Boğaziçi direnişi şu yada bu siyasal öznenin kendisini güçlendireceği ya da yeniden üreteceği bir “araca” indirgenemez; o, kendisidir, kendisi olarak değerlidir ve uğruna direnilen hedefine ulaşması önemlidir. Bu ise, direnişle ilgilenen bütün siyasal öznelerin, direnişin kendisinden talep ettiği biçime, dile ve tutuma bürünmesini belirler; yaklaşımlar, “keyfi” değil, direnişin güncelliğinin ürettiği belirlenimlerin mümkün kılıp talep ettiği olasılıklar içinden seçilmelidir
Genellikle öyle olmuştu ve muhtemelen şimdi de birkaç muhalif tepkiyi geçiştirdikten sonra “Bu da tamam, yenisine bakalım!” diyeceklerini düşünmüşlerdi; böylece, kendileriyle uyuşmazlık içinde olan Boğaziçi’ni “fethederek” bir engeli daha temizlemiş olacaklardı.
Boğaziçi, bir ucunda “liberal demokrat” diğer ucunda “demokrat” duruşların olduğu bir muhalif zeminde konumlandığı için, yürüdükleri yolda bir “pürüz” ya da “engel” olarak görülüyordu.
Faşizmin kurumsallaşması sürecinin iktidar alanı olan “ittifak güçleri” ve Reis, artık final aşamasında olduklarını hissettikleri yolda, Boğaziçi’nin “fethi” üzerinden hedefe doğru bir adım daha atmak, kendilerinin ırkçı-dinbaz anlayışlarının ülke çapındaki totaliter hakimiyetine bir tuğla daha yerleştirmek istiyorlardı.
Hepimiz içinde yaşıyor ve net olarak görebiliyoruz ki; ırkçı-dinbaz anlayış, iktidar olmanın verdiği bütün olanakları sonuna dek kullanmasına ve kendi dışındakilere neredeyse nefes aldırmayan bir medyatik kuşatma üzerinden onca güç kazanmasına rağmen; sanki zayıf, ürkek ve zavallı bir durumdaymış gibi, henüz fethedemediği en küçük bir farklılığa tahammül edemiyor, her hallerinden belli olan bitmez tükenmez bir korkuyla saldırarak o farklılığı yok etmeye çalışıyor.
Barolar, Tabipler Odası ve TMMOB gibi kurumlara yönelik saldırı girişimleri, elde kalan haliyle zayıf bir “denge” noktası olan Anayasa Mahkemesi’ni korumakla hükümlü oldukları yasaları göz göre göre delip geçerek kontrole almaları, en temel güncel ihtiyaçları için patronlarına karşı direnen ve aslında bir kısmı AKP-MHP’li olan işçilere yönelik polis saldırıları gibi birçok alana yayılan, süreklileşen ve şiddeti sürekli artan hamleleri; evet, faşizmin kurumsallaşması sürecinin kendine özgü “rasyonelleri” olarak normaldir; başka çareleri yok, sürekli saldırmak zorundalar; üstelik, artan hızda ve şiddette saldırmak zorundalar, faşizmin kurumsallaşması sürecinin ulaştığı aşamanın güncel-acil ihtiyaçları ancak böyle karşılanabilir.
Ancak, faşizmin kurumsallaşması süreci bir türlü hedefine ulaşamıyor.
Bu durum, onun birçok başka süreçle iç içe var olduğu, onlar tarafından baskılandığı, engellendiği, yavaşlatıldığı bir toplumsal ve siyasal gerçekliğin sonucu olarak oluşuyor. İktidar alanı, bütün gücüyle yüklenmesine rağmen, özellikle toplumsal alanda var olan ama zayıf da olsa siyasallaşma belirtileri gösteren bu gerçekliğin farklı güncel ihtiyaçlar üzerinden sürekli hareket etmesini ve hareket ettikçe de güç kazanmasını engelleyemiyor.
Dolayısıyla; evet, iktidar güçleniyor, ama öyle bir zeminde ki, aynı zamanda liberalinden demokratına oradan sosyalistine kadar faşizme direnen her renkten muhalif toplumsal ve siyasal güçler de güçleniyor. Birbirine zıt iki sürecin iç içe geçerek var olduğu özel bir durum!
İktidarın gücünün fazlalığı ve belirleyici olduğu açık; ama, öyle istediğini yapma özgürlüğü yok, dengeleri gözetmek zorunda; hata yaparsa muhalif güçlerin önünü açar ve nitekim yaptıkça da öyle oluyor. Güç dengeleri faşizmden yana kalıcı bir statüko kazanabilmiş değil, mevcut üstünlüklerini değişken ve hassas dengeler üzerinden kuruyorlar. Üstelik, içinde çırpındıkları (ekonomi ve devlet alanında yaşananlar başta olmak üzere) çok yönlü krizlere pandeminin yaptığı ek baskıyla zorlanıyorlar.
Boğaziçi kendi halinde bir “elit” üniversite iken tam da bu yüzden hızla ülke gündeminin ilk sıralarına doğru tırmanıverdi.
İktidar, faşizmin rasyonelleri açısından, saldırmaya neredeyse zorunlu olsa da; bir türlü yok edilemeyen halk muhalefeti, üstelik iktidarın hiç hesap etmediği bir güce ulaşarak Boğaziçi’nden ses çıkardı: Ezilmek istenen “liberal-demokrat” ve “demokrat” duruş, sakin ama kararlı bir duruşla kendisini savunuyor!
Resmi muhalefetin öncüsü CHP’nin artık alıştığımız sefilliğiyle iktidarın yardımına koşup direnişi sönümlendirmeye çalışmasına rağmen, direnişin sürdüğü hatta kendi siyasal zemininin dışına çıkarak, farklı yapılardaki demokratik-halkçı direnişlerin de önünü açıp harekete geçirdiği, büyük şehirlere yayılma doğrultusunda güç kazandığı görülüyor.
İşte, Boğaziçi’nin ilk gizemi burada; direniş, kendisi olarak kıymetli ve bütün halk güçleri tarafından desteklenmelidir. Ama, aynı zamanda, direniş, hiç de rastlantısal olmayan bir biçimde, ülkedeki ortamın ilk bakışta hemen görülemeyebilecek olan gerçek yapısını kendisinde barındırıyor:
Ülkenin toplumsal ve siyasal güçleri, çok yönlü krizler içinde sarsılıp zorlansalar da bizzat o krizler tarafından yaratılan acil ihtiyaçlarını elde edebilmek için faşist kurumsallaşmaya karşı mücadele ediyor ve bu gerçek bir dizi dolayım kanalı üzerinden akarak Boğaziçi direnişine ivme veriyor, yapısını etkileyip belirliyor. Aynı sürece tersinden bakarsak, direniş de içinden çıkıp geldiği ortamı kendi varlığıyla etkileyip belirliyor, ona güç kazandırıyor.
İçinde sürekli sarsılarak ayakta kalmaya çalıştığımız güncel gelişmelere çok yönlü bakanlar açısından Boğaziçi olayı çok şaşırtıcı olmadığı gibi, “nerede” ya da “nasıl” olacağı bilinmese de “beklenen” bir durumdu. Bir iyi haber, benzerlerini de beklemeliyiz.
Neredeyse gözleri kör kulakları sağır eden medyanın ışıltısı ve gürültüsüne teslim olmayan ve güncelde olup bitenlerle yetinmeyip derinlerdeki dip dalgalara da dikkat kesilenler, içinde yaşadığımız toplumsal-siyasal gerçeklikle ilgili yorumlarını, egemen ve üstte olan egemen sermaye ve devlet fraksiyonları arasında yaşanan itiş-kakış ve orada da egemen olan Erdoğan odaklı iktidar alanının faşizmi kurumsallaştırma iradesiyle sınırlamayacaktır.
Boğaziçi’nde patlayıveren demokratik tepki, iktidarın faşizmi kurumsallaştırma sürecinin son hamlesi ve ona karşı Boğaziçili öğrenci ve öğretim üyelerinin tepkisi olarak “güncel” bir anlam taşıyor olsa da; aynı zamanda, Gezi’de “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” cüretiyle yapılan “tarihsel” hamlenin adeta “kapısını kırarak” içine girdiği “yeni dönemin” özel bir momentidir.
Yeni dönemin hedefi olarak ufukta beliren “özgürlükçü-demokratik-halkçı bir Türkiye”, Boğaziçi direnişinde kendisini gösteriyor, kendi inşasına bir tuğla daha koyuyor, kendi potansiyelini daha yüksek düzeyde gerçekleştirmeye, egemenlik düzeyinde var olmaya-gerçeğe dönüşmeye çabalıyor.
O “hayalet”, son dönemlerde daha çok kadınların erkek egemenliğine karşı isyanında, işçilerin iktidarın yoksullaştırma politikalarına karşı direnişlerinde ve süreklilik kazanmış haliyle Kürt halkının özgürlük arayışında fiilileşiyor; egemenlerin “işte, nihayet sönümlendi!” diyerek rahatladığı herhangi bir dönemin içinde bir anda yeniden canlanıp gözüküyor, bir türlü yok edilemiyor.
Ancak, o “hayaletin” kalıcı ve bütünsel bir demokratik-halkçı gerçeklik olarak var olabilmesi, daha fazla güce, onun için de daha fazla toplumsal ve siyasal gücün daha fazla hareketine, o hareket içinde ortaklaşan halk güçlerinin daha derin ve zenginleşmiş bir yapıda özneleşmesine gereksinim duyuyor.
Gezi isyanı, tıpkı sonrasına damga vuran 15-16 Haziran işçi ayaklanması gibi, “tarihsel” bir ağırlık taşıyordu; halk güçleri açısından yeni bir dönem açtı. İsyan, ortaya çıktığı şiddette fazla ilerleyemeyerek geri çekilse de açtığı yeni dönemin içinde bir “hayalet” gibi geziniyor, bazen orada başka zaman şurada aniden kendisini gösteriyor. O, kendisinin şu ya da bu biçimde sürdürücülerine uygulanan onca devlet şiddetine rağmen sürüp gittikçe, sıçrama yaparak kendisini aşabileceği yeni kapasiteler kazanıyor.
Bu süreçte yaşanan her harekette, “yeni bir toplum” hedefi ufukta belli belirsiz gözüken bir kutup yıldızı gibi gözüküveriyor, ısrarla göründükçe de kalıcılaşıyor. O yıldız, her halk hareketinde parlayıp söndükçe, onca baskıyla boğuşan halk güçleri o anda olup bitenlerin içinde sıkışmama imkanını yakalıyor, ufka bakarak yeni bir güç kazanıyor.
İşte, Boğaziçi olayının ikinci gizemi de burada; Gezi’nin açtığı yolda filizlenen “özgürlükçü-demokratik-halkçı” bir ülke “hayaleti” ve onun öznesi “halkçı-demokrat potansiyel enerji”, özgün bir biçime bürünerek Boğaziçi öğrencileri ve öğretim üyelerinde fiilileşiverdi!
Elbette, yaşanan basit bir tekrar değil; içine girip fiilileşerek ilerlediği her süreç, Gezi’de doğan özgürlükçü, halkçı ve demokratik toplumsal özneleşme ve özgürlük arayışını değiştirip dönüştürüyor. Etkileşime girdiği önceki toplumsal ve siyasal süreçlerden “geçişlerinde” olduğu gibi, şimdi içinde gezindiği Boğaziçi direnişi ve etrafında oluşan hareketlenme de Gezi “hayaletinin”, yeni kapasiteler kazanarak kendisini güçlendirmesinin-aşmasının güncel momenti!
Faşizm kendi yolunda hedefine doğru ilerledikçe, halkın özgürlük arayışı da kendi hedefine doğru hamle yapıyor.
Evet, boş iyimserliğe hiç ihtiyacımız yok, üstte ve egemen olan faşizmin kurumsallaşma süreci; ama gelin görün ki faşizm hedefine doğru ilerledikçe ve ilerleyebilmek için halk güçlerinin şu ya da bu mevzisine saldırdıkça, Gezi’nin “tarihsel” gücünden ivme alan halktaki özgürlükçü-demokrat potansiyeli harekete geçiriyor; o enerji hareket ederek fiilileştikçe kalıcılaşıp güç kazanıyor ve böylece, faşizmin yürüyüşünün dengesini bozup hızını kesiyor. Ancak, sadece “engel” olmakla yetinmeyip, aynı zamanda kendi hedefine doğru ilerliyor.
Faşist iradenin sürekli Gezi’den söz etmesi, en ufak bir kıpırdanmada bile belki kimilerimizin şaşırdığı gizleyemediği bir korku yaşaması ve devlet şiddetini hiçbir hukuk kuralıyla kendisini sınırlamadan halkın üstüne salması boşuna değil.
Korkmakta haklılar!
Zıt yönden ilerleyerek birbirine yönelen, ama bir yandan da gerçek yaşamda iç içe geçerek var olan faşist ve halkçı süreçlerin yüksek gerilim üreten birlikte var olma gerçekliği, hem mevcut kaotik ortamı kaosa doğru zorluyor hem de ikili bir iktidar alanının oluşmasının önünü açıyor.
Hepimizin içinde olduğu bu özel sürecin, aynı yapıda ama farklı toplumsal güçlere yayılarak ve öncülüğün her momentte farklı güçler tarafından yapılarak devam ettirilmesini, orada ya da burada parlayıverip bir anda kendisini netçe göstermesini, sonra gene “görünmez” hale gelmesini beklemeliyiz. Muhtemel bir “çarpışma anı” kadar, sürecin kendisinin akışına da yoğunlaşmak gerekiyor; eski dönemlerden farklı özel bir “ikili iktidarlaşma” yaşanabilir, yükselip alçalan dalgalar halinde sürüp giden özel bir sürecin içinde olabiliriz.
Boğaziçi odaklı hareketlenme, gayet sistemli ve birbiriyle uyumlu hamlelerle sürekliliğini sağlayabilen, politik hedeflerini dağıtmadan soğukkanlı bir tutumla bir noktada yoğunlaştırarak ve toplumsal meşruiyet üretmeye özel önem vererek ilerliyor. Her ne kadar ülke çapına yayılma denemeleri yapılsa ve kısmi karşılıklar üretilebilmiş olsa da henüz Boğaziçi’ni aşarak ülke çapında yaratılan güçlü bir hareketlenme yok; süreç Boğaziçi’nin etrafında yanıp sönen hareketlenmeler halinde yaşanıyor.
Eylem, “liberal demokratlık” ve “tutarlı demokratlık” arasında gidip gelen bir zeminde konumlanıyor. Bu zemin sabit değil, olayların akışı içinde kendi uçlarına doğru salınımlar yapıyor. Demokrat öğretim üyeleriyle öğrenciler arasında görüş alış-verişi yaşandığını tahmin edebiliriz.
Özel bir vurgu yaparsak, Boğaziçi direnişi öncesinde sönmüş görünen öğrenci hareketi, hastalığa ve okulların tatil olmasına rağmen hareketlendi, üstelik liselere yayılma eğilimi içinde. Değişik şehirlere yayılarak ve farklı biçimlere bürünerek sürecek bir öğrenci hareketinin başlangıcını yaşıyor olabiliriz.
Her ne kadar öğrenci kimliğinin öğrenci-işçi olma yönünde yaşadığı sancılı dönüşüm süreci eskisinden oldukça farklı bir öğrenci kimliği gerçekliğiyle bizi yüzleştirmiş olsa ve üstelik mezuniyet sonrasında muhtemelen “yeni işçi sınıfının bir parçası” olarak bilgi-işlem işçiliği benzeri bir özel işçi zümresi/parçası olma kaderi öğrencileri bekliyorsa da; yakın geçmişteki öğrenci hareketleri düşünülecek olursa, böylesi süreklileşmiş bir öğrenci hareketinin toplumsal özgürlük arayışlarına yeni bir güç kaynağı olacağı kesindir.
Öğrenciliğinde ve mezuniyet sonrasındaki “işçileşme” gerçekliği, öğrenci hareketinin toplumsal güçlerin özgürlük ve insani yaşam ihtiyaçlarının karşılanması özlemleriyle daha özel bir kaynaşma yaşamasını belirleyecektir.
Zaten süreklileşmiş olan kadın kurtuluş hareketine, Kürt halkının özgürlük arayışına ve şimdilerde süreklileşme sancıları yaşayan işçi hareketine, yeni bir toplumsal güç alanı olarak öğrenci hareketi de katılınca, halk güçlerinin toplumsal özgürleşme yönündeki özneleşme ve güç/iktidar alanı yaratma yönünde ivme alacağı açık değil mi?
Egemenlerin mevcut iktidarına karşı halkın iktidarlaşması; ilkin, toplumsal özgürleşme yönünde süreklileşmiş bir hareketlilik içinde olan farklı toplumsal güçlerin çoğalmasıyla kendisini var edebilecektir; ikinci olarak da kendilerinin somut-güncel ihtiyaçları yönünde hareket eden tekillikler olan bu güçlerin, aynı faşist kurumsallaşma sürecinin mağdurları oldukları ve ancak ona karşı hareket ederek haklarını elde edebilecekleri gerçeğinden ivmelenerek ortaklaşmasıyla gerçekleşebilecektir. İki süreç, farklı ağırlıklarla ve farklı hızlarla hareket etse de var olup süreklilileşebildikçe “iktidarlaşma” gücü kazanacaktır.
Demokratik bir anayasa, öylesi bir iktidarlaşma sürecinin fiili kazanımlarını ve özlemlerini anayasal teminat altına alacak bir siyasal belge olarak, zaten yapısı gereği sürece içkin olacak, süreç ilerledikçe güçlenecek, süreç tıkandıkça güneş gibi parlayarak moral verip, yol gösterecektir.
Sürecin şimdiki aktörlerinin toplumsal konumlarına ve siyasal tutumlarına baktığımız zaman, demokratik bir anayasanın yazım sürecinde “liberal demokrat”, “demokrat”, “halkçı demokrat” ve “sosyalist” güçlerin birbirleriyle kimin hegemonik güç olacağı yönünde mücadele edecekleri anlaşılıyor.
İşte, Boğaziçi’nin başka bir gizemi de önceki dönemlerden yüklendiği birikimle Gezi’de yaşanan isyan üzerinden sıçrayarak özgürlükçü-demokrat yeni bir güncel dönem açan halkın toplumsal özgürlük arayışının “yeni” bir hali olmasıdır; ama, direniş aynı zamanda kendisini doğuran tarihsel sürece yeni kapasiteler kazandırmakta, onu zenginleştirmekte; kendisini var etmeye çalışan özel bir politik momente/ “ikili iktidar” konumlanmasına kendi kapasitesi oranında katkı yapmaktadır.
Restorasyon cephesinde en kirli tutumu CHP aldı.
İlk tepki olarak iktidarla aynı dilden konuşan CHP, öğrencilerin samimi, dürüst ve masum, ama bir o kadar da çoşkulu, net ve kararlı tutumlarının yarattığı toplumsal meşruiyetin büyüklüğü karşısında düştüğü sefilliği fark edince, hızlı ve aynı sefillikte bir manevra yaparak kuzu postuna bürünmüş bir kurt sinsiliğiyle söz üretmeye başladı.
Vermek zorunda kaldıkları desteğin asıl amacının hareketin bilincini bulandırmak, ittifaklarından ve sokaktan kopararak dar alana sıkıştırmak ve böylece zamanla sönümleneceği bir konuma yerleştirmek olduğu çok açıktı. Sonuçta, öyle oldu ki, direnişin öznesi olan öğrenciler ve destek alanı karşısında rezil oldular, daha da fazlasını hak ediyorlar.
Sefaletin bir üst halini ise, sözümona “samimi” bir ortamdan “yaramazlık yapan gençlerin babası” pozuna bürünerek konuşan Kılıçdaroğlu başardı!
“Yaşlı amcalara” özgü bir saplantılı güvence ihtiyacı, donuklaşmaya başladığı belli olan zekası ve kendisine dayatılanları uysalca kabullenme katsayısının yüksekliği her tarafından akan Kılıçdaroğlu; sözümona akıl vermeye yeltendiği gençlerin özgürlüğü ve kendilerine ait olan geleceği fethetme arzusunun çoşkusu ve neşesi, her gün farklı biçimlerde kendisini gösteren yaratıcı zekası ve risk alma cüreti karşısında zavallı bir duruma düşüyordu.
Gelin görün ki, kendisi bunu fark edemeyecek kadar yaşlanmıştı!
Bir üniversite öğrencisinin kendi okuluna keyfi olmanın da ötesinde “işgal etme” amaçlı rektör atanmasına karşı çıkması ve okulun bütün bileşenleriyle kendi rektörünü kendisinin seçmesini istemesinden neden korkulur ki? Gençler, tabii ki kendi kendi ihtiyaçlarını ve özlemlerini dile getirecek ve orada da durmayıp onlar doğrultusunda hareket edecek, kampüsleri ve sokakları kendisini ifade etmek için dolduracak.
Bundan doğal ne olabilir, o çok sözü edilen demokrasi tam da böyle bir şey değil midir?
Yoksa, rektörlerin okul bileşenleri tarafından seçilmesinin gençleri başka bazı “tehlikeli” isteklere yöneltebileceğinden mi korkuluyor?
Öyle ya, okullar kendi yöneticilerini seçebilirlerse, yerel yönetimler neden halk oyuyla seçilmiş yerel meclisler tarafından yönetilmesin?
Peki, o zaman seçilmelerinde halkın hiçbir söz hakkının olmadığı ve sırf despotizmin totaliter ihtiyaçlarının giderilmesi için tepeden atanan valilik ve kaymakamlık benzeri “saltanat makamlarının” çöpe atılması gibi daha da tehlikeli istekler peşisıra gelirse, söyler misiniz “kutsal” devletimiz ne olur?
En iyisi, henüz demokrasi mücadelesinin ilk adımlarını atarken gençlerin bilincini bulandırmak ve davranışlarını felç etmek değil mi?
İşte, kendi zavallı ömürlerini iki kuruşluk maaş ve statü uğruna her türlü kişisel özgürleşme potansiyellerini daha fiilileşemeden boğarak ve despotizmin kulu kölesi olduğu bir karanlık hücrede çirkin bir ucubeye dönüşerek geçirenlerin, kendilerini özgürce gerçekleştirmek isteyen gençlerin hareketlerine hasetle ve düşmanca yaklaşmalarından normal ne olabilir ki?
Neymiş, “hassasiyetler” varmış, gençler bunlara dikkat etmeliymiş!
Bre zavallı ucubeler, AKP’nin kendi ihtiyaçları giderebilmek için uydurduğu “hassasiyetleri” üzerinden sizinle oynadığı gibi gençlerle de oynamasını mı istiyorsunuz?
İşte, Boğaziçi’nin başka bir gizemi de restorasyon cephesinin öncüsü CHP’nin sefilliğini, şimdiye kadar göremeyenler dahil herkesin görebileceği netlikte ortaya çıkarmasıdır.
AKP, kendisine göre bir “Erdoğanist İslam” ve onun kendisine özgü “hassasiyetlerini” yaratıp, sonra da bu “hassasiyetlerden” yarattığı bir örtüyle gizlediği gerçek kimliğiyle gerçek gündemini hayata geçiriyor. O, artık herkesin bildiği vurgunları yapar, zenginleri daha zengin fakirleri daha fakir, halkı uysal köle, bütün farklılıkları “düşman” …vb. yaparken; “hassasiyetler” üzerinden yürüttüğü demagojilerle kendi destekçilerinin dağılmasını engellemeye çalışıyor.
AKP’nin böyle davranması kendi ihtiyaçları açısından makul görülebilir.
Peki, o uyduruk “hassasiyetler” örtüsünü korumak CHP’ye mi düşüyor? AKP’nin yaptıklarını daha rahat yapması mı isteniyor?
Başka eleştirilerimizi bir yana koyarak soruyoruz, Boğaziçi’ndeki tertemiz Müslüman gençlerin hiçbir çıkarla kirlenmemiş samimi hassasiyetleri sizi hiç ilgilendirmiyor mu, yoksa özgürlükçü – demokratik bir Müslümanlık yorumunun serpilip gelişmesinden de mi korkuyorsunuz?
Aslına bakılırsa, Boğaziçi olayının önemli eğilimlerinden birisi de, okuldaki Müslüman gençlerin direnişin içinde yer almaları, hatta bazılarının ön saflarda yer alacak bir demokratik yoğunlaşma yaşıyor olmasıdır. Bu gençlerin Müslüman kimlikleriyle direnişe sahip çıkmalarının, AKP’li dinbaz “din tüccarlarının” çevirdikleri dolapların çarkına şimdilik hasar verdiğini, sürerse büsbütün engelleyebileceğini saptayabiliriz.
AKP’nin kendisini “Erdoğanist” yorumuyla Müslümanlıkla iç içe ifade etmesi, dini inançların (yoksulların pasifize edilerek güdülmesi amacıyla üretilen) egemenlere ait yorumlarının yıpranması ve halkçı-demokratik yorumların önünü açması yönünde bazı eğilimleri besliyor.
Yapılan soygunlar, söylenen yalanlar ve Saray’la etrafında çöreklenenlerin şaşaalı yaşantılarının çirkinliği, dini inançların egemenlere ait yorumlar tarafından sömürülmesine zayıflatıcı yönden baskı yaparken; artan yoksullaşma Müslüman emekçilerde ve despotun baskılarına karşı özgürlük isteği Müslüman aydın gençlerde inançlarının halkçı yorumuna yönelme potansiyelini besliyor.
Evet, o uyduruk “hassasiyetlerin” önünde diz çöküp teslim olarak yol alabileceklerini düşünen CHP’nin pek kurnaz olduğunu sanan ahmak liderliğine (anlayacak kapasiteye sahip olmadıklarını bilsek de) söyleyelim ki, şimdi tam da o “hassasiyetlerle” doğrudan karşısında durarak hesaplaşmanın zamanıdır.
İlkin, sadece egemenlerin değil emekçi halkın da kendisine göre inanç hassasiyetleri vardır, şimdi onların sesine kulak vermenin ve egemenlerin hassasiyetlerinin karşısına dikmelerine yardımcı olmanın zamanıdır.
İkincisi, siyasetin hangi haliyle olursa olsun dini hassasiyetler üzerinden yürütülmesinin toplumsal ve siyasal alanda yaratacağı yıkıcı sonuçlar, uzun yıllardır yaşanan AKP iktidarının yapıp ettiklerinden sonra geniş yığınlar tarafından anlaşılmıştır. Şimdi, laikliği her zamankinden daha fazla, AKP’nin kuru gürültüsüne aldırmadan ve gölgelemeden savunmanın zamanıdır.
Ama bu laiklik, kireçlenmiş beyinlerin başkasını bilmedikleri ve bilmek istemedikleri AKP öncesinin despotik laikliği değil; Boğaziçi’nden (tıpkı Gezi’deki öncüllerinin olduğu gibi) pırıl pırıl gözlerle bize bakan Şeyma’nın temsil ettiği özgürlükçü-demokratik bir laikliktir.
Şimdi, devletin bir dini ve o din içindeki bir mezhebi ve o mezhep içinde de özel bir yorumu (Sünnilik ve Hanefilik) “Kemalist” bir yoruma tabi tutarak halka dayattığı ve sonuçta bir yandan başta Aleviler olmak üzere farklı inançlara asimilasyonu dayattığı, öte yandan sonuçta AKP’yi yaratacak bir toplumsal hınç birikimini yarattığı despotik laiklik değil; devletin bütün inançlara “kör” olduğu, her inancın kendi ibadetini ve diğer ritüellerini anayasal sınırlar içinde özgürce yaşayabildiği bir özgürlükçü-demokratik laikliğin kurucu öncülüğünü yapmanın zamanıdır.
Laikliğin başına “özgürlükçü-demokratik” ekini getirmemiz, bu ülkenin despotik bir modernleşme projesi içinde yaşadığı özel tarihinin ürünüdür ve ondan farklı bir tutumu vurgulamak için özellikle koyulmaktadır. Dolayısıyla, bu ek deyimi görünce, “ Ne diyorsun ulan, ne mozaiği, betonuz biz beton” tadında konuşan “eskiye/Kemalizme hayran-bağımlı” kimi sosyalistlerimiz kızıp bağırmakta özgür: “Sepet koluna, herkes yoluna!”
Biz sosyalistlerin hiçbir egemen eğilimin yolunu takip etme zorunluluğumuz yok; tam tersine, kendi yolumuzu keşfetmek, bütün önyargılarla çarpışmayı göze alarak önceden gidilmemiş bu yolda ilerlemek, ilerlerken halkın iktidarlaşmasının kendisine özgü laiklik sütununu inşa etme sorumluluğumuzdan başka “bağlılığımız” yok! Boğaziçili gençler bu sorumluluğu bir kez daha hatırlatmış oldu.
İşte, tıpkı Gezi’de olduğu gibi ama bu sefer daha güçlü biçimde kendisini ifade eden özgürlükçü-demokrat Müslüman gençler, egemenlerin dini inançları suistimal ederek çevirdikleri dolaplara halkçı-demokratik bir tekme atarak, direnişin başka bir gizemini daha gösterdiler; farklı inançlar halk güçlerinin özgürlük arayışının içinde konumlanabilir. Bu durum, egemenlerin, sanki normal olan öyleymiş gibi, Müslümanların her durumda her durumda kendi hizmetlerinde olacağı inancına sıkı bir darbe vurdu. Ellerindeki en önemli “silahı” kaybetme riski filizleniyor!
Söz konusu “gizemin” diğer yüzünde de, olası bir demokratik cumhuriyetin en önemli temellerinden birisi olacak olan laikliği, AKP’nin uyduruk “hassasiyetlerine” hiçbir prim vermeden açıkça savunmanın güncelliğin en önemli görevlerinden birisi olduğu yer alıyor. CHP önderliğindeki resmi muhalefetin laikliğin sadece göstermelik savunusundan öte gitmeyeceği, dolayısıyla bu görevin ancak halkçı-demokrat güçler tarafından yerine getirilebileceği gerçeği, Boğaziçi direnişi sürecinde netçe açığa çıktı.
Boğaziçi direnişi, liberalinden “sol” sekterine kadar geniş bir alana yayılan demokratik ve sosyalist güçlerden “dışardan” destek aldı, almaya da devam ediyor. Bu güçler çok farklı sebeplerden ve hedeflerden ivmelenerek direnişe destek veriyor.
Bütün umutlarını bağladıkları TÜSİAD odaklı finans-kapital güçleri AKP döneminde sürekli artan kazançlarıyla büyülendikleri ve kasalarını doldurdukça kah paracıklarını saymaktan kah ellerini ovuşturmaktan vakit bulamadıklarından olsa gerek kendilerine umdukları desteği vermese de, liberal ve sol-liberal güçler, direnişi destekliyorlar.
Bu güçler, direniş üzerinden hem bir kısmının mezunu da olduğu okulun geleneksel yapısını korumaya çalışıyor, hem de şayet Erdoğan-karşıtı bir restorasyon olacaksa bu süreçte liberal bir damarın daha güçlü olmasının zeminini oluşturmaya çalışıyorlar.
Devrimci güçler ise, Gezi’de de kendisini gösteren iki uca doğru savrulma eğiliminde.
Gezi isyanının aniliği ve çapının büyüklüğü, yaşanan zaafların gerekçesi olarak az çok anlaşılabilir olsa da; şimdi de aynı tutumların kararlıca sürdürülüyor olması, zaaflarını aşamayan, onlara bağımlı ve aslında ancak onlarla birlikte kendileri olabilen kararlı siyasal öznelerin varlığına ve onlarla netçe sınır çizmenin acil gerekliliğine işaret ediyor.
İki zaaflı tutumun ortaklaştığı duruş, Boğaziçi’nde yaşanan direniş ve onun etrafında oluşan kısmi hareketlenmeye “kendisi” olarak, özgün yapısı ve ihtiyaçları üzerinden ele alarak “içerden” yaklaşma yerine; sadece kendilerinin durdukları yerle sınırlı ve sırf kendi örgütsel-siyasal ihtiyaçları açısından “araçsal” yaklaşmalarıdır.
Bu güçler, önce kendi örgütsel var oluşlarıyla halk hareketini aralarında hareket eden dolayım kanallarını görmeyen-diyalektik olmayan bir yapıda ayrıştırmakta, sonra da “atamayla” kuruverdikleri ve üstelik gene atamayla sabitleştirdikleri bir hiyerarşik ilişki kurarak, halk hareketine “özne” olarak gördükleri örgütlerinin kullanışlı “nesnesi” olarak yaklaşmaktalar.
Elbette her siyasal özne toplumsal ve siyasal süreçlere kendi örgütsel var oluşuna anlam veren stratejik ve taktik konumlanmalardan bakacak, kendisini güçlendirmeyi düşünecek, yaşanan gelişmeleri o anda yaşanan olayla sınırlı olmayan örgütsel duruşuna ve stratejik hedefine doğru yürüyüşüne destek yapmaya çalışacaktır.
Sorun burada değil; sorun, kendi örgütsel var oluşunu, toplumsal ve siyasal süreçlerin zenginliğine, özgünlüklerine, ihtiyaçlarına ve aslında gerçekliğe-gerçek yaşama, hem “ayrı” hem de “birlikte” olduğu bir diyalektik “bütünsellik” ilişkisiyle değil, “dışarda” bir yere konumlandırarak ilişkilenmesinde. Yetmiyor ki, ek olarak da adeta “dokunulmaz bir kutsallık” halesine bürünerek düşünülüp davranılıyor.
İlkin, örgütsel duruş ve stratejik konumlanmaların meşruiyeti; sırf kendileri olarak var olmaları değil, onları var eden toplumsal ve siyasal gerçekliğin içindeki halk güçlerinin ihtiyaçlarına cevap üretme-üretebilme kapasiteleridir. Kerameti kendinden menkul var oluşlar, ne toplumsal ne de siyasal bir derinlik kazanamaz! Örgütler halkın-devrimin hizmetinde olduğu oranda değer taşır, halkın-halk hareketlerinin örgütlere hizmet etmesi gerektiği “inancı” ya da beklentisi ahmakça ve despotik bir hüsnü kuruntudan öte gidemez.
İkincisi, kerameti kendinden menkul duruşlar, kendilerini gerçek yaşamdan ve onun içindeki somut-tarihsel süreçlerden “ayrı” tuttukları sterilize bir konuma yerleştikleri ölçüde, halk hareketlerinin kendilerini eğitmesi olanağından mahrum kalır, zenginleşemez, kuruyup sönmeye mahkûm olur. “İçinde” olunan her halk hareketi, kendi özgünlüğüyle içine giren güçleri eğitip zenginleştirir, onlara “sahicilik” ve “yeni kapasiteler” kazandırır.
Üçüncüsü, o çok sözü edilen devrim, hiçbir “belirlenime” uğramadığı hayali bir boşlukta-“havada” değil, bir gerçeklik olarak toplumsal süreçlerin zenginliğinin ve toplumsal güçlerin mücadelelerinin-ihtiyaçlarının “içinde” bir olasılık olarak hareket eder, ona ulaşmak, onun içinde konumlanmak, onun sözcüsü-öncüsü olmak gerekir.
Dördüncüsü, o çok istenen “öncü” konum da, ancak halk hareketinin “içinde” olunarak kazanılabilir. Öncü konum, “tarihsel” bir duruş olan kapitalizmin tasfiyesine yönelme üzerinden meşruiyete sahiptir. Siyasal özne, kendisini halk güçlerinin içinde kurabildiği, oradan çıkıp gelerek, onun siyasal sözcüsü olabildiği oranda kendisi olabilir; aksi durumda bir “iddia” olmaktan öte gidemez, hatta halkın sisteme karşı öfkesini “sağ-uzlaşmacı” ya da “sol sekter” varlığıyla tüketen sektler olmak yazgısıyla yüzleşirler.
Öncü, başta işçi sınıfının güncel hak arayışları olmak üzere, bütün halk güçlerinin meşru güncel hak arayışları “içinde” olabildiği, kendi hareketiyle işçi sınıfı ve bütün halk güçlerinin hareketini ortaklaştırabildiği oranda; güncelde yaptığından çok farklı yapıdaki düşünce ve davranışı gereksinen “tarihsel öncü” konumundan hareket edebilme kapasitesi kazanır. Ancak böyle bir özgün kapasite sayesindedir ki, “öncü” halk hareketine kendi stratejik duruşu üzerinden müdahale edebilir.
Bu müdahale, halkın içinde “eğitilen” bir siyasal öznenin, halkın hareketinin güncel kazanımlarını birleştirerek güçlendiren, o güçlenmiş halini belirli bir stratejik ve taktik konsept içinde kapitalizme dayatan bir stratejik hamledir. Öncekinden tam tersi yönde akan bir süreç içinde, burada “tarihsel” olan “güncel” olanı eğitir; o ama zaten “güncel” olanın içindedir; halk ve siyasal özne birbirlerini eğitmekte, güçlendirmekte, birbirleriyle binbir biçimde akan dolayım kanallarıyla sarmal dolaş olduğu süreklileşmiş iletişim içinde “birlikte” var olmaktadırlar.
Öncü, içinde olduğu halkın güncel ihtiyaçları doğrultusunda yaptığı mücadelelerinin meşruluğunu ve acilliğini görmekle yetinmez; bu mücadelelerle kaynaşmakla beraber, aynı zamanda sırf ve sadece bu tarz bir mücadeleyle yetinilirse sonsuza dek sürüp gidecek bir fasit daire içinde çırpınıp durulacağı gerçekliğini bilir. Sistemin sermaye damgalı “egemenlik” yapısı, egemenliği sürekli yeniden üretir.
İlkin, sistemden bir biçimde koparılan hakların sistem içinde kalındığı oranda hiçbir kalıcılık garantisi yoktur, egemenlik ilişkileri üzerinden işleyen binbir süreçle her an geri alınabilir. İkincisi, çözülen sorunlar, sistemin yapısı gerektiği sürekli yeniden ürettiği yeni baskı ve sömürü biçimleriyle artan oranda yenilecektir ve bu durumda, kendisini sadece güncel ihtiyaçlar üzerinden yapılandıran bir mücadele tarzı, sistemin içinde kaybolup gitmeye yazgılıdır.
İşte, halkın özünde sistemin ürettiği baskı ve sömürü uygulamalarına karşı yürüttüğü güncel mücadelelerin, yaşanan sorunların sistemik olduğuna dair “güncellikle” sınırlı olmayan “tarihsel” bir bilince ve sistemin kendisini tasfiye etmeye yönelik bir “tarihsel” pratiğe/harekete de ihtiyacı vardır.
Böylesi bir bilinç ve davranış ise, halkın kendiliğinden hareketinin içinden kendiliğinden çıkıp gelmez, onun üretilmesi için sistemle ilgili gerçeklerin kavranıp ifade edildiği özel bir entelektüel derinleşme ve sistemle savaş stratejisi gereklidir. Öncülük, bu gerekliliğin cevabının keşfedildiği ve yaşama geçirildiği-geçirileceği iddiasıdır, gerçek yaşam da olup bitenler de o iddianın sınandığı süreçlerdir.
Öncü, içinde olduğu güncelliğin “içinde” olduğu kadar “dışındadır” da; o, güncelliğe tarihsellik içinde anlam ve derinlik kazandırırken, tarihselliği güncellik içinde gerçekleştirir; çift yönlü akan dolayım süreçleri her iki var olma halini besler, eğitir; sahici ve güçlü bir sistem karşıtı iktidar seçeneği ancak böylesi bir sürecin içinden çıkıp gelir.
Boğaziçi ya da farklı toplumsal ve siyasal süreçlerdeki siyasal tutumlar, sollarımız açısından değerlendirilecekse, “araçsal” yaklaşımın zavallılığı netçe anlaşılabilir.
Her türlü siyasal tutumun sahiciliği, şimdi ve burada yaşanan Boğaziçi direnişinin herkesçe bilinen çok açık ihtiyaçlarına nasıl yaklaşıldığı ve onların “güncelliğinin” “tarihsel” olanla nasıl ilişkilendirildiği açısından değerlendirilmelidir.
Sözün özü; Boğaziçi direnişi şu yada bu siyasal öznenin kendisini güçlendireceği ya da yeniden üreteceği bir “araca” indirgenemez; o, kendisidir, kendisi olarak değerlidir ve uğruna direnilen hedefine ulaşması önemlidir. Bu ise, direnişle ilgilenen bütün siyasal öznelerin, direnişin kendisinden talep ettiği biçime, dile ve tutuma bürünmesini belirler; yaklaşımlar, “keyfi” değil, direnişin güncelliğinin ürettiği belirlenimlerin mümkün kılıp talep ettiği olasılıklar içinden seçilmelidir.
Ama, aynı zamanda, şimdiki direnişin gereksindiği ortaklaşma gözetilmekle birlikte, sırf güncelliğe sıkışmış tutumlarla, rektörün atanmasının arkasında olup onu belirleyen “demokrasi” sorunuyla ve o demokrasi sorununu da belirleyen sermaye birikiminin ihtiyaçlarını her türlü toplumsal ve siyasal duruma dayatan kapitalist sistemin gerçekleriyle ilgili bir bilinçle beslenen “farklı” bir “komünist” tutum geliştirerek “ayrışmak” gereklidir. Bu tutumla da, direnişte, “demokrasi talebi” ve “kapitalizm karşıtı” bir tutumun etki alanı yaratılıp güçlendirilmeye çalışılmalıdır.
İki yönelim, birbirini etkileyip dengeleyecekleri bir zeminde ortaklaşa var olmalıdır.
Şimdi, farklı sol eğilimlerin “araçsallaştırma” zeminindeki ortaklıklarından sonra, bunu gerçekleştirirken farklı biçimlere bürünerek iki ayrı uca savruldukları tutumlarına değinmeliyiz:
Gezi isyanında yaşananlara benzer tutumların ilki, sürece “memur” mantığıyla “geçiştiren” tarzda yaklaşan tutumdur. Gezi’de de kendisini “Bitse de evimize gidip biraz dinlendikten sonra rutin siyasi faaliyetlerimize dönsek” biçimine sokarak gösteren bu eğilim, şimdi de kendisini gösteriyor.
Özellikle “büyük” cüsseye sahip olan siyasi güçler Gezi’de olduğu gibi Boğaziçi direnişinde de, dışardan, yüzeysel ve geçiştiren tarzda yaklaşıyorlar. Yapılması gerekenleri yapan “kitabi” tutumlarla üstü örtülmeye çalışılan bu yaklaşım; binbir ayrıntıya yayılmış kendi rutinlerinin içinde boğulmuş, kendisiyle dolu, kendisini kendi dünyasına hapsetmiş bir bönlüğü “yüksek” ve “soğukkanlı” siyaset sanan, siyasi iddialarını sadece söz olarak dillendiren ama o iddiaların gereksindiği pratiği hep “geleceğe” öteleyen bir tutumla kendisini gösteriyor.
Boğaziçi direnişi, bu “büyük” güçler açısından, içinde kendilerini güvencede hissedip pek mutlu oldukları “mekanlarının/partilerinin” çok önemli rutinlerini bozmaması kaydıyla ve bu pek mühim rutinleri biraz renlendirecek, hala kaldıysa “heyecan” ihtiyacını giderecek ve esas olarak var olanın devam etmesini sağlayacak bir “araç” olarak anlam ifade ediyor. Aslında, direniş “bir türlü bitmeyip” sürmeye devam ettiği için artık biraz da “huzur bozucu” görülmeye başlanmış olabilir.
Bu tutumda, farklı gerekçelerle bütün siyasal faaliyeti işgal edip belirleyen rutinlerle kendi güncel akışını sağlayan ve bu rutin zenginliğinin akışı içinde kendisini gizleyip meşrulaştıran “güvence” merkezli siyasal zemin, doğal olarak kendi yapısıyla uyuşmaz bir yapıda olan herhangi bir direnişle karşılaştığı zaman, “riski” en aza indirecek hatta mümkünse yok edecek bir tutumla onunla ilişkilenip, onu kendisinin “güvence” fetişizmi içinde “boğulan” var oluşuna içermeye çalışacaktır.
Nitekim, herkes de görüyor olmalıdır, Boğaziçi direnişine de aynı sözümona “kurnazlıkla” yaklaşıyorlar! Boğaziçi’nde yaşananlar, bu güçler açısından, kendi çok mühim “güvenceli iç yaşamlarının” biraz daha güçlenerek sürmesini sağlamak için kullanılacak bir “araçtır.”
Öte yandan, üstteki “güvence” odaklı tutumun tam zıddı yönde kendisini yapılandıran ve gene Gezi’de yaşanana benzeyen başka bir tutum da Boğaziçi direnişinde kendisini gösterdi. Burada da, direnişin kendisi olarak varlığı ve hedefleri herhangi bir önem taşımıyor; direniş, sadece siyasi öznelerin stratejik ve taktik hedeflerine hizmet edecek bir “araç” olarak değer taşıyor.
Faşizmin iktidarlaşmasını engelleyecek bir tutum geliştirmek için öne atılma cesareti gösteren bu güçler, öne atılma eylemlerinde gösterdikleri zaafları bir tarafa koyup sırf Boğaziçi direnişiyle ilişkilenme biçimlerine bakarsak, direnişi “kendisi” olarak “önemsiz” görüyor ve hızla faşizme karşı saldırının bir parçası haline dönüşmesini zorluyorlar.
Açıktır ki, direniş zaten kendisi olarak da faşizmin iktidarlaşma sürecine bir engel olma nesnelliğini taşıyor ve üstelik sürüp gittikçe kazandığı ağırlık üzerinden engel olma kapasitesi gittikçe güç kazanıyor, ülke gündeminin ana konularından birisi haline geliyor. Sürüp gidebilmesinin esas sebebi ise, kendisinin haklılığı bir yana, aynı zamanda bu haklılığını uygun bir direniş tarzıyla, uygun bir üslupla, uygun ittifakları kurarak, kendi hedefine bağlı kalıp aynı zamanda kendi hedefinin ülkenin demokratikleşmesi ihtiyacının bir parçası olarak görüp uygun bir yapıda siyasileşerek yapma becerisidir.
İşte, esas olarak gençlerin inisiyatifiyle yürütülen direnişin “olgunluğu”, ona üstten bakıp küçümseyerek yaklaşan “çok devrimci” siyasetlerden daha “yüksek” bir politik nitelik taşıyor.
İşaret ettiğimiz “sol” güçler, kendisini varlığı ve hedefleriyle kendisi olarak ciddiye almadıkları direnişe üstten emir vererek yaklaşıyorlar. “Hadi bakalım tatlı su balıkları sizi ateş hattında görelim” üslubuyla verdikleri emirler karşılık bulmadıkça da hırçınlaşıyor, kendilerini kendi üslupları ve davranışlarıyla tecrit ediyor, yapıp ettikleriyle direnişin meşruiyet zeminini yıpratıyorlar.
Ülkemize özgü “sol” eğilimin iyi bilinen savrukluğuyla, sürdükçe daha da artan direnişin enerjisini tersten bir zorlamayla “tüketecek” üslup ve davranışlarla direnişle ilişkilenen bu güçler, direnişi kendi politik çıkışları için bir “araç” olacağı konuma indirgemeye çabalıyorlar. “Bir şey olacaksa hemen olsun, bir enerji varsa hemen tümüyle kullanılsın” savrukluğu, “ortada faşizm varken başka her şey kendisi olarak önem taşımaz; her hareket, saptadığımız stratejik konsepte bağlanmalı, hemen, açıkça ve doğrudan faşizme karşı mücadele etmelidir” biçiminde kendisini ifade eden “kısa devre” tutumlarla kendisini gerçekleştiriyor.
İşte, Boğaziçi direnişinin bir diğer gizemi de, ülkemizdeki solun kimi yapısal zaaflarının kendilerini yeniden gösterdiği bir “deney alanı” olmasıdır. Sollarımızın önemli bir kısmının “kendisini aynen tekrar etme” konusunda epey kararlı olduğunu saptamalıyız.
Öyle anlaşılıyor ki, faşizmin iktidarlaşma sürecini durduramasa da hızını azaltan hatta hedefine ulaşmasına engel oldukça dengesini kaybettiren ve olası çöküşüne zemin oluşturan “halkın barajı” yeni ve genç bir enerjiyle güçlenecek.
Pandemi koşullarına, okulların kapalı olmasına ve üstüne abanan faşist teröre rağmen Boğaziçi direnişinin sürmesi, üstelik farklı üniversiteler ve şehirlere yayılma denemeleri yaparak sürmesi, direnişin ortaya çıkardığı ve farklı görüşlerden üniversitelileri bir araya getiren “Dayanışma” biçimi ve liselerden gelen destek mesajları, öğrenci gençliğin despotizme karşı öfkesinin pratik eyleme sıçrama eğiliminde olduğunu gösteriyor.
İktidarın muhtemelen “kolay ve tatlı bir lokma” olarak yutuvereceğini, okulun muazzam arsa değerini o arada geçerken cebine atacağını ve politik bir “pürüzü” daha tasfiye edeceğini sandığı Boğaziçi hamlesi, adeta bir bumerang gibi dönerek kendisini vurdu: Öğrenci hareketi bolca toplumsal meşruiyet üretip kazanırken, elindeki muazzam imkanlara rağmen iktidarın gayri-meşru duruma düştüğünü görüyoruz.
Öyle ki, “Kabe resmi” ve lgbtt bireyler üzerinden açıkça nefret suçu işleyerek halkı infiala teşvik ettiği provakasyon bile iktidarın zavallılığını göstermekten başka sonuç yaratamadı.
İktidar, kendisine yönelik her muhalif harekete karşı artık sadece devlet terörü ve faşist demagoji üzerinden cevap üretebiliyor, “esneme” kapasitesini neredeyse büsbütün kaybettiği için hiçbir tepkiyi “kapsayamıyor”, kendi bataklığını yarattığı bu yolda ilerledikçe de daha fazla hırçınlaşıyor ve toplumsal desteğindeki aşınmayı durduramıyor.
Faşist terör ve demagoji iktidarın artık sadece dar alandaki fanatik taraftarları konsolide edebiliyor, ama tersinden işleyen başka bir eğik düzlemde, geniş destek alanında yaşanan seyrelmeyi ve dökülmeleri engelleyemiyor. Bütün eşikler geçilip böylesi bir “köşeye sıkışma” konumuna girilince de, atılacak geri adımların “içerdeki” çözülmeleri kışkırtabileceği düşünüldüğünden olsa gerek, faşizmin kurumsallaşması sürecinde eskisinden daha fazla ve daha sert hamlelerle ilerlemenin kararlaştırıldığı görülüyor. Uçurumun kenarında dans ediyorlar!
Bu durumda “halkın barajının” oluşturucu ögelerinin hareketi özel önem kazanıyor.
Resmi muhalefetin “kutsal devlet” ve onun başta Kürt sorunu olmak üzere bilinen despotik “hassasiyetleri” konularında iktidarla aynı zeminde konumlanıyor olması gerçekliği, iktidara muhalefetle istediği gibi oynayabilme imkanını tanıyor. Nitekim, bu oyunun bıktırıcı bir tekrarla sürekli oynandığı herkesçe görülüyor. “Halkın barajı”, varlığıyla faşizmin kurumsallaşmasının hızını kesip dengesini bozarken, daha güçlü hareket ederek hem resmi muhalefeti zorlayıp hem de iktidarın çözülüp çöküşünü tetikleyebilir.
Özellikle işçi sınıfının, kadınların, doğa savunucularının Alevilerin ve ( bu yazının konusu olmayan Kürt halkının) oluşturucu ögeleri olarak inisiyatif aldığı “Halkın barajının” en önemli zaafları, kurucu güçlerin çoğunlukla kendi özel ve güncel-acil ihtiyaçlarıyla sınırlı bir hareket içinde olması ve üstelik bu hareketlerin hem her ögenin kendi içinde hem de ögelerin arasında “ortak” bir zeminde konumlanma olmadığı için birbirinden kopuk hareket ediyor olmasıdır.
Kurucu ögelerin, tümüyle meşru olan acil-güncel ihtiyaçları doğrultusundaki mücadelelerinin içinde talepleri ele geçirmeye kilitlenmiş sahici bir konumlanma, böylesi bir konumlanmanın her özel alanda talep ettiği özel biçimi, dili, örgüt ve mücadele tarzını keşfetme ve uygulama, devrimci-komünist siyasal iradenin görevidir.
Öte yandan, bütün halkçı direnişlerin uğruna mücadele ettiği acil-güncel ihtiyaçların yokluğunun ana sebebi olan faşizmin kurumsallaşması sürecinin “ortak düşman” olarak varlığı, mücadele eden güçlerin birbirleriyle ortaklaşmasının nesnel zeminidir; ama böylesi bir özel zemin kendiliğinden değil, bilinç ögesiyle kuşanmış siyasal bir iradenin yaratıcı ve öncü hamleleriyle kendisini var edebilir.
Ancak, söz konusu iki görevin iç içe var olacağı bir siyasal müdahale, sadece faşizmin kurumsallaşmasını engellemeyle sınırlı bir “tepkisel” zeminde kalırsa yeterince güç kazanamaz; o, aynı zamanda, faşizmin zıddı yönde ilerleyerek demokratik bir anayasa ve cumhuriyetin “kurucu önderi” olmayı becerebildiği zamandır ki, kendisini en güçlü olacağı bir yapıya kavuşturacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.