalabilenlerinin hepsi, “genel amaçlı itiş/roket teknolojisi” firmalarına dönüştüler ve asteroid madenciliğinden uzaklaştılar.[4] Ancak gün gelip de bunu başardığımızda, dünyadaki kaynaklara nazaran pratik olarak sınırsız kaynaklara erişeceğimiz doğrudur.
Ne var ki film, bir senaryoyu takip etmek amacıyla bir yandan asteroid madenciliği sorunlarını birkaç ayda halledebileceğimiz teknolojilere (hâlihazırda) sahipmişiz gibi bir imaj yaratırken, diğer yandan gezegeni yok edecek bir riski almaya gerekeceği imasında bulunmaktadır. Bu, mantıksal bir çelişki yaratmaktadır: Eğer asteroid madenciliğini bu kadar kolay bir şekilde yapabileceğimiz düzeyde gelişmiş bir teknolojimiz varsa, trilyonlarca dolarlık maden çıkarmak için çok daha güvenli alternatifler bulmak zor değildir. Dolayısıyla sırf bu madenler için gezegenin tamamını (ve geleceğe dönük tüm gelirleri) riske atmak, günümüzün (vahşi) kapitalist şartlarında bile absürt bir tercih gibi gözükmektedir. Öte yandan filmde Mark Rylance tarafından enfes bir şekilde canlandırılan; Elon Musk, Steve Jobs, Mark Zuckerberg ve Jeff Bezos karışımı olan ürkütücü Peter Isherwell karakterini görünce, böylesi bir açgözlülüğün yapılmayacağı konusunda şüpheye düşmek pek de zor değil. Ancak yine de sırf bu nedenle asteroidi yön değiştirecek bir görevi yarıda kesmek hiç de akıl kârı değildir (gerçi filmde akıl kârı olmayan şeyler anlatıldığı için, sanıyoruz bu karar filmi tamamlamaktadır).
Asteroid riski gerçekçi mi?
Tüm bunlar bir yana, sanıyoruz asıl soru şu: Filmdeki türden bir çarpışma yaşanır mı? Cevap: Tartışmasız bir şekilde evet! Zaten filmde gösterilen, dünya tarihinde çok kez yaşanmış bir olay.
Genelde “meteor” veya “kuyrukluyıldız” dendi mi dinozorlar akla gelir; ama son 2,2 milyar yılda gezegenimize birçok kez devasa asteroidler çarptı. Örneğin Chicxulub meteoru, filmdekine benzer şekilde 10 kilometre çapa sahipti (filmde yanlış bir şekilde 5 kilometre civarında olduğu ima edilmektedir) ve ardında 150 kilometrelik bir krater bıraktı. O meteor 66 milyon yıl önce çarptığında, kuşlar hariç dinozorların tamamını ve o dönemde yaşayan bütün türlerin %75’ini yok etmişti. Bu, o büyüklükteki bir gök cisminin dünyaya en son çarptığı zamandı.
Filmde, böyle bir çarpışma sonucunda dünyadaki yaşamın tamamen silineceğine işaret ediliyor; ama muhtemelen en azından mikrobik yaşam, çok büyük ihtimalleyse 5-10 kilogramın altında olan hayvanlar hayatta kalabilirdi. Örneğin dinozorlar yok olmasına rağmen, bugün yaşayan insan da dahil bütün memeli hayvanların ufak kemirgen ataları 66 milyon yıl önceki yıkımdan çıkmayı başardılar ve baskın sınıf haline geldiler. Tabii film, insanın yok olacağı gerçeğine odaklanıyor – ki evet, sadece 9 kilometrelik bir göktaşı bile, belki “über” yeraltı sığınaklarına sığınanlar ve filmde gösterildiği gibi yıldızlararası yolcular hariç tüm insanları ve canlılığın çoğunu dakikalar ve saatler içinde silip atardı (dolayısıyla filmin en sondaki bitiş sahnesi komedik bir zorlama olmakla birlikte, bilimsel olarak tamamen imkânsız).
Ama dünya, bundan daha büyük asteroidlerle de yüzleşti: Örneğin 2,2 milyar yıl önce, bugün Güney Afrika olarak bildiğimiz bölgeye düşen Vredefort Meteoru yaklaşık 15 kilometre çapa sahipti ve ardında 160 kilometrelik bir krater bıraktı. O dönemde dünyada sadece mikrobik yaşam olduğu için anlamlı bir yok oluşa neden olmadı; ama bundan çok daha iri meteorların da çarptığı düşünülen ama henüz doğrulanamamış çok sayıda vaka var. Örneğin Avustralya’nın güneydoğusundaki Wilkes Land Kütle Birikimi, dinozorları yok edenden 2,5 kat daha iri bir meteorun izi olabilir -ki yapılan incelemeler, bu kütle birikiminin oluştuğu zamanı günümüzden 100 ila 500 milyon yıl öncesi arasına koyuyor.[5], [6] Bu aralıkta, 252 milyon yıl önce yaşanan ve dinozorlara gidecek soy hattının önünü açan Permiyen-Triyasik Yok Oluşu dönemi de var.[7], [8] Yani dinozorların yok olmasını değil de yükselmesini sağlayan yok oluş da bir meteorla tetiklenmiş olabilir; ama bu henüz kesin değil.
Wilkes Land’deki anormal kütle birikimi [Kaynak: Wikipedia]
Bu tür bir olay yaşanırsa, filmde gösterildiği gibi nükleer bombalarla parçalamak da dahil bir dizi yapabileceğimiz şey var: Örneğin NASA’nın yeni fırlattığı DART görevi, iri göktaşlarına doğru açıda ve hızda çarparak asteroidlerin rotasını birkaç santimetre bile olsa değiştirmeyi hedefliyor. Eğer bu saptırma yeterince erken ve yeterince başarılı olursa, o birkaç santimlik fark, milyonlarca kilometrelik bir yörüngede on binlerce kilometre sapmaya karşılık gelebilir ve dünyaya çarpmak yerine asteroidin dünyayı sıyırmasına neden olabilir.[13]
Filmde gösterilen nükleer bombayla parçalama kulağa havalı gelse de biraz riskli bir iş, çünkü genelde öyle 1-2 atom bombasıyla olacak bir şey değil (filmde de onlarca fırlatma yapılması gerektiği doğru bir şekilde gösteriliyor), yüzlerce atom bombası kullanmak gerekebilir ve buna rağmen asteroid, rotasından sapmak yerine onlarca daha ufak parçaya ayrılarak yine dünyada yıkım yaratabilir (ayrıca nükleer bombaları patlayabilir roketlerle uzaya göndermek fazlasıyla riskli bir iş).[14], [15] Daha güvenli bir yöntem, olabildiğince iri bir aracı, asteroid dünyadan yeterince uzaktayken onun yanına park edip, paralel bir şekilde uçurmak olur. Aracın kütleçekimi nedeniyle asteroid yavaş yavaş araca doğru kayacak ve rotası değişecektir (tabii asteroid de aracı çekeceğinden, yakıt kullanarak rota düzeltmesi yapmak gerekecektir). Ama henüz asteroidlerle mücadele konusunda çok az şey biliyoruz ve tam da bu yüzden bu asteroidlere ve onlardan kurtulma yollarına daha fazla kaynak ayırmamız lazım, zaten filmde verilen ana mesaj bu: Bilime kulak vermeyi öğrenmemiz gerekiyor. Buna işin felsefi tarafında tekrardan geleceğiz.
Yıkımdan çıkma yolları: Kriyojenik dondurma ve yıldızlararası yolculuk
Böylesi bir felaket olduğunda ötegezegenlere insan göndererek “paçayı yırtma” fikri çok cezbedici; ancak modern teknolojimiz dahilinde tamamen olanak dışı gözüküyor. Yıldızlararası mesafeler müthiş büyüklükte ve araçlarımız inanılmaz yavaş. Gönderilen görevin birkaç kişiden oluşması mümkün değil; ancak iri bir şehir kadar insanı göndereceğiz ki, muhtemelen on binlerce yıl sürecek yolculuk boyunca üreyebilsinler ve soyları devam edebilsin (bunun yaratacağı sorunları ve işin maddi boyutunu tahmin edebilirsiniz).
Bu nedenle bilimkurguda genelde “ışık hızında giden araçlar” veya “kriyojenik beden dondurma” gibi çözümlere sığınılır. Her ikisi de makul olan çözümler sayılmaz; ancak Don’t Look Up, daha biyolojik olan beden dondurmayı seçmiş. Ne yazık ki insan vücudu, kriyojenik olarak dondurmak için çok büyük (ve dolayısıyla kolayca parçalanıyor). Bu çok denendi ve ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı, dolayısıyla şu anda tamamen terk edilmiş bir araştırma sahası (mikrobik yaşamı dondurup çözebiliyoruz). Ama bu kadarının bilimkurguda olacağını söyleyerek görmezden gelebiliriz.
İşin bilim tarafını bu şekilde özetlemek mümkün. Elbette daha fazla detaya girip, daha çok bilgi verilebilir; fakat bunları fark etmeyi size bırakıyoruz. Ne olursa olsun, işin bilim kısmının anlatmaya çalıştığı gibi, eldeki veriler çok açık: İnsanlığı yok edebilecek türden bir olayın tekrar yaşanmaması için 1 tanecik bile neden yok. İşte sorun (ve filmin ana mesajı) da burada başlıyor.
Bu kısımda filmin felsefe, özellikle de bilim felsefesi açısından değerlendirmesini yapacağız. Bu, elbette daha bireysel/öznel yargıları içeriyor olacak ve yukarıdaki kadar “veri-odaklı” olmayacak. Buna karşılık, burada anlatacaklarımızın bilimsel metottan nasibini almış ve bilime değer veren herkesçe hemfikir olunabilecek mesajlar olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca, yukarıdaki analizde olduğu gibi, elbette filmde verilen mesajların tamamına değinmemiz imkânsız olacak; fakat yeterli bir analiz olacağına inanıyoruz.
Tersine dönmüş önceliklerimiz
Filmin özünde göstermeye çalıştığı şey, aslında gündelik yaşamlarımızın sıradanlığına ne kadar gömüldüğümüz. Varoluşumuzu ne kadar kanıksadığımız. Politik meseleler, gündemdeki konular, gündelik dertlerimiz bizi durmaksızın meşgul ediyor. “Dünyada”, yani evrende olan bitenden bihaber bir şekilde yaşamlarımıza devam ediyoruz. Halbuki bizim kontrolümüz dışında olan ama kontrol altına almak için çabalayabileceğimiz problemler, herhangi bir gün karşılaşabileceğimiz herhangi bir problemden çok ama çok daha önemli, en azından çok daha temel problemler.
Ama bize her ne olduysa önceliklerimiz, tam tersine dönmüş halde. Daha önceden, hayatta kalma ve üremeden, yani kendi varlığını koruma güdüsünün ne kadar temel olduğundan söz etmiştik. Ne tuhaf ki filmin dikkat çekmeye çalıştığı gibi, bir tür olarak kendi varlığımızı korumamızı sağlayacak asıl çabaların hepsi ikinci plana atılmış, önemsizleştirilmiş halde: Hastalıklar, meteorlar, küresel ısınma, depremler ve daha nicesi, yani varlığımızı direkt olarak tehdit eden, hala üzerlerinde inanılmaz az kontrolümüz olan meseleler, bize günlük yaşamı sekteye uğratan rahatsızlıklar, bir etkisi olmayacak, gelip geçici sıkıntılar gibi geliyor. Para kazanmak, kariyer yapmak, ün yapmak gibi şeylerse hayatta kalma güdümüzün yerini almış halde.
Yaşadığımız sistemde önceliklerimiz baş aşağı edildi ve farkında bile değiliz. Bir süredir var olduğumuz ve hasbelkader bir medeniyet inşa edebildiğimiz için, sürekli var olacağımız ve medeniyetimizin hep ayakta olacağı varsayımında bulunuyoruz. Bu varsayımın makul olduğunu gösteren 1 tane bile işaret yok. İçinde yüz milyarlarca galaksiyi barındıran, her biri içinde yüz milyarlarca yıldız bulunan, 13,82 milyar yıl yaşındaki bir evrende, 4,6 milyar yıl yaşındaki bir kaya parçası üzerinde, taş çatlasa 300.000 yıldır var olan bir türüz. Taş çatlasa 10.000 yıllık bir medeniyete sahibiz. Anlamlı bilimsel atılımları taş çatlasa son 300 yıldır yapıyoruz. Biz, daha yolun başında bile değiliz ve ertesi gün yok olmamızı engelleyen hiçbir şey yok. Ama sonsuza kadar var olacağımıza kendimizi çoktan ikna etmiş gibi davranıyoruz.
Bilim ve toplum arasındaki gerilim
Bize kalırsa bilim insanları ile toplum arasındaki gerilim de buradan patlak veriyor: Çünkü bu varsayımın hatasını gören birine diğerlerinin nasıl gözükeceğini bir düşünün. İçinde bulunduğumuz salgını ele alın: 1960’lardan beri tanıdığımız ve solunum yoluyla bulaşan bir virüs grubunun yeni evrimleşmiş bir üyesi, 2019’un sonundan beri toplumumuzun tabiri yerindeyse içinden geçiyor. Elimizin altında hem 3 asırdır kullandığımız aşılar var, hem de 1980’lerden beri geliştirilen yeni nesil aşılar var. 1900’lerden beri geliştirilen maske teknolojimiz var.[16] Orta Çağ’dan beri bilinen sosyal mesafe ve karantina araçlarımız var.[17] Üstüne bir de bütün topluma aynı anda uyarı ve yönlendirmede bulunabileceğimiz kitlesel iletişim araçlarımız, mikrobiyolojimiz, virolojimiz, epidemiyolojimiz var. Vahşi doğada olsak pıtır pıtır belki yarımızı eleyecek salgınları, binde 7 gibi ölüm oranlarıyla atlatabileceğimiz kadar gelişmiş hastanelerimiz, ilaçlarımız, bilimimiz var. Daha da hafif atlatalım, masum insanlar gereksiz yere ölmesinler istiyoruz, bilimin tüm araçlarını kullanarak salgına yönelik müdahaleler geliştiriyoruz. Çok da basit müdahaleler: Aşını ol, maskeni tak, mesafeni koru. Bitti gitti.
Buna rağmen insanlar, bu kadar basit şeyleri bile yapamıyorlar. Neden? Özgürlükleri elinden alınıyormuş. Neden? Ürünlere güvenmiyorlarmış. Dünya genelindeki yüz binlerce saygın akademisyenin yazdığı makalelere ve söylediklerine değil de, bulgularını YouTube üzerinden veya internet sitelerinden açıklayan doktorlara güveniyorlarmış – ki filmde de bu davranış kalıbı çok net bir şekilde gösteriliyor. Öyle değiller ama, haydi o inandıkları kişilerin de saygın doktorlar olduğunu varsayalım. Bunların değil de onların doğru söylediğini nereden biliyorsunuz? Bilmiyorsunuz.
Bildiğiniz tek şey var: İçinde bulunduğumuz durum rahatsız edici, belki korkutucu… Ve zihninizde, eğer tüm sıkıntının “abartı” veya “yalan” olduğunu söylerseniz, o sıkıntının ortadan kalkacağı sanrısını geliştiriyorsunuz. Bu yüzden hâlihazırda duymak istediklerinizi söyleyenleri “kahraman”, diğerlerini “düşman” veya “satılmış” ilân ediyorsunuz ve kendi doğrularınızı inşa etmeye başlıyorsunuz. İşte bilim insanlarını ve verinin peşinden gidenleri çileden çıkaran da bu tavır. Don’t Look Up, bilimin haklı çığlığını yansıtıyor.
Bilişsel kopukluk ve psikolojik savunma mekanizmalarımız
İnsanların bu psikolojik savunma davranışına, bilimde birçok isim veriliyor. Ama en göze çarpanı “bilişsel kopukluk” (İng: “cognitive dissonance”). Duyguları, düşünceleri, inançları ve değerleriyle çelişen bir bilgiyle karşılaşıp, psikolojik stres altına giren bireyler; o bilgiye yönelik veri, gözlem ve kanıtlar, kendi inançlarıyla örtüşene kadar veya inançları gerçeklerle örtüşene kadar, gerçeklere ters düşen davranışlar sergilemeye daha meyilli hale geliyorlar.[18], [19], [20]
Elbette bilime değer veren kişiler de bir tehdit karşısında psikolojik strese giriyorlar; ama salgın ya da meteor riski gibi stres faktörleri bu kişilerin dünya görüşünü oluşturan bilimsel veri ve objektif gerçeklerle hâlihazırda örtüştüğü için, bilişsel kopukluk yaşamıyorlar. Daha ziyade, stresin diğer bileşenlerinden, örneğin sağlık üzerindeki olumsuz etkilerinden mustarip oluyorlar.
Öte yandan bilime halihazırda pek kafa yormamış veya değer vermeyen kişilere aynısı olduğunda, birçoğunun ilk yaptığı şey inkâr etmek oluyor. Ve bu inkâr üzerine bir hikaye inşa etmeye başlıyorlar. O hikayeyi destekleyecek kişileri merkeze alıyorlar, onların ürettiklerini “gerçek” belliyorlar. Bu kişilerin “ürettikleri” şeyler, kimi durumda onlarca yıldır biriken verilerle tamamen çelişiyor olsa bile… Objektif veriler, iddialarının tam tersini gösteriyor olsa bile… O verileri üretmekte kullandıkları metotların yanlış olduğu bilinse bile… Daha önceden anlattığımız ispat yükü ve olağanüstü kanıt prensiplerini tatmin etmiyor olsalar bile, bu inançlarında ısrar ediyorlar. Ta ki ya gerçekler onlardan yana değişene kadar – ki bu neredeyse hiçbir zaman olmaz, ya da inançları ve değerleri, gerçeklerle örtüşecek biçimde değişene kadar…
Bu nedenle mesela başta aşılara karşıt olan kişilerin çoğu, yakınlarındaki birilerinin salgına yakalandığını gördükten sonra fikirlerini değiştiriyorlar.[21], [22], [23] Veya bu yüzden COVID’e yakalanıp da bir nefes daha alabilmenin değerini anlayacak noktaya gelen kişiler, doktorlarına “Bana aşı yapın ne olur” diye yalvarıyorlar.[24], [25], [26], [27], [28] O noktada, belki iş işten geçmiş olsa bile, bilişsel kopukluk kırılmış oluyor ve inanç sistemi, gerçeklerle örtüşecek biçimde baştan geliştiriliyor. Sosyoekonomik durumu, çevresi veya şansı dolayısıyla bu duruma henüz düşmeyen kişilerse, yalanı sürdürmeye ve yeni kurbanlara yaymaya devam ediyorlar. Ama eldeki sorunda, mesela salgının gidişatında, iklimin değişiminde veya asteroidin rotasında köklü bir değişim olmazsa ve bu unsurlar türü tehdit etmeye devam ederse, yeterince uzun süre geçtiğinde elbette bu kişiler ya ölüyorlar ya yılıyorlar ve hatırlananlar, o gerçekleri en başından söyleyen bilim insanları ve o sorunlarla gerçekten savaşmayı seçen kişiler oluyor.
Bugünkü aşı karşıtlığının aynısı 1800’lerde de de vardı, birebir aynı argümanları kullanıyorlardı ama o karşıtların hiçbiri bugün hatırlanmıyor, çünkü hepsi hatalıydı. Ve yine yanılıyorlar. Bu bir fikir değil, yanıldıklarını biliyoruz. Yukarıdaki videoda da anlattığımız gibi, bu kişiler yine unutulacaklar ve arkalarında sadece zarar verdikleri insanların anısını bırakacaklar. Çünkü gerçeklere karşı kazanamazsınız. Gerçeklerin, er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.
Gerçek, ne zaman gerçek olur?
Burada filmde çok üzerinde durulmayan bir diğer noktaya değinmemiz de çok önemli: Dünyaya doğru bir asteroidin gelmesi veya bir diğer kritik örnek olarak iklimin yıkıcı bir şekilde, insan faaliyeti nedeniyle değiştiği gerçeği, bilim insanları onu keşfetti diye gerçek olmuyor. Bilime değer verenler diyor diye gerçek olmuyor. Amerikan başkanı, FDA, CDC, Sağlık Bakanlığı, o, bu, şu söyledi diye gerçek olmuyor. Veya başkanın tutucu taraftarları nihayet yukarı bakıp da gerçeği gördüler diye de gerçek olmuyor. Gerçek, bizim onu bilmemizden, anlamamızdan, kabul etmemizden tamamen bağımsız olarak zaten gerçek.
Bilimi kötüye kullananlar yok mu? Filmde gösterildiği gibi, sadece kendi emelleriyle örtüştüğünde bilime sarılan yöneticiler yok mu? Elbette var! Olmaz mı? Başımızın belası bunlar! Ama bu, bilimin çalışmadığını göstermiyor. Bilimin söylediklerinin yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Bizim, yönetici seçmek konusunda berbat olduğumuz anlamına geliyor.
Dolayısıyla bilim ile politik mesajların örtüştüğü dönemlerde de, bilimden şüphe etmek kadar anlamsız bir şey yok. En sık düşülen hata bu. Politikacıların çıkarlarını sorgulayın, sizi tutan yok. Sorgulamazsanız hata edersiniz, vatandaşlık görevlerimizden belki de en önemlisi seçilmiş devlet memurlarını hizada tutmak. Bilimin metodunu da sorgulayabilirsiniz; ama bunu politikadaki gibi halk arenasında değil, bilim arenasında yapmak zorundasınız. Çünkü demagoji ve “alternatif doğrular” politikada işe yarayabilir; ama bilimsel metotta bunların yeri yok.
Bilime neden güveniyoruz?
İşte gerçekler, bizim inançlarımızdan bağımsız olarak gerçek olduğu için bize o gerçeği objektif olarak ortaya çıkarabilecek bir araç, bir yöntem lazım. Bunu bugüne kadar başarabilen tek bilgi türü bilim. Bu yüzden bilime güveniyoruz.
Bu yüzden bilimin tartışmasız bir şekilde koyduğu kanıtlara rağmen, aşılara, iklim değişimine, insanların kendilerinden önce gelen hayvanlardan evrimleşerek var olduğuna veya dinozorların yok olduğuna inanmıyorsanız bile, bu videoyu bilimin ürettiği bir araç üzerinden izliyorsunuz. İnkarcılığınızı bilimin araçlarıyla yayıyorsunuz. Bilim karşıtı toplantılarınıza, bilimin ürettiği araçlarla gidiyorsunuz. Çünkü bilim, çalışıyor.
Telefonunuzu, arabanızı, evinizi üreten bilimle iklimin değiştiğini veya canlıların evrimleştiğini veya aşıların çalıştığını söyleyen bilim aynı bilim. Ürettiğimiz bu metot, evrenle ilgili gerçekleri ortaya koymak ve daha önemlisi onları araca dönüştürmek konusunda müthiş ve rakipsiz bir başarıya sahip. Alternatif bütün yöntemlerden kat kat daha az hata yapıyor. Ve o hatalardan öğrenen, o hataları tekrar etmemek için elinden geleni yapan yine bilim camiası oluyor. Anlayacağınız, bilime güvensizlik bizi asla daha iyi bir noktaya götüremez, bu çok açık. Filmin ana mesajı da bu.
Başımızın belası: Doğrulama önyargısı ve algıda seçicilik
Aslında bu, “doğrulama önyargısı” ile ilişkili bir konu ve bilişsel kopukluğun temelinde de bu yatıyor: Bizler, inançlarımızı ve değerlerimizi doğrulamak istiyoruz. Bu, bizim en büyük bilişsel zaaflarımızdan biri. Bizi (ve inançlarımızı) doğrulayacak verileri cımbızlayıp, gerisini görmezden gelmeye meyilliyiz – ki nasıl yaptığımıza bağlı olarak, bu davranışımıza “cımbızlama safsatası” veya “algıda seçicilik” gibi isimler veriliyor. İnançlarımıza ters düşen veri sayısı arttıkça, o veriler ışığında inançlarımızı gözden geçirmek yerine, onlara daha sıkı sıkıya gömülmeye meyilliyiz. Buna psikolojide “geri tepme etkisi” diyoruz.
Ama tüm bu hatalara, bilim insanları da açık, bunu çok iyi anlamamız gerekiyor! Filmde yine bir Hollywood klişesine sığınarak derinliksiz “nerd” karakterler gibi gösterilseler de, bilim insanları da en nihayetinde insan. Ama arada bir fark var: Bilim insanları, daha da önemlisi onların takip etmek zorunda oldukları metot, bu zaafların farkında. Bu zaafları biliyor. Onları elimine edecek mekanizmalar geliştirmiş halde ve geliştirmeye de devam ediyor. Bu araçlar hata payını belki %0 yapamaz, ama sizin oturduğunuz yerden vardığınız bir sonuca nazaran, varılan sonuçların isabetsiz olma riskini milyonlarca kat azaltan metotlar bunlar. Filmde sözü edilen akran denetimi, yani “peer-review” gibi mekanizmalar, hep bunların uzantıları. Bilimin bu konularda sıkıntısı hiç yok değil; ama en azından kendimizi kandırmadığımızdan emin olmak için elimizden geleni ardımıza koymadığımız, evrensel bir yöntem inşa etmiş haldeyiz. Çünkü unutmayın: En kolay kandırabileceğiniz kişi, kendinizsiniz.
Sosyal kimlikler: “Biz” vs. “Onlar”
Tüm bunları anlatarak bile tetiklediğim çok riskli bir diğer konu var: Sosyal kimliklerimiz… Bu sitenin okurları, kendilerini bilimsever kimliğiyle tanımlayan, bilime değer veren kişiler. Bilime şu anda değer vermeyen veya hiçbir zaman kulak vermemiş kişilerse, kendince deneyimleri olan, belki başlarından veya bir tanıdıklarının başından bir hastanede kötü bir şeyler geçmiş olan, belki internette okudukları sahtebilim ve bilim inkarcılığı kuyularına istemeden düşmüş olan insanlar. Sonuçta herkes bilim insanı olamaz. Herkes bilimsel metodu kullanamayabilir. Ama ne olursa olsun bunlar, bizlerin sosyal kimlikleri, inşa ettiğimiz “sosyal balonlar”.
İnsanlar burada saydıklarıma nazaran çok daha basit nedenlerle bile birbirini ötekileştirmeye ve kamplaşmaya hazır canlılar. Dolayısıyla sırf bu filmden ve bilimin çalıştığından bahsetmek bile, “biz” ve “onlar” ayrımı yaratacak. Niyetimiz asla bu olmasa bile… Filmde gördüğümüz de buydu: “Yukarı Bak” diyenler ve “Yukarı Bakma” diyenler… Ama yapılan çalışmalar, bu farklardan ve onların yüzeyselliğinden söz etmenin, bu kampları eritmenin en güçlü yolu olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu yazıyı sonlandırmadan önce, bunu yapacağız.
Dünya yangın yeri!
Şunu net bir şekilde anlamamız gerekiyor: Bilimi savunan, bilimi anlatan, bilime değer veren insanlar olarak, birilerinin iddia ettiği gibi onun bunun maşası, bilmem kimin fonladıkları falan değiliz. Bizler de sizler gibi hayatını olabildiğince iyi, mutlu, huzurlu, sevdikleriyle sürdürmeye çalışan sıradan insanlarız. Belki tek farkımız, bunu yaparken inşa ettiğimiz gerçeklik algısını, gazetelere, internet forumlarına veya haberlere göre değil de ya da üyesi olduğumuz “güvenilmez ama eğlenceli” ve “bize benzer arka plana sahip kişilerden oluşan” bir sosyal medya grubunun söylediklerine göre değil de, bilimin keşfettiği verilere, akademik makalelere, bilim konferanslarında sunulan verilere dayandırıyor olmamız. Bunların objektifliğe daha yakın olduğunu biliyor, anlıyor ve kabul ediyor olmamız. Ki ne diyoruz? Bu yöntemin de hata yapabileceğini biliyoruz. Ama en azından bunu kabul ediyoruz, bunun yaşanmadığından emin olmak için aktif çaba sarf ediyoruz.
Bunu yaptığımızda gördüğümüz bir gerçek var: Dünyamız, yangın yeri… Salgını boş verin, bunlar gezegenin hastalığının semptomları, hastalığın kendisi değil. Gezegenimiz, yanıyor. İnsanlar olarak inşa ettiğimiz bu muhteşem medeniyet, kontrolsüz bir büyüme fazından geçtiği için, var olan kaynakları düzgün planlamaksızın yok etti ve hızla yok etmeye devam ediyor. Dünyanın ekosistemi içerisinde kurulan dengeleri alt üst ettik.
Bunları söyleyen hiç kimse, medeniyetimize veya insani değerlere karşı olan kişiler değiller. Tam tersine! İnsan medeniyetinin arşa ulaşması için, sonsuzluğa erişmesi için, bu gezegeni ve üzerinde yaşayan her canlıyı olabildiğince korumamız gerektiğini biliyor ve anlıyoruz. Bunu yapmadığımız her sene, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini daha fazla ve geri döndürülemez risklere sürüklüyoruz. Başımıza gelen felaketlerin önemli bir bölümü de bizim bu vurdumduymazlığımızın, eğer kulak tıkarsak sorunların ortadan kalkacağı sanrımızın bir sonucu.
Bu yazıda, konuyu daha fazla uzatmamak adına filmde gösterilen siyasi şarlatanlıkların detaylarına, sosyoekonomik göndermelere falan hiç girmedik. Onlar, başlı başına ayrı bir yazıyı hak ediyor ve eminiz işi bu açıdan ele alacak yazılar zaten yazılacaktır. Ne var ki onlar, bize kalırsa en bariz, en tartışmasız sorunlarımız. Biz burada size daha temel olan bilişsel sorunlarımızı anlatmaya çalıştık.
Şunu kabullenmemiz gerekiyor: Dünyaya dev bir “asteroid” yaklaşıyor. Bu asteroid illa bir “göktaşı” olmak zorunda değil: İklim değişimi, sosyoekonomik eşitsizlikler, bilim inkarcılığı, kâr amacıyla gezegeni satmak konusunda gözünü kırpmayacak ve gözünüzün yaşına bakmayacak kan emiciler… Bu, çok başlı bir asteroid, çok sayıda yıkımı getirecek bir asteroid. Ve bu, felaket tellallığı değil, verilerin gösterdiği apaçık bir gerçek. Evet, o asteroid çarpmadan önce yapılan her uyarı felaket tellallığı gibi gelecek; ama unutmayın, o asteroid çarpma noktasına geldiği zaman alacağınız her önlem de nafile olacak.
İşte bizi bu tür bir asteroide hazırlayacak, hatta ondan kurtarabilecek tek yol, onunla ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak, bunda hemfikir olabiliriz, değil mi? Bunu yapabilecek tek araç da bilim. Başka bir yol varsa, gerçekleri bilimden daha objektif ve evrensel bir şekilde ortaya koyabilecek bir yöntem varsa siz söyleyin, onu uygulayalım. Ama yok.
Dolayısıyla bir tür olarak hayatta kalmak ve ilerlemek istiyorsak, bu var oluş savaşında yan yana, omuz omuza yer alabilmemiz için, sizden tek bir ricamız var: Yukarı bakın! Gerçeği göreceksiniz. Yıldızlara ulaşmak için ihtiyacımız olan her şeye sahibiz. Tek yapmamız gereken, ölümümüze saniyeler kala gerçeği fark edip de kurtuluş yolları için yalvarmamıza neden olacak yanlış dürtülerimizi dizginleyip, medeniyetimizi doğru, rasyonel, bilimsel kararlar üzerine inşa etmek.
“Beş duyuyla donanmış insan, etrafındaki evreni araştırır ve bu maceraya bilim der.”- Edwin Hubble, Astronom
Kaynaklar ve İleri Okuma:
Kaynak: Evrim Ağacı
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.