Askeri faşist rejimler ve Latin Amerika (1): Reformist faşizm analizleri

19 Mart 2021 09:05

Poulantzas’da olduğu gibi faşizmin, Bonapartizm ve askeri diktatörlükle birlikte “olağanüstü  devlet biçimleri” paydası altında bir araya getirilmesi, tekelci kapitalizm ve finans kapitalle arasındaki bağın koparılmasından başka bir şey değildir

Solun bir kısmı 12 Eylül rejimini askeri faşist diktatörlük, diğer kısmıysa “askeri diktatörlük” veya “Bonapartist diktatörlük” olarak değerlendirdi. Böylece Komintern içindeki eski tartışma yarım asır sonra Türkiye’ye taşınmış oldu. Faşizmi, Bonapartizmin bir varyantı olarak değerlendiren Thalheimer ve benzerlerinin o dönemde reddedilmiş görüşleri, başka ülkelerde olduğu gibi bizde de savunulmaya devam ediyor.

Poulantzas ve Faşizm   

Komintern’in VII. Kongresinde Dimitrov, faşizmin kitle tabanı bulamadığı Bulgaristan, Yugoslavya ve Finlandiya gibi ülkelerde orduya dayanarak iktidara geldiğini ve devlet eliyle temelini genişletmeye çalıştığını söylemişti.[1] Buna itiraz eden Nicos Paulantzas 1960’larda yazdığı Faşizm ve Diktatörlük kitabıyla bunu yeniden tartışmaya açtı. Akademik çevrelerin ve bazı sol grupların faşizm tahlillerinde rehber aldıkları bu görüşleri tek tek eleştirmektense, kaynağını eleştirmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Poulantzas faşizmi, Bonapartizm ve askeri diktatörlükle birlikte “olağanüstü devlet biçimleri” paydası altında toplar; böyle bir ayrım yapmadığı gerekçesiyle de Komintern’i olağanüstü rejimleri faşizme indirgemekle suçlar. Eleştirisini Leninist devlet tahlilinin farklı bunalım türlerine denk düşen olağanüstü devlet biçimlerini açıklamaktaki yetersizliğine dayandırır. Sartre, Gramsci, Althusser ve Foucault’dan yararlanarak yeni bir devlet tahlili geliştirme iddiasındadır.

Komintern eleştirisi şöyledir:

Komintern, Devlet aygıtlarından söz ettiği zaman, genel olarak yalnız artan ‘fiziksel baskıyı’, yani yalnız ‘açık terörizmi’ gözönüne almaktadır (Dimitrov)… Dimitrov bu konuda Stalin’den alıntı yapar: ‘burjuvazi, artık eski parlamentarizm ve burjuva demokrasisi yollarıyla iktidarını sürdürememektedir; bu onu, terörist hükümet yöntemlerini kullanmaya zorlar’. Komintern’in sürekli olarak faşizmin ideolojik işlevi üzerinde durduğu doğrudur…  Ancak ilginç olanı… analizini çok ender olarak ideolojik aygıtların somut bir incelemesiyle birlikte yürütmesidir.[2]

Poulantzas, faşizm meselesinde “siyasi işlev” anlamında kullandığı “fiziksel baskı”nın özel bir vurguyla öne çıkarılmasına karşıdır:

Bu konuda, faşist parti ve iktidardaki faşizmin rolü ikilidir: bir yandan örgütlü fizik baskı, öte yandan ideolojik işlev; bu ikili rol arasındaki ilişki, faşizmin işçi sınıfı karşısındaki karmaşık siyasetini sağlamaktadır. Yeteri kadar bilinen fizik baskı ile ilgili olarak şundan başka söylenecek çok şey yoktur: ‘Vurucu güçler’ ve ‘beyaz muhafızlar’ örneğinde bu baskı çıplak bir şekilde ortaya çıkmasına karşın, faşizmin siyasal kitle hareketi olarak düzenlendiği faşistleşme süreci boyunca, bu baskı faşizmin ideolojik işlevinin yönetimi altındadır. Ayrıca bu işlev, faşizmin iktidara gelmesinden sonra bile durmaz.[3]

Komintern’i “ekonomizm”le suçlarken çıkış noktası Gramsci ve Althusser’dir. Faşizmin iktidarını siyasi (“politik toplum”) ve ideolojik (“sivil toplum”) düzlemlere böler ve ikincisini ilkinin önüne çıkarır:

Öte yandan, ideoloji, egemen ideoloji olarak, bir toplumsal kuruluşta sınıfların temel iktidarını oluşturur. Egemen ideoloji toplumun bağrında bir dizi aygıtların ve kurumların içinde maddileşir, bu aygıt ve kurumlar arasında, kiliseler (dinî aygıt), siyasal partiler (siyasal aygıt), sendikalar (sendikal aygıt), okullar ve üniversiteler (öğretim aygıtı), ‘haber alma araçları’ (gazeteler, radyo, sinema, t.v., kısacası enformasyon aygıtı), ‘kültürel’ olan (yayın), belli bir görünüm altında aile v.b. sayılabilir. Bunlar Devlet’in ideolojik aygıtlarıdırlar.[4]

Gramsci’nin politik toplum ve sivil toplum dediğine Althusser, Devletin Baskı Aygıtları (DBA) ve İdeolojik Devlet Aygıtları (İDA) demiştir. Aynı şeyi Poulantzas, “örgütlü fizik baskı” ve “ideolojik işlev” diye kavramlaştırır.  Yani önce devletin sıklet merkezini, baskı aygıtından ideolojik kurumlara, “kamusal” alandan “özel” alana kaydırır; sonra da siyasal sistemin bir parçası olan ideolojik kurumları (kilise, eğitim, siyasi partiler, yazılı ve görsel medya, sendikalar, aileler vb.) devletin baskı aygıtının üstüne çıkarır. Zaten yukarıdaki pasajın ilk cümlesinde, “ideoloji, egemen ideoloji olarak, bir toplumsal kuruluşta sınıfların temel iktidarını oluşturur” derken bunu özetlemiş olmaktaydı. Sonuç olarak, devleti, devletle doğrudan ilgisi olmayan veya onun kontrolü altında olsalar bile, asli kurumları ordu, polis ve yargıyla bir tutulamayacak olguları kapsayacak şekilde genişletir ve nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan, tanımlanamaz bir kurum olarak tasvir eder. Poulantzas’ın “fiziki işlev” diyerek iyice darlaştırdığı devlet aygıtı, “egemen ideoloji”nin arkasına itilir. Buradan, İDA’nın ezenler ve ezilenler arasındaki hegemonya (ideolojik) mücadelesinin merkezi olduğu, bunu kazananın iktidarı da kazanacağı fikrine varacaktır.

Sınıf mücadelesinin üç biçimi de (ekonomik, ideolojik-teorik ve siyasi mücadele) vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bununla birlikte temel ekseni ekonomik ve ideolojik mücadele değil, siyasi mücadeledir. Her ikisi de siyasi mücadeleye tabidir. Bu nedenle Lenin, “herhangi bir devrimin en önemli sorunu devlet iktidarı sorunudur” demiştir. Devrime giden yolda siyasi mücadeleyi esas halka olarak kavramak, Gramsci’nin hegemonya analizinde özellikle vurguladığı ideolojik-kültürel mücadelenin önemini reddetmek anlamına gelmez. Siyasi mücadele gücünü ideolojik hegemonya derecesinden alır. Poulantzas ise bu yaklaşımı tersine çevirmektedir: Ona göre iktidar mücadelesi her şeyden önce ideolojik mücadeledir, politik mücadele ona tabidir.

Poulantzas yalnız devlet ile toplum ve egemen sınıflar arasındaki sınırları değil, burjuva demokrasisi ile faşizm arasındaki sınırları da kaldırır, belirsizleştirir. Gramsci ve Althusser’e yakın duran neo-Marksist ekolden Perry Anderson bile buna karşı çıkar:

Zira bir kez bütün ideolojik ve politik üstyapılar -aile, reformist sendikalarla partiler ve özel iletişim araçları- tanım gereği devlet aygıtları olarak kabul edilirse, burjuva demokrasisi ile faşizmi ayırmak mantıken imkânsız ve gereksiz olur. Çünkü ikincisinde (faşizmde) sendikalarla kitle iletişim araçları üzerinde kurumlaşmış tam bir devlet denetimi, bu mantığa göre -Althusser’in ifadesiyle- ‘önemsiz’ olacaktır. Devletle sivil toplumun buna benzer bir birleştirimi, Frankfurt Okulu’nun genç taraftarlarının savaş sonrası Almanya’daki ‘liberal demokrasi’nin savaş öncesi Alman faşizmi ile işlevce aynılığını ileri sürmeye götürebilmişti; devlet sisteminin otorite kertesini artık polis yerine aile üstlenmişti… Marksist teori ile devrimci pratik açısından, devletin sınırları önemsiz bir konu değildir. Sınırları isabetli belirtmek önemlidir. Onların bulanıklaştırılması, aslında burjuva demokrasisindeki devlet dışı üstyapıların özgül rolü ile etkililiğini yanlış anlamak demektir.[5]

Konu açılmışken belirtelim ki, Althusser’den Poulantzas’ın İDA çözümlemesini Freud ve Gramsci’ye (ve Lacan) doğru retrospektif olarak okumak ne kadar mümkünse, Deleuze ve Guattari’ye uzatarak ileriye doğru okumak da o kadar mümkündür. Felix Guattari, “Dışarıdan geliyor gibi gözükse de, faşizmin enerjisi her birimizin içindeki arzu çekirdeğinde hayat bulmaktadır” der ve bunu şöyle açımlar:

Devlet yapılarında, siyasal, sendikal, kurumsal, ailevî ve hatta kendi bireysel yapılarımızda bir totaliter kimya işler halde bulunmaktadır; öyle ki, suçluluk duyguları ve nevrozları, daha önce öne sürdüğüm gibi, süper-egonun bir tür faşizminin sonuçları olarak düşünebiliriz. [6]

Faşizmin bu tarz yorumu “Faşizm içimizdedir, hepimiz küçük birer diktatörüz” demeye gelir ki, bunun Hitler’in “Ben hepinizdeyim, hepiniz bendesiniz” sözünden pek bir farkı yoktur. Guattari’nin faşizmi bireysel, psiko-patolojik bir olgu olarak görmesi, onun sınıflar ve devletler üstü toplum yorumundan kaynaklanır. “Mikrofaşizm” bakış açısından faşizm sınıflar ve toplumsal koşullarla değil, her insanın kalbi ve beyniyle bağlantılı bir meseledir. Bu durumda karısını döven bir işçi, metreslerine karşı kibar davranan Mussolini’den daha faşist, daha “diktatör” olmaktadır.

Aynı hattın ara halkası olan Poulantzas, Lenin ve takipçilerini, devleti egemen sınıfın basit bir aleti, yekpare bir blok olarak görmekle eleştirir. Bunu aşmak adına “göreli özerklik teorisi”ni ileri sürer. Bu “teori”ye göre: Birinci olarak kapitalist sistemde egemen sınıf, kendisine ön gelen toplumların aksine, ekonomi-dışı zoru kullanma yetkisini (ve politika üretme işlevini) devlete aktarır (devletin ekonomiden özerkliği); ikinci olarak olağanüstü devlet biçimlerinde devletin sermaye karşısındaki özerkliği genişler (devletin egemen sınıftan özerkliği); üçüncü olarak da parti ve devlet, siyasi birliğe sahip olmayan egemen sınıfı birleştirerek bir iktidar bloku oluşturur ve temsilcisi olduğu tekelci sermaye hizbinin hegemonyasını (“hegemon blok”) kurar. Sonuç olarak, faşist devlet, iktidar bloku ve bu blokun hegemon sermaye fraksiyonu karşısında geniş bir özerklik kazanır. Bundan dolayı Poulantzas, olağanüstü toplumsal koşullar altında gerçekleşen olağanüstü bir devlet biçimi saydığı faşizmin iktidarının tüm sınıflar karşısında (tarafsızlık görünümü altında) özerk olduğu görüşünden yola çıkar. Hatta “otoriter devletler”le (Bonapartist, askeri, faşist) de yetinmez, bunu burjuva demokratik rejimlere doğru genişletir. “Göreli özerklik” teorisinin sırrı, devletin egemen sınıfların hükmedemediği bağımsız bir güç olduğu tezinde yatar.

Poulantzas, faşizmin iktidara gelme ve yerleşme sürecinde, yalnız ideolojik önderliği faşist “kitle partisi”yle özdeşleştirerek değil, aynı zamanda geri plana ittiği devletin “fiziksel baskı”sını “ideolojik işlev”inin türevine dönüştürerek de ana yoldan sapar. Onu iktidara el koyan ordunun faşist “kitle partisi”nin ideolojik işlevini yerine getiremeyeceği, o yüzden de askerî diktatörlüklere faşist denilemeyeceği sonucuna vardıran budur. [7]

Poulantzas’ın, devlet tahlili adına “siyasi iktidar”ı “ideolojik iktidar”a tabi kılması, diğer bir deyişle egemen sınıf iktidarının merkezini “ideolojik işlev”e kaydırması ciddi bir hatadır. Arka planında faşizmin iktidara gelmesinde ideolojik hegemonyayı esas, siyasi mücadeleyi tali gören, ikincisini ilkine tabi kılan sivil toplumcu konsept yatmaktadır. Bu, faşizme ve sermayeye karşı mücadeleyi, devlet iktidarını hedefleyen bir siyasi bir mücadele olarak anlamadığını gösterir.

Komintern eleştirisinde Poulantzas’ı destekleyen Ernesto Laclau’nun yardıma koşması sebepsiz değildir:

Faşist devletin göreli özerkliği ve faşizmin iktidara gelmesini sağlayan kitle hareketi gibi olgular açıkça hafife alındı. Faşizmin otoriter karakteri, onun bir kitle rejimi olmak karakterinin üzerine konuldu… Bugün ‘faşist’ terimi, Şili Cuntası, Yunanistan’daki Albaylar diktatörlüğü, İran’daki Şah rejimi gibi, Hitler ve Mussolini rejimleriyle, açıkça, uzaktan yakından benzerliği olmayan rejimler uygulanmaktadır. [8]

Laclau, bazı yönlerden eleştirse de, Poulantzas’ın safında yer alır, çünkü ikisi de “demokratik sosyalizm”den yanadır.  Althusser’den Poulantzas’a uzanan çizgi, Laclau ve Mouffe’de en olgun halini alır.[9] Kendisini bir “Avrokomünist” olarak gören Poulantzas, Lenin’in ve III. Enternasyonal’in savunduğu burjuva devletin parçalanması ve iktidarı Sovyetlerin devralması stratejisi (“ikili iktidar”) ile, “otoriter devlet” biçiminin devrilemeyeceğini öne sürer. Bunun yerine işçi sınıfı önüne devleti yıkmayı değil, temsili demokrasinin kurumlarını kullanarak devlet içi güç ilişkilerini ezilenler lehine değiştirmeyi önerir. Ona göre, temsili demokrasi kurumlarını halk sınıfları yararına dönüştürmek, “demokratik sosyalizm”i kurmak olanaklıdır. Sosyalizme geçiş iki düzeyde sürdürülmelidir. Sol hem parlamenter sistemi hem de doğrudan demokrasiye göre örgütlenmiş özyönetim organlarını kullanmalıdır. Bütün mesele, “dönüştürülmüş bir temsili demokrasiyi, saf ve doğrudan demokrasisiyle birleştirmek”tedir. Artık geleneksel yoldaki gibi devlet aygıtını parçalamak veya yıkmak gerekmemektedir.

Poulantzas’a göre, sınıflar arasındaki mücadele devlet içinde de cereyan ettiğinden, sosyalistler ve işçi hareketi buna seyirci kalmamalıdır. İdeolojik kurumlar sadece egemen sınıfların denetiminde olmadığı, baskı aygıtlarının tersine, toplumdaki öteki sınıfları da içinde barındırdığı için, ezilen sınıfların iktidarı ele geçirmesi bakımından bir fırsatlar alanıdır. Kapılar sömürülen sınıflara açıktır, isterlerse kendi nüfuz alanlarını yaratabilirler. Devlet, ancak devlet içinde yürütülecek mücadelelerle dönüştürülebilir; o tarla gibidir, ne kadarını sürersen üründeki payın da o kadar olur. Bu, Leninizm’deki “ikili iktidar” formülünü gereksiz kılar, çünkü devletin yasal sınırları dahilinde, temsili demokrasinin kurallarına uyularak verilecek bir mücadeleyle sosyalizme geçiş olanaklıdır. Öyleyse eski formülde olduğu gibi devrimin dönüştürücü karşıtlığı proletarya ile burjuvazi ve müttefikleri arasında değil, halk kitlelerinin oluşturduğu toplumsal hareketler ile farklı sınıfların, sınıf fraksiyonlarının ve dolayısıyla faklı çıkarların ittifakını yansıtan iktidar bloğu arasında kurulmalıdır.

Poulantzasçı yaklaşımın Türkiye soluna nasıl yansıdığının örneklerinden biri aşağıdadır:

Devlet ya da onu oluşturan organlar tümüyle faşistleştirilmiş değildir. Devlete emperyalizm ve işbirlikçilerinin egemen olduğu, bizzat onların devleti olduğu ve bunların eğilimi faşizmden yana olduğu halde bu neden böyle? Çünkü toplumun her alanında egemen güçlerle emekçi sınıflar arasında, burjuvazi ile proletarya arasında süren sınıf mücadeleleri devlete de yansır. Sınıf mücadelelerinin yoğunlaştığı dönemlerde bu yansıma bütün olarak burjuvazinin farklı kesimleri arasında devletin bazı kurumlarında hatta bu kurumlar arasında ilerici-gerici kavgası biçimini alır, bu Türkiye’ye özgü bir durumdur. [10]

Poulantzas’ın sağlaması siyasal duruşunda saklıdır: 1968 sonrasında Avrokomünist Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE-iç) ve aynı zamanda bazı üyeleri Syriza’nın öncüsü olacak Synaspismos’un üyesi idi. Sosyalizme demokratik geçişten yana olduğu için burjuva devlet aygıtının parçalanmasına karşıydı; özellikle bazı kurumlarının, en başta ekonomik aygıtlarının korunmasından yanaydı. 1974 yılında faşist cuntaya karşı sağcı Karamanlis’i desteklemesi olsun, Karanfil Devrimi’nden ve Allende’nin barışçıl devriminden etkilenmesi olsun, bundan bağımsız değildi.  Poulantzas’ın yolu, Allende Şili’sinden sonra, Syriza’nın stratejisi şahsında bir kez daha trajediyle sonuçlanmıştır.

Hangi askeri diktatörlük?

Poulantzas’ın sadece askeri diktatörlüğü faşizmi mutlak olarak dışlayan ayrı bir devlet biçimi olarak sınıflandırması değil, Tsankov, Nasır, 27 Mayıs, Suharto, Pinochet, “Karanfil Devrimi” türü darbeleri tek bir kavram altında toplaması da problemlidir. Askeri diktatörlük denince mevcut anayasayı çiğneyerek darbeyle gelen, iktidarın orduya geçtiği, toplumsal desteğin ölçü alınmadığı hükümet biçimi anlaşılır. Askeri rejimlerden her birinin sınıfsal nitelikleri, siyasal amaç ve ideolojileri farklıyken, eğer liberal değilsek ve elmaları armutlarla birlikte toplamak istemiyorsak, sırf orduya dayanmalarına bakarak hepsini aynı payda altında birleştirmememiz gerekir.

Türkiye’de ordunun ağırlıklı kesimi 1908 ve 1923 sürecinde yukarıdan burjuva devriminden yana saf tutarken, NATO’ya dahil olduktan sonra iki ayrı faşist darbeye imza atmıştır. Portekiz’deyse faşizm darbeye yaslanarak iktidara gelmiş, ordu desteğiyle ayakta kalmış, 1974 Karanfil Devrimi’nde de askeri birliklerin gücüyle yıkılmıştır. Bir yıl sonra o da statükocu sağ bir darbeyle sona erdirilmiştir.

Portekiz’de ordu farklı dönemlerde hem faşist hem sol hem de statükocu bir rol oynamıştır. Bu, birbirlerinden farklı sınıf, ideoloji ve siyasetlerle, farklı bağlamlarla ilgili askeri darbe ve yönetimlerin, tek bir türe indirgenemeyecekleri anlamına gelir. Faşist-gerici bir diktatörlüğe karşı yapılan bir sol darbe ile solcu bir hükümeti deviren faşist darbe arasındaki farklar askeri diktatörlük kavramında sıfırlanamazlar.  Totalitarizm (faşizm+komünizm) ve popülizm (aşırı sağ+sol) kavramları da aynı metafizik mantığa dayanır.

Askeri diktatörlüklerin ortak özellikleri seçimle iktidara gelen hükümetleri darbeyle devirmeleri ve demokratik olmayan bir açık diktatörlük kurmalarıdır. Ne ki, her askeri diktatörlüğün tarihsel ve sosyal bağlamları bir ve aynı değildir. 20.yüzyılda pıtrak gibi çoğalan “cunta”lar kabaca gerici, faşist ve ilerici olarak sınıflandırılabilirler. Dolayısıyla, askeri rejimlerin, (1) burjuva devrimci-bağımsızlıkçı, (2) gerici-statükocu (restorasyonist) (3) ve faşist olmak üzere üç ayrı başlık altında ele alınmaları gerekir.[11]

Dimitrov, 1923 gibi erken bir dönemde kendi ülkesi Bulgaristan’daki askeri faşist diktatörlüğü ayrıntılı olarak analiz etti ve klasik faşizmden ayrı, kendine özgü özellikler taşıdığını, ama “özü itibarıyla bütün diğer ülkelerdeki faşizmle aynı” olduğunu belirtti. Tsankov faşizminin kendine özgü özelliklerini şöyle sıraladı: Darbeyle gelmesi, yabancı güçlerin kontrolü, “karizmatik lider” yokluğu, kralın ve askerin ağırlığı…  Bunlardan en önemlisi, “Hitler ve Mussolini faşizminin tipinde, faşist bir kitle hareketinin olmaması” idi.[12]

Bu dönemde Japonya, Bulgaristan, Yugoslavya da askeri faşist diktatörlüklerle yönetiliyorlardı. Poulantzas ve onun gibi düşünenler sadece Soğuk Savaş dönemindekileri değil, 1920-1945 arasındaki rejimleri de (İspanya dahil) faşist olarak görmezler. Faşizm ve Diktatörlük adlı kitabında İspanya’yı incelemesine dahil etmemesinin nedeni budur.[13] 1975’te yazdığı Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da Geçiş Süreci adlı kitabında da bu ülkeleri faşizmle ilişkilendirmez, askeri rejimler olarak inceler. Poulantzas’a göre Macaristan’da Horty, Polonya’da Pilsudiski, Japon rejimleri de faşist değildi.

İkinci Dünya Savaşından sonra faşizm ortadan kalkmamış, mekân ve şekil değiştirmiştir. Özellikle emperyalizme bağımlı ülkelerde askeri faşist darbeler sıklıkla gündeme geleceklerdir. 1970-2000 arasında yılda ortalama 5-6 darbe gerçekleşirken, bu 2000’den itibaren ortalama iki darbeye kadar düşecektir.

Askeri darbeleri “devrimsiz; devrimi bastıran, önleyen ya da ilerleten” ayrımına tabi tutan Hosbawm şöyle yazmıştır:

…1950’den (kuruldukları tarih) başlayan dönemi, devrimsiz; devrimi bastıran, önleyen ya da ilerleten askeri darbeler ya da iç silahlı çatışmanın bir başka biçimi olmaksızın geçiren çeşitli büyüklükteki pek az Üçüncü Dünya Devleti vardı.

Birinci ve İkinci Dünyalar 19. yüzyıldan beri en uzun barış dönemini yaşarlarken… 1945 ile 1983 arasında fiilen hepsi Üçüncü Dünyada yaşanan yüzün üzerinde ‘büyük savaş, askeri eylem ve çatışma’da ölenlerin sayısı yaklaşık on dokuz, belki de yirmi- milyon olarak hesaplandı. [14]

İkinci Dünya Savaşının ardından dünya ABD ve SSCB yörüngesinde iki kampa bölündükten sonra, ABD’nin başı çektiği emperyalist kamp, çelişkilerin ve istikrarsızlıkların en çok yoğunlaştığı Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde, faşist ve gerici rejimler kurarak devrimleri önlemeye, bu yolla hammadde kaynaklarını ve pazar alanlarını korumaya çalışmıştır. 20.yüzyılın ikinci yarısı ezilen ve sömürülen halklarla işbirlikçi egemen sınıflar ve emperyalistler arasındaki çelişkilerin alabildiğine keskinleştiği, devrimlerin merkezinin metropollerden çevre ülkelere kaydığı bir dönemdi. Bu yıllar devrimlerin sıklığı kadar, karşıdevrimlerin, askeri faşist rejimlerin çokluğuyla da dikkati çeker. Darbeler, politik ve ekonomik istikrarı sağlama, vatanı “tehlikeli ideolojiler”in tehdidinden kurtarma bahanesiyle tezgahlandı. 1946’da Panama’da kurulup 1984’te Fort Benning’e taşınan ABD ordusuna bağlı Amerika Kıtaları Okulu, özel eğitimden geçirilmiş darbeci subay yetiştirmek için kurulmuştu.

Bonapartizm

Askeri faşist diktatörlüklerle emperyalizm arasındaki bağı koparan liberal-ulusal sol çevreler, onun yerine Bonapartizm kavramını ikame etmişlerdir. Türkiye’de Burjuva Devrimleri ve Liberal-Kemalist Tarih İdeolojisi’nde de değindim; Kemalizmi ve 12 Eylül’ü Bonapartizm kalıbıyla açıklayan çok sayıda yazar, akademisyen, sosyalist vardır. [15] “Tahtadan yapılmış Bonaparte…Kenan Evren faşist bile değildi” (Y. Alogan), [16] ”Ordu Bonapartist” (M. Belge) vb. [17] AKP iktidarını da buna dahil eden bu furya halen devam ediyor. Örneğin Troçkistler, Bonapartizm modelini, yalnız emperyalizm dönemine ve AKP iktidarına değil, sosyalizm dönemine de uyguluyorlar. [18] Demek ki onlara göre, Engels’in, “Devletin biçimleri kadar hukuksal ilişkilerinin de kendilerine bakarak anlaşılamayacağını, bunların köklerinin hayatın maddi koşullarında yattığı”nı söylediği materyalist tarih kuralının bir hükmü yoktur.

Emperyalizme ve kapitalizmin genel bunalım dönemine ait bir olguyu, feodalizmden kapitalizme, sanayi kapitalizminden emperyalizme geçiş döneminin çelişkilerinin ürünü Bonapartizm kavramıyla (üstelik “neo” ön eki bile kullanmadan) tanımlamak hem tarihsel hem de mantıksal bakımından yanlıştır. Zamanında (1928) faşizm ile Bonapartizm eşitleyen Thalheimer, III. Enternasyonal tarafından emperyalizm çağı ile öncesi arasında fark gözetmediği, faşizmi ortaya çıkaran koşullar ile bir önceki yüzyılın ekonomik, toplumsal ve politik ilişkilerini bir tuttuğu, aralarına bir sınır çekmediği için eleştirilmişti.

Poulantzas’da olduğu gibi faşizmin, Bonapartizm ve askeri diktatörlükle birlikte “olağanüstü  devlet biçimleri” paydası altında bir araya getirilmesi, tekelci kapitalizm ve finans kapitalle arasındaki bağın koparılmasından başka bir şey değildir. Her iki karşıdevrim tarzının kitle tabanları, yönetme tarzları itibariyle birtakım benzerlikleri ve paralellikleri elbette vardır; bu bakımdan Bonapartizme göndermeler, kısmi kıyaslamalar ve çıkarsamalar yapmak yanlış olmaz. Ancak Troçkistler gibi Bonapartizm modelini sanayi kapitalizmden emperyalizme, tekelci kapitalizmden sosyalizme (Stalin dönemine) taşıyarak her kapıyı açan bir maymuncuk gibi kullanmak doğru değildir. Marx 18. Brumaiere’e yazdığı önsözünde, “Bu eserin, bugün özellikle Almanya’da pek çok kullanılan Sezarcılık teriminin artık bir yana atılmasına katkıda bulunacağını umuyorum” demiştir. Çünkü, “Sezarcılık deyimi ile yapılan yüzeysel tarihsel örneksemede, işin özü”nün unutulduğu; “Antikçağda ve modern zamanlarda sınıf savaşının maddi ekonomik koşulları” ve “bu koşullardan doğan siyasal biçimler arasında”, “tam bir fark olduğu” düşüncesindeydi.[19] Bonapartizm  buna istisna değildir.

Bonapartizmde burjuvazi (henüz tekelleşememiş) ekonomik ve sosyal egemenliğini korumak adına, siyasi egemenliğini III. Bonaparte’a teslim etmiştir. Buna rağmen Bonapart toplum üzerinde totaliter bir denetim kurabileceği nesnel koşullara ve örgütsel güce sahip değildi. Faşizmse kapitalist ülkelerde üzerine totaliter bir yapılanma kurabileceği nesnel koşulları hazır bulmuştur.

Burjuvazinin gericileştiği bir dönemin ürünü olan Bonapartizm, tekelci aşamada ve kapitalizmin genel bunalımı döneminde ortaya çıkan faşizmden farklı olarak, üretici güçlerin gelişmesine kör topal da olsa ayak uydurabilen gerici bir devlet biçimiydi. Bonapart’ın politik uygulamalar yelpazesi muhafazakarlardan daha muhafazakâr, ılımlı liberallerden daha ılımlı olabilecek bir esneklik ve genişliğe sahipti. “Alman Bonapart”ı Bismarck, Junkerlerle ittifaka giren burjuvazinin feodalizmi uzun bir süreçte tasfiye ederek devletin burjuvalaşmasını sağladı. Ferdinand Lassalle ile flört etmekle kalmadı, işçilerin sosyal güvenliğiyle ilgili bazı alanlarda İngiltere’yi aşan yasalar çıkarttı.[20]  Engels, Bismarck dönemini “yukarıdan aşağı devrim” olarak niteler. Her ikisi de gericiydiler ve “yukarıdan devrim”lerini “demir ve kan”la yönettiler. Fakat faşist diktatörlüklerle ayrışan yanları vardı: Faşist diktatörler Bonapart/Kont Cavour/Bismarck (“demir adam”lar) gibi gericilerin despotik yönetme tarzlarından yararlandılar ama faşist zorbalık ve totaliter iktidar yapılanması onların hepsinin bir, hatta birkaç boy üstündeydi. Mussolini ve Hitler gibi faşist diktatörler benzer reformları akıllarından bile geçirmediler. Tersine,sosyal demokratlar dahil sola, hatta kendilerinden olmayan örgütlenmelere hayat hakkı tanımadılar, hepsini imha ettiler.

Faşizmle Bonapartizmin neden özdeş veya ikiz sayılamayacağı, Bonapart, Cavour ve Bismarck ile Hitler ve Mussolini arasında, genellikle gözden kaçırılan bir farkta yatar. İlk üçlü, karşıdevrim kampında olmaktan çıkmaksızın, “tarihsel bakımdan ileri bir hamle”yle, yani “yukarıdan bir devrim”le burjuva devrimlerinin görevlerini gerici tarzda yerine getirmişlerdir. Faşizm için böyle bir şey söylenemez.

Devam edecek…

Dipnotlar:

[1] G. Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yayınları, 1989-Ankara, s. 225

[2] Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yayınları, 1980-İstanbul, s.332

[3] A.g.e., s.171.

[4] A.g.e., s.313-314

[5] P. Anderson, Gramsci, Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Hegemonya, Alan Yayıncılık, 1988-İstanbul, s. 63

[6] F. Guattari,“Faşizmin Mikropolitikası”, (https://viraverita.org/yazilar/fasizmin-mikropolitikasi,08.06.2018)

[7] Bu yaklaşımın sonu iktidardaki faşizmi Almanya ve İtalya ile sınırlandırmaya varır. Faşizmin iktidara geldiği pek çok ülkede faşist parti ya yoktu ya da zayıftı.

[8] Ernesto Laclau, “Faşizm ve İdeoloji”, Birikim (1980 öncesi), Sayı: 46-47, s. 83.

[9] Laclau radikal demokrasi teorisini Poulantzas’ın devletin içten dönüştürülmesi için önerdiği toplumsal hareketler kavramından esinle geliştirmiştir.

[10] Devrimci Militan, Aralık 1978, S:4, s.12

[11] Latin Amerika ülkelerinde bu üç tipe de rastlanır. İkinci Dünya Savaşından önce gerici-statükocu darbeler görülürken, sonrasında daha çok faşist darbeler, kısmen ilerici darbeler öne çıkmıştır.

[12] G. Dimitrov, Bulgar Faşizminin Karakteri Üzerine Tezler, Özgürlük Dünyası, Sayı: 55.

[13] Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yayınları, 1980-İstanbul, s. 10.

[14] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Everest Yayınları, 2010-İstanbul, s. 584-585.

[15] Yaşar Ayaşlı, Türkiye’de Burjuva Devrimleri ve Liberal-Kemalist Tarih İdeolojisi, Epos Yayınları, 2014-Ankara, s. 91-99.

[16] https://ilerihaber.org/yazar/tahtadan-yapilmis-bonaparte-31196.html

[17] Murat Belge ile söyleşi, “Atatürk İlerici Değildi”, Taraf, 9 Ocak 2012.

[18] Troçki şöyle yazmıştır: “Bürokratik laçkalık Stalin’in kişisel plebisiter rejimi ile tamamlandığı ölçüde Sovyet Bonapartizminden bahsedilebilir. Fakat iki Bonaparte’ın Bonapartizmleri de ve onların şimdiki zavallı takipçileri de bir burjuva rejimi içinden geliştiler ve gelişmekteler; Sovyet bürokrasisinin Bonapartizmi ise sovyet rejiminin üstünde yükselmektedir. L. Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, Enternasyonal Yayınları, 1979-İstanbul, s. 16.

[19] Marx Engels, Seçme Yapıtlar, C. I, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 474.

[20]  Marx’ın, “Prusya devletinin doğrudan bir sosyalist uygulamada bulunabileceğine inanmasını” şiddetle eleştirdiği Ferdinand Lassalle’nin anlamadığı şuydu: “Demek ki, gerici bir gücün attığı ‘tarihsel bakımdan ileri’ bir adımın desteklenmesi, solda bu adıma karşı çıkacak olan siyasal müttefiklerin desteklenmesiyle çelişebilirdi.” (Eric Hosbawm, Dünya Nasıl Değişir, Agora Kitaplığı, İstanbul-2014, s. 81)

Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.