Haziran 1988’de Yarın dergisi yayın hayatına son verdi. Geleneğin devamı olarak çıkan dergiler de dikiş tutturamadı. Neden acaba, devrimciler Yarın’ı “tasfiye ettiği” için mi? Yoksa devrimci hareketin, gençlik mücadelesinin ve bütün bileşenleriyle toplumsal muhalefetin yükselişe geçtiği bir süreçte, Yarın çizgisi iflas ettiği için mi?
Ertuğrul Bilir arkadaşın Sendika.Org’da yayımlanan “14-15 Nisan 1987: Bak işte yan yana onlar!” başlıklı yazısına, yine aynı sitede, Nezih Kazankaya imzalı, “Yarın ve Yarıncılar” başlıklı yazıyla yanıt verildi.
Birkaç küçük şerh dışında Ertuğrul’un yazısına bütünüyle katılırım, unutuluşa terk edilen bir dönemi hatırlattığı için de teşekkür ederim.
N. Kazankaya arkadaşın yazısında ise katılabileceğim çok az, itiraz edeceğim pek çok şey var. Söylemek zorundayım ki, “Yarın ve Yarıncılar” bir tahrifat yazısıdır. Tek yönlülük ve inkarcılıkla malûldür. Dönemin bütünlüğü, dinamikleri, atmosferi, güçlü ve zayıf yanları hakkında hiçbir şey söylemez okura; bunların yerine ikame edilen Yarın güzellemesi “dönem budur” iddiasıyla sunulacaksa, orada biraz durun! Bırakınız dönemin tarihini, salt bir grubun -herhangi bir grubun ya da hepsinin- tarihi dahi böyle yazılamaz, çünkü hiçbir grup boşlukta var olmadı, onları çevreleyen bir atmosfer, farklılıklar, çelişkiler, gerilimler vardı; bunların etkileşimi ve toplamı tek tek grupların şekillenmesini de derinden etkiledi. N. Kazankaya’yı, Yarın’ın tarihini yazdığı için değil; bu tarihi yazmak için başkaca şeyleri yok sayan inkârcı bir anlayışla ve soldaki klasik hastalığın tezahürü olan abartılı ve tek yönlü bir grup güzellemesi ekseninde yazdığı için eleştiriyorum.
Kazankaya’nın, Ertuğrul’un ve benim; ezcümle dönem hakkında konuşan herkesin iddialarının mihengine vurulacağı temel ölçüt yaşananlardır. Olaylar, olgular ve bunların iç bağıntılarıdır; farklı yorumlar mümkün, ancak tüm yorumlara temel teşkil edecek nesnelliğin, olay-olgu bütünlüğünün, yok sayılması veya tahrif edilmesi kabul edilemez.
O halde oraya bakacağız, yaşananlara.
Her dönemin belli nirengi noktaları vardır; dönemin bütün özelliklerini, güçlü ve zayıf yönlerini, geleceğe uzanan potansiyellerini bağrında toplar. 14 Nisan 1987’de saat 15.00 sularında Aksaray’dan Yenikapı’ya uzanan yolda başlayıp, Beyazıt Meydanı’na yakın kütüphane binasının önünde polis saldırısı ve çatışmayla sona eren 2.500 katılımlı yasadışı militan gösteri 1980 sonrası öğrenci hareketinin dönüm noktasıdır. Klasik deyişle, o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. O gösteri ve devamındaki açlık grevi, irili ufaklı eylemlerle 87 Nisan’ının tamamına ve Türkiye’nin bütün önemli kent merkezlerine yayılan eylemler, öğrenci hareketinde bir dönemi bitirdi ve yeni bir dönemi başlattı.
1984-87 14 Nisan’ı arası, öğrenci gençlik hareketinin bir bakıma mayalanma dönemidir. Küçük küçük toplaşmalar, tanışma ve arayışlar, kır gezileri, ev toplantıları, eğitim çalışmaları, ilk dernekleşme girişimleri, barışçıl eylem denemeleri, yemekhane boykotları, yurt seçimleri, imza toplamalar, dilekçe vermeler, açlık grevleri ve elbette hiç olmazsa temel izleği bakımından esaslı tartışmalar, devrimin yolu, çizgisi vb.; bunlar bu ilk dönemin temel karakteristiğidir.
Bu dönem 14 Nisan’ı ve sonrasındaki militan ve kitlesel gelişme çizgisini hazırladı, mayaladı.
Bu ilk dönemin başlangıçlarının başat aktörü Yarıncılardır. Kesin bir tarih verilemez ama, Nisan 87’den en az bir yıl önce bu vasıflarını yitirdiler ve itilim verdikleri hareketin önünde güçlü bir frene dönüşmeye başladılar; 14 Nisan, hem 84-87 arası -Yarıncıların da pay sahibi olduğu- mayalanmanın ürünüdür hem de 14 Nisan öngününde yine Yarıncıların yaptığı “kazık frenin” aşılmasıdır.
Her ikisini de ele alacağız.
Radikal devrimci örgütlere kıyasla TİP-TKP geleneği 12 Eylül faşist kudurganlığından daha az hasarla çıktı, yani nispeten derli toplu davranma olanaklarına sahiptiler. TİP yasal parti geleneğinden geliyordu, TKP ise 70’li yıllar boyunca başat gündemi olan ceza yasasındaki 141-142. maddelerin kaldırılması kampanyasıyla murat ettiği üzere, yasallaşmayı temel hedef haline getirmişti. Nitekim 80’lerin sonunda, Haziran 1990’da TKP-TİP birliğinin yasal partisi TBKP kuruldu, başka bir ifadeyle yasal sosyalist partiler alanın öncülüğü -tabii ki 12 Eylül sonrasını kastediyoruz- onlara aittir. Bu çizgi, yatkınlık ve imkanların sonucunda 1984-85’ten itibaren dernekleşme çalışmalarına söz konusu geleneğin başlaması doğal ve anlaşılır bir durumdur. Bunları ne devrimcilerin eksik bıraktığı mevzulara mazeret üretmek için yazıyoruz ne de Yarıncıların ilk elden yaptığı girişimlerin önemini karartmak için. Nedenleri ve zemini ne olursa olsun 1981’de dergi çıkarmak da 1984-85’te öğrenci derneklerinin kuruluşuna girişmek de kıymetli bir iştir.
Bir sürece önayak olan başat bir aktörün varlığı, başkalarının yokluğu anlamına gelmez. Dernek işine önce Yarıncılar başladı, fakat herkes gücü oranında bu işin içindeydi.
Hemen hemen bütün devrimci yapıların taraftarları başa yazılmalıdır. Merkezi örgüt ilişkilerinden yoksun sempatizan çevrelerdi bunlar genellikle, fakat iyi kötü bir iç hukuka sahiptiler, disiplinli, koordineli bir davranış sergileyebiliyorlardı. Pek çok grup öğrenci hareketine ilişkin politikalarını açıkladıkları yasadışı -fotokopi baskı- broşürler yayımladı. Biz yayımladığımız broşürün altına Militan Gençlik imzası atamadığımız için, grubu niteleyen “Yaşasın Özgürlük Yaşasın Sosyalizm” imzası attık, aynı yöntemle TDKP’li arkadaşlar “Faşizme Ölüm Halka Hürriyet”, Devrimci Yolcular ise “Tek Yol Devrim” imzalı broşürlerle katıldılar tartışmalara. İkincisi, herhangi bir örgüte yakınlık duymayan bağımsız devrimciler, anti-faşistler, demokratlar ya da örgüt arayışında olanlar vardı. Son olarak hayata soldan bakan ya da arkadaşlık ilişkileri içinde dernek çalışmalarına katılan gençler sayılmalıdır.
Nezih Kazankaya arkadaşın öğrenci derneklerini nitelerken başvurduğu “sendikal örgüt” kavramı karşılık bulmadı ve süreç pek de “kitaba uygun” gelişmedi Türkiye’de, buna 80 sonrası öğrenci hareketi de dahildir. Öğrencilerin özlük haklarını savunma bağlamında kullanıldığında ve biraz da zorlamayla Ne Yapmalı ile ilintilendirilen bu kavram, bir anıştırma olarak kabul edilebilir, tabii esaslı şerhlerle. Öğrencinin özlük hakları denen okulcu taleplerin savunulması 80’ler Türkiye’sinde “terörle iltisaklı” kabul edilmek için yeterliydi. Sendika, dernek ya da kanarya sevenler cemiyeti; adı ne olursa olsun “örgüt” kavramı lanetliydi, şeytanlaştırılmıştı. “Sendikal” bir öğrenci derneği de kurmaya kalkışsanız faşizmle, polisle, mahkemeyle, okuldan atılmayla yüz yüze gelmeniz kaçınılmazdı. Bu da demektir ki, daha ilk adımda, hatta herhangi bir “sendikal” -ben okulcu demeyi tercih ediyorum- talebi dile getirmeden önce demokrasi ve örgütlenme özgürlüğü için mücadele etmekten kaçınamazdınız ve kaçınılamadı da. Nitekim öğrenci hareketinin dönüm noktası olan 14 Nisan, özünde örgütlenme özgürlüğü talebiyle gerçekleştirilmiş bir eylemdir; şu veya bu spesifik sendikal/okulcu taleple değil. İkincisi herhangi bir politik talep ve eylemin daraltıcı, kitleselleşmeyi engelleyici rol oynayacağı; önce sendikal, sonra zamanı geldiğinde -ne zaman gelecekse bu zaman- siyasal, ama mutlaka barışçıl eyleme geçileceği anlayışı 14 Nisan’da yerle bir olmuştur. 14 Nisan, örgütlenme özgürlüğünü dillendirmesi anlamında siyasal, yasallığa metelik vermemesiyle yasadışı ve militan; ve tüm bu özellikleriyle -isteyen bu özelliklere rağmen diye de yazabilir- 80 sonrası dönemin en kitlesel gençlik eylemidir. Kazankaya’nın sendikal deyip geçiştirdiğini ben buraya yazayım: Yarıncılar, belli şerhlerle kabul edilebilecek olan “sendikal öğrenci örgütünü” değil, kapıları siyasal ve militan her şeye sımsıkı kapalı dar-sendikalist, reformist, pasifist bir anlayışı savundular; meselenin esası budur, devrimcilerin Yarıncılarla karşı karşıya gelmesinin nedeni de.
Özcesi, 1980’ler Türkiye’sinde öğrenci kitleleri kendiliğinden bir derlenişle sendikal örgütlerini kurmadılar; devrimci ve sosyalist öğrenciler dernekler kurarak kitlelere ulaşmaya, buradan hareketle kendi örgütsel yapılarını güçlendirmeye, okulcu ve demokratik taleplerin savunusunu da içeren bir mücadele hattıyla -durum neyi gerektiriyorsa ona öncelik vererek- faşizme karşı mücadeleyi yükseltmeye çalıştılar. Hem durum/olgu budur hem de bunda bir terslik yoktur. Keşke binlerce öğrenci kendiliğinden gelme bir hareketin sonucunda kendi sendikal/okulcu örgütlerini kursalardı da biz de sosyalistler olarak o yapılar içinde çalışabilseydik. Gelin görün ki bu “Avrupai” modele uymadı memleket; bu modelin prokrestus yatağına yatırılarak kesilip biçilmeyi de reddetti; hem memleket gerçekliği hem de şükür ki memleketin devrimcileri: Yarıncıların 14 Nisan’da gelip çarptıkları duvar budur.
Özcesi Yarıncılar ve diğerleri tartışması, devrimci-reformcu çizgi tartışmasıdır.
Devrimcilerin her şeyi iyi yaptığını iddia edemem, öyle olsaydı hareket 1990’ların başında tıkanıp kalmazdı, ki ortalıkta Yarıncılar “mazereti” de kalmamıştı. Buna rağmen devrimciler-reformcular saflaşması bir gerçekliktir ve bunu karartan bir tarih yazımı kabul edilemez.
“Sendikal” denerek kodlanan (bkz. Kazankaya’nın yazısı) sendikalist (pasifist, sağcı) anlayış, salt 80 sonrasında değil, tüm dönemlerde geçersizliğini gösterdi Türkiye’de. 1968 Dev-Genç’i; birleşik, kitlesel, militan ve politik tavır sahibi bir yapı olarak, bugüne dek görülen en gelişkin gençlik örgütüdür; aşılmak bir yana yanına bile yaklaşılamamıştır. Yani söz konusu vasıflar kitleselleşmeyi engellememiş, bilakis güçlendirmiştir; keza okulcu/sendikal talepleri savunması da, ki tutarlılıkla savunmuştur, Dev-Genç’i, Kazankaya’nın tariflediği türden “sendikal(ist)” bir örgüt yapmamıştır. (Elbette dönemlerin farklılığının farkındayız; fakat bu meselenin esasını -çizgi meselesini- değiştirmez.) Bu önermenin negatif doğrulayıcısı ise işçi-memur sendikalarıdır; sendikalizme gark olarak tükendi çoğu; başka sözcüklerle neoliberal saldırganlık ve sosyalizmin çöküşü koşullarında bu sendikalist çizgi, çıkmazı daha da derinleştirdi.
Somut bazı örneklerle açalım.
Yukarıda derneklerin kuruluşuna katılan farklı gençlik kategorilerinden söz etmiştik. Ben ve bir grup arkadaşım da 80 öncesini ucundan kıyısından yaşayan, liseden devrimci olarak gelen, bir örgütle ilişkisi olmayan, fakat hararetle örgüt arayışında olan gençlerdik. “Fındıkzade komünü” olarak adlandırmakta sakınca görmediğim bu dört kişilik grubun evrimi, dönemin tipik özelliklerini yansıtır. Diğer üç arkadaş İÜ Hukuk Fakültesi’nde okuyordu, ben İÜ Edebiyat’ta. İçimizde yalnızca Ercan Demir’in, babası üzerinden Devrimci Yol ile bir yakınlığı vardı, fakat Ercan da DY’li değildi, bizim gibi örgüt arayışındaydı. Ve biz olanca naifliğimizle Yarın’ın çekim alanına girmeye başladık. Bir dergi vardı ve cuntanın zulmünü, hak ihlallerini teşhir ediyor, sosyalist, ilerici kültürün yayılmasına katkı sağlıyordu. Görünürde başka kimse yoktu ortalıkta -var olduklarını kısa süre sonra anladık- ve cuntanın teşhirinin hangi politik çizgi bağlamında yapıldığını sorgulayacak durumda değildik; İlhan Selçuk’un, Uğur Mumcu’nun yazılarını da beğeniyorduk, Yarın’ın yazdıklarını da, nihayetinde 18-19 yaşında çocuklardık. Ve ortalıkta çok sayıda Yarıncı arkadaş vardı, üstelik dernek kuruluş çalışmalarına başlamışlardı. Bu tabloda -ve bizim o günkü halimizde- Yarıncı olmayıp da ne yaparsınız? Biz Yarın dergisini okuduk, dağıttık, yazılarını tartıştık ve Yarıncı olmamıza ramak kaldı. Uzatmamak için kopuş anımıza atlıyorum. Arada şu notu düşmeliyim: Devrimci bir arayış içinde olan biz ve bizim gibi onlarca arkadaş için Yarıncıların aşırı ihtiyatlılığı gittikçe daha büyük sorun olmaya başlamıştı. Bu arada okuyor, araştırıyor, değişik çevrelerle temasa geçiyorduk ve kafamızdaki soru işaretleri büyüyordu. Son(uc)a gelelim. 1986 ilkbaharında Edirnekapı Yurdu’nda kalan arkadaşımız İÜ İktisat’tan Bekir Petekkaya’ya Vatan Caddesi üzerinde, Yurdun önünde araba çarptı. İlk anda gelen haber Bekir’in öldüğü yönündeydi. Bir dakika bile yitirmeden Vatan Caddesi’ni iki yönlü trafiğe kapatarak oturma eylemine başladık. Uzatmayalım, polis vahşice saldırdı. Yurdun giriş kapısı önünde ciddi bir izdiham oluştu. Cama sıkışmıştım, son bir gayretle ağır blok cama tekme attım. Onlarca arkadaş ağır kesiklere uğrama tehlikesi atlatarak içeriye girmeyi başardı. Ve hiç tereddüt etmeden Yurdun A Blok bölümünü işgal ettik. Merdiven girişine yığılan masa sandalyeler bu iş için yetmişti. Merdivendeki soluklanma anında fark ettim ki ayak bileğimde ağır bir kesik var ve pek çok arkadaş aynı durumdaydı. Sevgili Nuh Köklü de o merdiven başında elinde sopa bekleyenler arasındaydı. Biraz sonra Bekir’in ölmediği haberi geldi ve polisin çekilmesi koşuluyla işgale son verdik. Ve bir an bile yitirmeden mahalleye dağılarak ertesi gün tüm mahalleyle birlikte yolu kesmek için eylem örgütlemeye giriştik, çünkü bu yol çok sayıda can almıştı ve ne alt ne üst geçit vardı. Mahalleli sıcak yaklaştı önerimize. Fakat Bekir gece yarısı sargılar içinde çıkageldi ve o haline aldırmadan şiddetle karşı çıktı eyleme. Yapacak bir şey yoktu, eylem iptal oldu. (Eylem, Bekir’in hastanede ziyaretini gösteriye dönüştürmek üzerine kurgulanmıştı, Bekir hastaneye geri dönmeyi kabul etmedi. Kendince haklı gerekçeleri vardı, dönemin en renkli simalarından biriydi sevgili Bekir.) Ertesi gün, yanlış hatırlamıyorsam Ercan ile (AÖS Yurdunda kalıyordu) ya da belki Erdal Çanakçı ile Sultanahmet’teki Yarın bürosuna gittik. Bunlar henüz ilk adımlarımızdı, heyecan, coşku ve öfke içindeydik. Hissettiklerimizi yoldaşlarımızla paylaşma heyecanımızın üzerine deyim uygunsa bir kova buzlu su döküldü büroda, ne goşizm kaldı ne maceracılık ne de provakasyon edebiyatı. Bardağı taşıran son damla bu oldu, Yarın ile kesin ve geri dönüşsüz ayrılığa o gün karar verdik. Hemen o akşam Edirnekapı olayını anlatan bir yazı kaleme aldık, ben kaleme aldım, geniş bir arkadaş topluluğu tartışarak son şeklini verdi metne. Doğruca İlk Adım dergisinin yolunu tuttuk. İlk Adım’ın başında eski Darüşşafaka Militan Gençlik’ten Hakan Güldağ vardı. O zamanlar pek ilişkisi kalmamıştı Militan Gençlik ile, fakat eski hukukun sağladığı yakınlıkları sürüyordu sanırım. İlk Adım, içlerinde Troçkistlerin de olduğu farklı çevrelerin çabasıyla çıkan bir dergiydi, kısa ömürlü oldu. (Hakan Güldağ şimdi Dünya Gazetesi’nin yöneticisidir.) Bizi ilgiyle karşıladılar, uzun bir sohbet yaptık olay ve gelişmeler hakkında ve yazımızı hemen yayınladılar. Fındıkzade komünü bu andan itibaren en geç altı ay içinde doğru örgütü bulup katılma, yok eğer hiçbiri aklımıza yatmazsa “bir örgüt kurma” kararı ve iddiasıyla planlı bir çalışmaya başladı. Bugünden naif görünebilir “örgüt kurmak” gibi bir iddia, fakat dönemin birçok çevresinde yaygın olan devrimci ruhu yansıtması bakımından üzerinden atlanamaz. Plan çok açıktı. O yaz memleketlere dönülmeyecek, bir ev bulunacak (kısa süre Şirinevler’de kaldıktan sonra Fındıkzade’deki bodrum kata taşındık), ailelere bağımlılıktan kurtulmak için işe girilecek ve Mahir ve Türkiye Komünist İşçi Hareketi olarak belirlediğimiz seçeneklerden birinde netleşilerek sonbahara örgütlü girilecekti. Planladığımız gibi 86 sonbaharında bu meseleyi çözdük. Erdal Dev-Yol’da karar kıldı, Ercan, Saffet ve ben TKİH-Militan Gençlik’e katıldık. Öyle salt masa başı çalışma falan değildi yaptığımız. Bütün arkadaşlar alanlarında etkin ve eylemli bir duruş içindeydiler. Ben Edebiyat Fakültesi derneğinin kurucuları arasındaydım, gerçi dilekçemiz kabul edilmedi ve biz yasal değil fiili eksende yürüdük. Keza dernek temsilcisi seçilmiştim, İÖDP ve Türkiye Platformlarına Edebiyat’ı temsilen katılıyordum. Temsilciliğimin ilk bölümü sözünü ettiğim çerçevede “örgütsüz”, ikinci bölümü ise Militan Gençlik’li olarak geçti. (1986’dan 87 sonlarına kadar yaklaşık 1,5-2 yıl temsilcilik yaptım.)
Anlattığım örneğin temsil gücü olduğuna inanırım, oldukça geniş bir çevrenin yaşadığı süreç ve değişimin özetidir Fındıkzade komününün hikayesi; tabii Yarıncıların durumunun anlaşılmasının da.
Althusser, “Gelecek uzun sürer” diyor, bir ekleme yapalım: Gelenek de uzun sürer. Gerek 1960’ların tarihsel TİP’i, gerekse 1980’lerin Yarın dergisinde izdüşümünü bulan TİP-TKP çizgisi, kendi uyandırdığı güçleri deli gömleğine hapsetmeye çalıştığı için her tarafından dikiş attı ve yok oluşun eşiğine geldi. 60’lar TİP’i ilk döneminde hem toplumsal uyanışın üzerinde yükseldi hem ona biçim verip bilinç taşıdı, sosyalizm fikrini -çizgisinden bağımsız- tüm Türkiye ve Kürdistan’da yaygınlaştırdı; hem de 1960’ların sonundan itibaren kendi uyandırdığı güçleri dizginlemeye çalıştı. Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş sosyalizme yönelen gençler olarak TİP üyesiydiler.
Peki neden ayrıldılar? Cevabı aşağıda.
“…Önce Marksist-Leninist kitapların Türkçeye çevrilmesine, serbestçe satılmasına göz yumuldu. Bir anda kitapçı dükkanları Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun, Guevara’nın kitaplarıyla doldu taştı. Meydanlarda sergiler açıldı. (…) Hatta nasıl bomba yapılacağını açıklayan bir kitap bile vardı aralarında. İşin ilginç yanı (…) savcılarımızın bu olaya seyirci kalmalarıydı. Mecliste bu değişikliğin nedenini sormuştum. Elbette 141-142. maddelerin uygulanmasını istemiyordum. Ama bu maddeler yürürlükteyken savcılar neden uygulamıyor? demiştim. Böylece tezgahlanan oyunun farkında olduğumuzu belirtmek istemiştim. (TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar) (Ergun Aydınoğlu. Türkiye Solu (1960-1980) Versus yay. s.132)
Görüldüğü üzere Aybar, Marksist klasiklerin yayımlanmasında bir “hile” seziyor ve onları okuyan gençlere hiç de “güleryüzlü” değil.
Partinin diğer lideri Behice Boran da Aybar’dan aşağı kalmıyor bu bahiste. 1966’da 13 TİP’linin partiden ihraçlarını değerlendirirken şunları söyleyebiliyor:
“Partinin en güçlü devrinde on üç arkadaşımız, kendi çıkarları için, parti tüzüğüne ve kararlarına ihanet etmişlerdir. Bunlar Türk mahkemelerince komünizm propagandası yapmaktan mahkûm edilen Mihri Belli’nin hücresine dahil olup ondan emir almaktadırlar. Demin dinlediğimiz arkadaş Mihri Belli’den emir almadıklarını söyledi. Bu arkadaş elbet direkt olarak Mihri Belli’den emir almaz. Mihri Belli kendi hücresinden ilk çengele emir verir, o da başkasına, o da ötekine. Biz bu taktikleri biliriz. Bunlar komünist taktikleridir…” (Aydınoğlu. Age. s. 185)
Şimdi soru şudur: Sosyalizm mücadelesine atılmak isteyen her genç gibi TİP’e katılan Mahir ve Deniz, yukarıda alıntıladığımız çizgiyle bir arada durabilirler miydi? Duramazlardı ve duramadılar; tıpkı bizim dönemin genç devrimcilerinin Yarın çizgisiyle bir arada duramaması gibi. Marks’ın dediği gibi tarih iki kez tekerrür etti, birincisinde trajedi olan ikincisinde komediye dönüştü. Nasıl dönüştüğünü 14 Nisan’a odaklandığımızda, aşağıda göreceğiz. İkinci bir not düşelim analojiye; ilk zamanlarda etkili olan TİP -TKP geleneği, mücadelenin kızıştığı ve yükselişe geçtiği dönemlerde etkisiz hale geldi; gerek 1960’lar sonu ve 70’lerin yükselişinde, gerekse 14 Nisan 1987 sonrası gençlik hareketinde durum budur.
Şimdi, güneşin bir damla suda yansıması misali, tüm sürecin kristalize olmuş özü-özeti olarak 14 Nisan’a gelebiliriz.
Kısaca, ANAP Balıkesir Milletvekili İsmail Dayı’nın hazırladığı yasa teklifi, dernekleri sözde yasallaştırma adına, doğal üyelik üzerinden var olan tüm dernekleri tasfiye etmeyi ve sözde temsilcilik adına, “doğal üyelerden” birinin rektörlüklerin kuklası olarak “seçilmesini” dayatıyordu. Tepki büyük oldu, onca yılın emeği heder olmak üzereydi. Bu teklif gündemleşene kadar gelen süreçte Yarıncılarla, yukarıda anlatmaya çalıştığımız gerilimler sürüyordu zaten, ipler kopmak üzereydi. Örneğin 1986’da Marmara Basın Yayın’ın dernek lokalinde başlayıp Bilgesu Erenus’un evinde süren açlık grevi, Yarıncılara rağmen yapılan ve gerilimin had safhaya çıktığı eylemlerden biridir. Ertuğrul’un yazısına düşeceğim şerh bu noktadadır. O güne kadar “ilkeler” tartışması son derece tali plandadır, hatta yoktur, asıl mesele Yarıncıların dayattığı pasifist-sendikalist çizgi ile, siyasal alana daha fazla ağırlık veren ve sokakta militan bir mücadele hattını zorlayan devrimci çizgi arasındadır. Devrimciler arası ayrımlar bu tabloda önemsizdi, çünkü Yarıncıların yarattığı blokaj, bu hattı savunan herkesin önünde ortak bir problem haline gelmişti. (İlkeler tartışması Yarıncıların derneklerden çekildiği Nisan 87 sonrası dönemde devrimciler arasında yaşandı ve pek de hayırlı sonuçları olmadı. Basit bir zaman kayması o günleri anlaşılmaz kılar, o nedenle bu gerçeğin altı kalınca çizilmelidir.) Ve 14 Nisan’ın öngününde İstanbul Öğrenci Dernekleri Platformu’nun Eyüp SHP’de yaptığı toplantıda ipler koptu. Edebiyat’ın temsilcisi olarak oradaydım, saatler süren gergin bir tartışmanın sonunda yapılan oylamayla devrimcilerin önerisi kabul edildi: Yasadışı bir gösteri ile tasarı protesto edilecekti. Yarıncılar azınlıkta kalmalarına rağmen kararı tanımadılar. Eylemi yanlış ve zararlı bulduklarını açıkladılar. Ve tam da alınan kararı kıracak şekilde, aynı gün İstanbul Sultanahmet’ten otobüs kaldırarak meclise dilekçe vermeye gideceklerini açıkladılar. (Şu da mümkündür; zaten grup olarak Türkiye çapında kararlaştırdıkları dilekçe eylemini, örneğin İstanbul’da kabul ettiremeyince, Platformun o güne dek işleyen “azınlığın çoğunluğun kararına uyma” geleneğini, o gün orada ve geri dönüşsüz olarak çiğnediler.) Onlarca temsilci bu tartışmanın ve alınan kararın tanığıdır; ki yarıya yakını da Yarıncıdır temsilcilerin.
Peki N. Kazankaya arkadaş nasıl anlatıyor olanları? Dinleyelim.
“14 Nisan İstanbul yürüyüşünün yeri, Yarıncıların Ankara’ya giden öğrenci temsilcilerini uğurlarken toplandıkları Sultanahmet’ten Aksaray’a alınıyor ve bu bilgi Yarıncılara iletilmiyordu. Rejim ile öğrencileri karşı karşıya getirmeyi hedeflediklerini söyleyen gruplar bu yürüyüşte ne söyledikleri gibi pankart açıyor ne de bahsettikleri sloganları atıyordu. (Kim söyledi bunu ve hangi pankartı açmayı vaat edip açmadı, açıklar mısınız? bn.) Yürüyüş kolu polis tarafından saldırıya uğradığında öğrenciler YÖK’e ve yasa tasarısına karşı sloganlar atıyorlardı. Tasfiye gayreti saldırıların kınandığı basın toplantısında Yarıncıları konuşturmamaya çalışmaya ya da Aksaray yürüyüşünde gözaltına alınanların serbest bırakılması için gerçekleştirilen açlık grevlerinde Ankara yürüyüşünden dönenlerin mesajlarını okumama gayretlerine kadar varıyordu. İstanbul’da sergilenen bu birlik karşıtı tutum, İzmir ve Ankara’da da sergileniyor ancak gösterilen tüm ‘tasfiye’ gayretleri karşılıksız kalıyordu.” (bkz. Kazankaya. agy. Sendika.Org)
Bilgisizlik dahi bu ağır tahrifatın mazereti olamaz, bu konularda kalem oynatan herkes tarihe ve gerçeğe sadakati başa almakla yükümlüdür. Hiç olmazsa o dönem İstanbul hareketi içinde olan kendi arkadaşlarına sorsa bu ağır tahrifattan kaçınabilirdi Kazankaya. Beraber yol yürüdüğümüz, aramızda tuz ekmek hakkı olan dönemin İstanbul Hukuk öğrencileri Ahmet Güngör, Atilla Bahçıvan, Cevdet, Yusuf, Melike, Şebnem arkadaşlarımızın Kazankaya’nın yukarıda yazdıklarını doğrulamayacaklarına inanıyorum, inanmak istiyorum. İÜ Basın Yayın’dan başlangıçta Yarıncı olup, sonra DY-Dev Genç’e katılan sevgili Meral Aslankaya’nın ise -14 Nisan’da hala Yarıncı mıydı hatırlamıyorum- yukarıdaki tahrifatı şiddetle reddedeceğine eminim. Yarıncı olduklarını kabul edecekleri bile şüpheli hale gelen Yasemin Çongar ve Kadir Çöpdemir’e ise sorum yoktur.
Gerçek şudur: Yarıncılar, benim de temsilcilerinden biri olduğum İÖDP’de 1) 14 Nisan yasadışı gösterisine şiddetle karşı çıktılar, 2) azınlıkta kaldılar, karar çıkmasını engelleyemediler, 3) kararı tanımadılar ve çoğunluk kararına uymayı reddettiler, 4) aynı gün sabah saatlerinde Meclise dilekçe vermeye giden Yarıncıları Sultanahmet’ten uğurlayarak alternatif eylemlerini örgütlediler; ki bu öğle saatlerinde Aksaray’da yapılacak eylemi sabote etme girişimidir. Dahası var, İÖDP’nin eylemini sabote etmek için, “gitmeyin, provokasyon olacak, bu bir tuzak” edebiyatıyla eyleme katılımı engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Bu propagandaya maruz kalan farklı yapılardan ya da örgütsüz çok sayıda arkadaş gerekirse sürecin ayrıntılarını anlatır.
Gerçek budur.
Peki Kazankaya ne yazıyor? Eylemin yerini gizlice Aksaray’a kaydırarak Yarıncıların katılımını engellemişiz! Yani yerini sizden gizlemesek gürül gürül katılacaktınız eyleme, öyle mi!? El insaf! Külliyen tahrifat diyelim, kaba kaçmasın. Akla mantığa da aykırı bu iddia. Sabah saatlerinde Ankara’ya hareket eden Yarıncıların eylemi için polis onlarca Çevik Kuvvet otobüsüyle Sultanahmet’e yığınak yapmıştı, biz buradan eyleme nasıl başlayalım? Yarıncılar farkında olmadan, kırmak istedikleri eyleme katkıda bulundular aslında: Yığınağını Sultanahmet’e yapan polis, eylemin Aksaray’dan başladığını anladığında iş işten geçmişti, Beyazıt’ta güç bela kesebildiler eylemin önünü, ki başlarında Ünal Erkan ve Mehmet Ağar gibi “külyutmaz” polis şefleri vardı.
Aslında bu gerçeğin örtülü itirafı Yarın sayfalarına da yansıyor.
Bazen yazdıklarınızla değil, “yazmadıklarınızla” konuşursunuz. Yarın dergisinin Mayıs 1987 tarihli 69. sayısı elimizin altında. Bu sayı ağırlıklı olarak Nisan’daki öğrenci eylemlerine ayrılmış. Yorumlar bir yana tam dokuz sayfa eylem haberlerine ayrılmış. (6’dan 14’e kadar tüm sayfalar.) İstanbul ne kadar yer tutuyor dersiniz dokuz sayfada? İki küçük sütun! İşte bu kadar. Cuntanın tek kanallı TRT televizyonunun bile yayımlamak zorunda kaldığı, ki bu bir ilktir, İstanbul 14 Nisan yürüyüşü, “gençliğin öncüsü” Yarın sayfalarında iki sütunla geçiştiriliyor, Türkiye’nin her tarafından Ankara’ya dilekçe vermek için yola çıkan Yarıncıların haberleri arasında gargaraya getiriliyor. Dahası var: Yarın, kendi eylemine sansür uyguluyor. İzmir’den yola çıkanların, Akhisar’da, Nazilli’de nasıl yürüdüklerine dair tüm ayrıntıları yazan, İzmir’in yanı sıra Adana ve Bursa’dan yola çıkan dilekçeciler için ayrı başlık açan Yarın’da 14 Nisan sabahı İstanbul Sultanahmet’ten yola çıkan kafileye ilişkin tek kelime yok! Üç il için ayrı başlık açan dergi İstanbul dilekçecileri için bir başlık açmadığı gibi, tek cümleyle olsun söz etmemiş Sultanahmet yolcularından! Düpedüz kendi okurundan bile gizliyor durumu Yarın. Neden? Çünkü Aksaray yürüyüşüne alternatif -ki öyleydi- bir eylem yaptıklarını ve bunun fiyaskoyla sonuçlandığını gizlemek istiyorlar. Ama içeride ağızlarından kaçırıyorlar: İzmir kafilesi Ankara’ya girerken İstanbul’dan gelenlerden biri gözaltına alınıyor. Allah Allah, İstanbul’dan yola çıkıldığına dair tek kelime yok ama, Ankara girişinde bir İstanbul dilekçecisi gözaltına alınıyor!? Nasıl iş bu? Kimse alemi keriz kendini cin sanmasın. Kazankaya, ballandıra ballandıra anlattığı Yarın dergisinin 69. sayısını dikkatle incelesin. İstanbul eylemleri dokuz sayfalık haber sağanağı içinde gargaraya getirilecek, bir de üstüne üstlük Yarın, İstanbul’dan yola çıkan kendi dilekçecilerinin eylemine sansür uygulayacak. Sonra da biz, Yarıncıların Aksaray eylemine katılımını engellemek için gizlice eylemin yerini değiştirmiş olacağız… Yarın’ın gizlediğini yukarıdaki alıntıda görüldüğü üzere Kazankaya da açık ediyor aslında: “Tasfiye gayreti saldırıların kınandığı basın toplantısında Yarıncıları konuşturmamaya çalışmaya ya da Aksaray yürüyüşünde gözaltına alınanların serbest bırakılması için gerçekleştirilen açlık grevlerinde Ankara yürüyüşünden dönenlerin (abç) mesajlarını okumama gayretlerine kadar varıyordu.” (Kazankaya. agy.)
[pdf-embedder url=”href=”/wp-content/uploads/2020/06/yarin_069.pdf”]
Ankara yürüyüşünden dönenler mi? Yarın’ın 69. sayısına bakılırsa kendilerinden, evet İzmir, Adana ve Bursa’dan Ankara’ya gidenler var ama İstanbul’dan giden yok. Ama Kazankaya’nın yazdığına göre Ankara’dan dönenler var; yani gitmediler ama döndüler. Üstelik günlük basın da Yarın’ın kendi eylemine uyguladığı sansürü açık ediyor. Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri 15 Nisan tarihli yayınlarını ağırlıklı ve haklı olarak Aksaray yürüyüşüne ayırıyor, fakat arada küçük paragraflarla “sabah saatlerinde Sultanahmet’ten Ankara’ya yola çıkan bir grup gencin eyleminden” de -Yarıncılar- söz ediyor. Soru şu: Cumhuriyet ve Milliyet’in sayfalarına yansıyan Sultanahmet dilekçecilerinin Ankara yolculuğu Yarın sayfalarında neden yok?
Hikâyenin özü bu soruda gizlidir. Çünkü 14 Nisan Aksaray yürüyüşünün açtığı sayfayla Yarın’ın perişanlığı ortalığa saçılmıştır; Yarın sayfalarında gizlenmeye, üstü örtülmeye, gargaraya getirilmeye çalışılan şey işte bu perişanlıktır.
“Yarıncıları tasfiye gayretleri, açlık grevi alanında Ankara yürüyüşünden dönen Yarıncıların mesajlarını okumamaya kadar vardı”, öyle mi? Yazık, bunları yazabilmiş olmanız ne büyük talihsizlik… 17 Nisan günü başlayan açlık grevine üç yüz öğrenci katıldı ve akşamları barınacak yer sorunundan dolayı katılımı sonlandırma kararı oybirliğiyle alındı. Eylemi yönetmek üzere üç kişilik bir eylem komitesi ya da sözcüler grubu seçildi kitle tarafından. MÜ Basın Yayın’dan Nail Çavuş (DS-Dev Genç), İÜ. İktisat’tan Tahsin Berk (DY-Dev Genç) ve İÜ Edebiyat’tan ben (Militan Gençlik). Ordu Caddesi üzerindeki Las-Petkim İş sendikasında sıkış tepiş barınırken (sabahtan akşama üniversitenin önündeydik, akşamları ise Las-Petkim İş’te ve Güngören’de bir özel poliklinikte kalıyorduk), Ankara yürüyüşünden gelen Yarıncı arkadaşların temsilcileri geldiler ve eyleme katılmak istediklerini söylediler. Hayat bazen böyledir; kırmak için elinizden geleni yaptığınız eyleme katılmak zorunda kalırsınız, çünkü hayatın nabzının orada attığı apaçık hale gelmiştir, karşıtlarını bile kendine çeker. Uzatmayalım, bir akşam önce kitle kararıyla eyleme katılıma son verildiği, ancak taleplerini kitleye iletebilecekleri, çıkan sonuca göre davranılabileceği açıklandı. Yanlış hatırlamıyorsam gelen arkadaşlardan biri Hukuk’tan Cevdet idi. Kitleye hitap ettiler, neden katılmak istediklerini gerekçeleriyle açıkladılar. Aleyhte konuşma yapmaya gerek dahi duymadık ve oylamaya geçildi. Sonuç? 0 oy! Yazıyla, rakamla sıfır oy! 300’e sıfır katılım istekleri reddedildi arkadaşların.
Bu arada 2001’de Tekirdağ F tipi hapishanesinde yatarken, bir mahkeme ya da hastane sevki esnasında Nail’in selamı ulaştı bana, yıllardır görmüyordum sevgili Nail’i, meğer aynı hapishanedeymişiz. Ve bu son selammış… Ben tahliye oldum, bir süre sonra Nail’i yitirdiğimiz haberi geldi, bedenini ateşe vermişti. Tahsin’in Bodrum’da yaşadığını öğrendim. Ben Berlin’de sürgünde yaşıyorum. Eylem komitemizin bileşenlerinin hikayesi budur…
Açlık grevi, eylemin gençlik hareketi boyutlarını aştığını apaçık hale getirdi. Toplumsal muhalefetin en diri unsurları eylem etrafında kenetlendi ya da başka sözcüklerle bu eylem zemininde kendilerini ifade edecekleri bir kürsü buldular. Mehmet Ali Aybar ve Rıfat Ilgaz ziyaretçilerimiz arasındaydı, saygıyla, sevgiyle karşıladık ikisini de. Leman Fırtına ve sevgili Didar Şensoy tutsakların sesini taşıdılar alana, bir an bile yanımızdan ayrılmadılar. Hale Kıyıcı 68’de yitirdiği kardeşi Taylan Özgür’ün soluğunu getirdi. O sıralar direnişte olan Netaş işçileri, baş temsilcileri sevgili Gıyasettin’in öncülüğünde gruplar halinde ziyaret ettiler eylem alanını. Öğrenci aileleri de çocuklarının yanındaydı. Felsefe’den Bilgi Teorisi dersini veren Doçent Uluğ Nutku Hocamız elinde bir kırmızı karanfille çıkageldi, bunlar o gün için ilklerdi ve inanılmazdı. Cerrahpaşa’dan hemşirelerden tutun yöre derneklerine, semtlere, işportacılara kadar her kesim ziyarete geliyor, destek mesajları ve tutuklanan arkadaşlar için para gönderiyordu. Süleymaniye kahvehanelerinden bizi tanıyan ve civarda oturan yoksul Kürt emekçiler hemen her gün ziyaretimize geldiler. Bir polis helikopteri gözdağı vermek için çok alçaktan uçarak tozu dumana kattığında, etrafımızdaki kitlenin kol kola girerek eylemcileri korumaya aldığını görmek göz yaşartıcıydı… Metin Kahraman MÜ BYYO öğrencisi ve DS-Dev Genç’li bir arkadaşımızdı ve doğal olarak ordaydı, Grup Yorum bu eylemlerin içinden doğdu. DY-Dev Genç çevresinden İÜ BYYO öğrencisi Onur Akın sazıyla sözüyle aramızdaydı, sevgili Gonca Pozam ile birlikte Grup Baran’ın ezgilerini söylediler. Onur, belki de Süleymaniye kahvehanesinde “kafamızı ütüleyerek” o muhteşem “İstanbul” bestesinin alıştırmalarını yapıyordu o sıralar.
Bugünler asla alelade zamanlar değildi. Murathan Mungan 14 Nisan eylemi üzerine Fırtına şiirini yazıyor, Yeni Türkü de o muhteşem bestesiyle taçlandırıyordu 14 Nisan’ın ezgisini. Evet, yeniden yan yanaydık ve “yüseliyordu dalgalar”. Böylesine kalıcı izler bırakan eylemlerin Yarın dergisindeki karşılığı ise iki sütunluk haberden ibaretti…
Korku duvarı aşılmıştı. 14 Nisan ve devamındaki açlık grevi salt öğrenci hareketi olmaktan çıkmış -birazcık zorlandı sanırım “sendikalizmin” sınırları-, toplumsal-siyasal bir anlama bürünmüştü. Günler boyunca Türkiye’nin bir numaralı gündemi olarak kaldı bu eylemler. Zamandaş ve yoldaş olan Netaş grevi ile gençliğin Nisan eylemleri, cunta yılları boyunca ağır kayıplara uğrayan işçi hareketi için de esin ve cesaret kaynağı oldu. Ay sonunda 1 Mayıs, cunta sonrasında ilk kez Emek sinemasında coşkuyla kutlandı. Sonraki yıllarda ise Taksim’i zorlayan militan sokak eylemleriyle. 1988’den itibaren öğrenci hareketi bambaşka bir çehreye büründü. 1989 Baharında iki milyon işçiyi sürükleyen Bahar Eylemleri patlak verdi. 3 Ocak 1990’da genel grev yapıldı ve Zonguldak madencilerinin muazzam Ankara yürüyüşü başladı. Fiili-meşru mücadele ekseninde KESK’in temelleri atıldı. Kürdistan’da serhildanlar patlak verdi ve Türkiye tarafında Devrimci Sol’un şehir gerillası eylemleri, ki eylemcilerin çoğu öğrenci hareketi içinden çıkan arkadaşlarımızdı. Bu gelişmelerin tamamı birbirini etkileyip besleyerek kartopu gibi büyüdü. Sadece öğrenci hareketi değil, işçi, emekçi ve devrimci-sosyalist hareketin tamamı 1987 baharından itibaren farklı bir faza geçti ya da hızla geçmeye başladı.
Ve bu süreçte Yarıncılardan eser kalmamıştı. Kimse onları tasfiye etmedi, izledikleri çizgi kendi kendilerini tasfiye etti.
Her birine ikinci bölümde dönmek üzere değinip geçelim. 1988 ilkbaharında İÜ Rektörlük işgali, 1989 1 Aralık İÜ Basın Yayın işgali, 1990 YTÜ İşgali. Militan 1 Mayıslar ve gençliğin katılımı. 1989 1 Mayıs’ında katledilen Mehmet Akif Dalcı için İÜ Merkez binada yapılan büyük forum ve aynı gün Dalcı’nın Zeytinburnu’ndaki tüm gün süren çatışmalı uğurlamasına gençliğin kitlesel katılımı. Bazılarını polisin kurşunladığı korsanlar, büyük ve etkili forumlar, sivil faşistlerle çatışmalar, Filistin ve Halepçe ile dayanışma eylemleri, militan ve çatışmalı 16 Mart anma-gösterileri, İÜ Merkez binadaki 1990 Newroz’u (ne yazık ki hezimetle bitti). Akşam kantinden uğurladığımız arkadaşlarımızın sabah gazetelerde karşılaştığımız kanlı fotoğrafları, infazlar, gözaltında kaybedilen arkadaşlarımız…
1987 Nisan’ı sonrası mücadelenin başat yönü ve ana çizgileri bu eylemlerde cisimleşir.
Kazankaya bize, topladıkları imzaları, dilekçeleri, açlık grevlerini, yemekhane boykotlarını, basın açıklamalarını, dergide yayımladıkları yazıları vb. anlatıyor. Doğrudur, üstelik hepsine biz de katıldık. Peki sonra? Başka bir şey olmadı mı? Önceki paragrafta aklıma geliverenleri sıraladığım eylemlerin ve sürecin neresindeydiniz? Hiçbir yerinde! Peki sizin katılmadıklarınız, maceracı ve goşist bulduklarınız eylemden sayılmıyor mu? O işleri yapanlar gençlik hareketinden değiller miydi? Bir insan hiç olmazsa Seher Şahin’in adını anmadan dönemin gençlik hareketi tarihini nasıl yazabilir!? Seher, DS-Dev Genç’tendi. Mimar Sinan öğrencisiydi, kapıya danışma masası kurmuşlardı. Polis Seher’i üçüncü kata kadar kovaladı ve oradan merdiven boşluğuna attı! Bu alçakça cinayetin adı dahi anılmadan nasıl gençlik hareketi tarihi yazılır!?? Engin Egeli Hukuk öğrencisiydi, Merter’de katıldığı korsan gösterinin ardından gözaltına alınıp kafasına kurşun sıkılarak öldürüldü. Murtaza Kaya İÜ Edebiyat öğrencisiydi, Sefaköy’de afiş asarken ensesine kurşun sıkılarak alçakça katledildi. Bunları ve daha nicelerini yok sayarak nasıl gençlik hareketi tarihi yazılıyor, biri bize anlatabilir mi? (Engin ve Murtaza TDKP-GKB’liydiler.)
33 yıl sonra bile inkarcılık, yok sayma, tahrifat ve Yarın güzellemesiyle karşımıza çıkan bir anlayışın hayattan ne öğrendiği ve yeni kuşaklara ne öğretebileceği tartışmaya değer mi?
Yine de bu eleştirileri Kazankaya’nın şahsına daraltıyorum, çok sayıda Yarıncı arkadaşımızın döneme daha serinkanlı ve hakkaniyetli yaklaşacağına inanıyorum, inanmak istiyorum.
1988-89 yılları öğrenci hareketinin de toplumsal muhalefetin de hızla yükselişe geçtiği bir dönemdir. Ortalıkta görünmeyen ya da kendilerini yeni yeni toparlayan akımlar dahi bu dönemde sahneye çıktılar.
Ve böylesi bir dönemde, Haziran 1988’de Yarın dergisi yayın hayatına son verdi. (Geleneğin devamı olarak çıkan dergiler de dikiş tutturamadı.) Neden acaba, devrimciler Yarın’ı “tasfiye ettiği” için mi? Yoksa devrimci hareketin, gençlik mücadelesinin ve bütün bileşenleriyle toplumsal muhalefetin yükselişe geçtiği bir süreçte, Yarın çizgisi iflas ettiği için mi?
Yanıtını okurlara, dönemi yaşayanlara ve elbette hakkaniyetlerine inandığım çok sayıda eski Yarıncı arkadaşıma bırakırım.
Not 1: İkinci bölümde dönemin genel özelliklerine, kuşaklar meselesine ve 14 Nisan’ın kapısını açtığı dönemde üniversitelerde kazanılan -bugün hayal edilmesi dahi güç- özgürlük ortamını nasıl kendi ellerimizle heder ettiğimize, bu sorunun devrimci hareketin geleneksel alışkanlıkları ve politik kültürüyle bağına değinerek noktalayacağım yazıyı.
Not 2: Bazı belge ve arşivleri bana ulaştıran sevgili Sadık Güleç’e çok teşekkür ederim, o olmasaydı bu yazı eksik kalırdı. Yine Sadık’ın uyarısıyla not düşüyorum; İstanbul Basın Yayın’dan birkaç Yarıncı arkadaş, merkezi grup kararları yerine Basın Yayın derneğinin çoğunluk kararına uyarak eyleme katılmış, kimseye haksızlık etmemek için bu bilgiyi aktarıyorum.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.