Devleti kontrol eden güç, Bahçeli üzerinden Erdoğan’ın en azından bir süre daha görevde kalmasını sağlamaya çalışıyor
Bahçeli’nin erken seçime gidilmesi gerektiğine dair önerisinin Erdoğan tarafından kabul görmesi, Erdoğan’ın kendi iktidarını sağlamlaştırmanın ötesinde devletin organizasyonu ile doğrudan ilişkilidir. Devleti kontrol eden güç, Bahçeli üzerinden Erdoğan’ın en azından bir süre daha görevde kalmasını sağlamaya çalışıyor
Devletin politik geleceğini belirlemede önemli bir sorumluluk üstlenen Bahçeli, kritik kararlarla dengelerin değişmesini sağlıyor. Bahçeli’nin ortaya attığı her önerinin AKP iktidarı tarafından “acil” koduyla yaşama geçirilmiş olması, devletin stratejik kararların uygulanmasında kime nasıl bir görev verildiğini ortaya koyuyor.
Bahçeli’nin erken seçime gidilmesi gerektiğine dair önerisinin Erdoğan tarafından kabul görmesi, Erdoğan’ın kendi iktidarını sağlamlaştırmanın ötesinde devletin organizasyonu ile doğrudan ilişkilidir. Devleti kontrol eden güç, Bahçeli üzerinden Erdoğan’ın en azından bir süre daha görevde kalmasını sağlamaya çalışıyor. Bu anlamda Bahçeli-Erdoğan ittifakı, devlette etkin olan gücün belirlediği bir stratejidir. Bu strateji bugünkü dengeler içerisinde yaşam bulsa da, bu iktidar sanıldığı gibi güçlü değildir.
Türkiye, reel durumu dikkate alındığında, iç dengelerinin değişme potansiyeli taşıdığı, her politik senaryonun yaşam bulma olasılığı olan bir ülkedir. Uygulanma alanı son derece düşük olan bir politik planın birkaç hafta içinde birinci sıraya çıkması sürpriz sayılmıyor. Ekonomik ve politik veriler, AKP’nin 15 yıllık iktidarının iç politik dengeleri yönetemediğini gösteriyor. Çok güçlü görünen iktidar, devletin iç dinamiklerini yeterince kontrol edemiyor.
AKP-MHP ittifakını zorunlu hale getiren ve bu iki partinin fiilen bütünleşmesini sağlayan önemli nedenlerden biri, özellikle uluslararası ve bölgesel alandaki gelişmelerin yarattığı sonuçların iç dinamiklerinde gelişmeye başlayan olumsuz yansımalarıdır. Özellikle Gülen Cemaati eliyle gerçekleştirilen darbe girişiminden bu yana gelişen sürecin ortaya çıkarttığı veriler, Ankara’nın politik istikrarsızlığının giderek arttığı ve çözümsüzlüğün tahmin edilenden çok daha ciddi bir sorun haline geldiğini gösteriyor. Olağanüstü hal yasalarıyla ülkeyi yönetmeye kalkmak, esasen iktidar gücündeki zayıflamayla doğrudan ilişkilidir.
İstikrar gücü olarak gösterilen Ankara’daki iktidarın giderek istikrarsızlığın sembolü haline gelmesinin, devletin uluslararası ve bölgesel gücünü önemli oranda yitirmesine, iç politikada da ekonomik ve toplumsal dengelerin hızla bozulmasına yol açtığı çok daha belirgin olarak ortaya çıktı.
Birincisi, AKP iktidarı, ABD ile Rusya arasında gelgitler oynayan ve her iki tarafın da güvenmediği bir görüntü çiziyor. Rusya’nın politik stratejisine tabi olan Ankara, Afrin operasyonunu da kendi iradesiyle gerçekleştirmediğini kabul etti. Ayrıca Moskova’nın Ankara’nın Afrin’den çekilmesi için baskılarını artıracağı biliniyor. Bu nedenle “toplumun alt dinamiklerinde neden girildi ve neden çıkıldı” sorusunun çok daha yoğun olarak gündeme geleceği açıktır. AKP için çok küçük de olsa pozitif bir etki yaratan Afrin operasyonunun ardından Rusya’nın çekilmesi için yapacağı baskı, bu kez tersten çok daha fazla olumsuz bir etkiye yol açma potansiyeli taşıyor.
Ankara, Rusya ile sanıldığı gibi stratejik bir ittifak kurabilmiş değil. S-400’leri alması başına bir büyük bela, almaması daha büyük bir bela olacaktır. Akkuyu nükleer enerji santrali bütünüyle Rusya’nın denetiminde olup, anlaşma şartları kapitülasyonların 21. yüzyıl haline oldukça benziyor. Rusya, Ankara’yı NATO ve özellikle ABD’ye karşı destekleyecek bir güç olarak görüyor ama ona stratejik müttefik olarak bakmıyor ve Suriye politikasına da güvenmiyor.
İkincisi, ABD ile ilişkiler sanıldığından çok daha kırılgandır ve olumsuz yönde derinleşiyor. ABD’de iktidarı kontrol etmeye başlayan yeni “neo-con”cu ekibin Erdoğan’a bakış açısı çok nettir. Ankara’nın aşamalı olarak stratejik bir müttefik olmaktan çıkartılmasının adımları atıldı. NATO ile ilişkilerin giderek sıradanlaştığı sıklıkla dile getirildi. ABD’nin Suriye merkezli Ortadoğu stratejisine uyum sağlamayan Erdoğan’ın Washington için aşamalı olarak yok hükmünde biri haline dönüşeceği görülüyor.
ABD tarafından ciddi olarak kuşatılmaya başlanan Ankara’nın çok daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağı açıktır. Türkiye’de tutuklu bulunan papaza yönelik “casus” iddiasına ABD Başkanı Trump’ın “En büyük casus benim” çıkışı, aslında Erdoğan’a ciddi bir yanıt olup Türkiye’ye yönelik bakış açısını da ortaya koyuyor. Mayısın ikinci haftasına ertelenen Zarrab davasının sonucu beklenilenden daha ağır olabilir. ABD Dışişleri bakan yardımcısının “Ankara’ya ambargo uygulanabilir” açıklaması ciddiye alınması gereken bir uyarıdır.
Üçüncüsü, AB’nin Türkiye ilerleme raporunda ortaya çıkan sonuç, Ankara ile ilişkilerin tahmin edilenden çok daha kötü olduğu, Ankara’nın AB’den kopuşta geri dönüşü olmayan bir yola girdiği ve AB’den hızla uzaklaştığı özellikle vurgulanmaktadır. Fransa’nın Münbiç’te askeri üs kurarak Türkiye ile fiilen sınır komşusu olması, Almanya ile ilişkilerin sanıldığı gibi düzelmediği, İngiltere ile denge politikasının artık tutmadığı görülüyor. AB ile Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin nereye doğru evrildiğini anlamanın en kestirme yolu; AB patentli küresel şirketlerin Türkiye’deki yatırımlarının oranları ve aktif sermayedeki akışın düzeyinin boyutlarıdır. Bu nedenle Ankara ile Brüksel arasındaki ekonomik-politik ve jeo-stratejik dengeler, Ankara’nın aleyhine ciddiye alınabilecek düzeyde değişme eğilimine girdi.
Dördüncüsü, Arap dünyasıyla ilişkiler neredeyse sıfırlama noktasına gelindi. Bir dönem Türkiye’nin biricik dostu olan, hatta kralları için ulusal yas ilan eden, birlikte İslamcı cihatçıların Suriye’ye girişini ekonomik ve askeri olarak organize eden Suudi Arabistan’ın bugün Suriye’de Demokratik Suriye Güçleri’ni destekleme eğiliminde olduğu görülüyor. Bir bakıma Türkiye’nin dahil olduğu plana karşı yeni bir konumlanma yaratıyor. Tahran ise Ankara’yı hiçbir dönem stratejik bir müttefik olarak görmedi ve ona güvenmedi.
Beşincisi, Türkiye’yi güvenli görmeyen küresel şirketler, hareket halindeki sermaye aktarımını ve doğrudan sermaye yatırımlarını önemli oranda durdurdu. AKP iktidarının son özelleştirme hamlelerinin küresel şirketler tarafından dikkate alınmadığı, şeker fabrikaları örneğinde olduğu gibi ilgi gösterilmediği, ekonomik göstergelerin tahminlerin ötesinde kırılgan olduğu, küresel sermayenin derecelendirme kuruluşları tarafından sürekli gündeme getirildiğini görüyoruz. Dolar ve avrodaki önlenemeyen yükselişi, küresel şirketlerin Türkiye’deki ekonomik durumuna ilişkin bakış açısını ortaya koyuyor.
Altıncısı, ekonomik ve politik alanda küresel güç ilişkilerden kopma sürecine giren bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız. Küresel güçlerin bölgesel stratejisine uyumsuz olan ve güç dengeleri içerisinde anlık reflekslerle her yere savrulan bir iktidar gerçeği var. Küresel dengelerdeki gelişmelere bakıldığında AKP-MHP ortaklaşan iktidarının 2019’da ciddi bir yenilgi alacağını gösteriyordu
Erken genel seçim kararında Türkiye’nin iç politik faktörleri şunlardır:
AKP’nin iç politik gündemini ve devletin stratejik yönelimlerini ne AKP ne de Erdoğan belirliyor. Sistemin yeniden organizasyonu görevi MHP Genel Başkanı Bahçeli’ye verilmiş görünüyor. Erdoğan Bahçeli’ye hükmetmiyor, tersine Bahçeli Erdoğan’ın yönünü belirliyor. Devletin derin aklının Türkiye’nin erken genel seçimlere gitmesi bir sürpriz olmadı. Bahçeli, iktidara hakim olan kliğin kararlarını kamuoyuna deklare ediyor, Erdoğan “şak” yerine getiriyor. Böylelikle Türkiye’nin iç siyasi dengelerine yön veren ve devletin iç dinamiklerini yeniden dizayn eden bir Bahçeli gerçeği var.
Burada mesele MHP’nin kaybetmesi değil, liderlik vasıfları olan ve toplumun ciddiye alınabilir kesimi üzerinde etkili olan Erdoğan üzerinden sistemin bütünlüklü olarak kontrol edilmesi politikasının yaşama geçirilmesidir
Birincisi, Ankara’daki iktidar gücünün Ortadoğu politikası çok ciddi oranda başarısız kaldı. Çanakkale Savaşı ile kıyaslanacak düzeyde ele alınan “Afrin operasyonu” çok büyük bir başarı olarak gösterildi. Neredeyse 21. yüzyılın önemli savaşlarından biri olarak gösterilen Afrin operasyonu nedeniyle askeri üniformalar giydirilen “Başkomutan Erdoğan”ın liderliğinin tartışılmaz hale getirilmesi hedeflendi. Aynı şekilde Afrin operasyonu üzerinde görüntüsel olarak Erdoğan iktidarının mutlaklaştırılması bir strateji olarak yaşama geçirilmek istendi. Ancak beklenilen olmadı. Ne Afrin operasyonu Ankara’nın 21. yüzyılın Türkiye savaşı olarak kabul gördü ne de Erdoğan 21. yüzyılın yeni Türkiye lideri olarak toplum tarafından onaylandı. Çok daha fazla tartışmalı bir lider pozisyonuna düştü. Devletin bütün propaganda araçların ve olanaklarına rağmen, Afrin operasyonunun AKP-MHP ittifakına getirisi %1 civarındadır. Rusya’nın çekilme baskısı arttıkça bu durumun, tersine, eksi 5’e, dönüşeceği de tahmin ediliyor.
İkincisi, ekonomik göstergeler tahmin edilenin ötesinde çok kötü durumda. Yeni özelleştirme hamleleri beklenilen ilgiyi görmedi. Ülke içi şirketleri desteklemek için açıklanan 132 milyar TL’lik teşvik yasasının ciddi bir etkisi olmadı. Türkiye’nin önemli şirketleri paralarını yurtdışındaki şirketlerine aktarmaya başladılar. Çok sayıda büyük şirket borçlarını yeniden yapılandırmayı talep etti. Önümüzdeki kısa bir süre içinde çok sayıda orta ve büyük ölçekli şirketin iflas kararı alacağı bekleniyor. Bu kez devletin zorla kayyum ataması değil, şirketlerin talebi üzerine kayyum atanması gündeme gelmeye başlandı. Bugünkü ekonomik göstergelere bakıldığında Ankara’daki iktidarın 2019 yılına kadar ekonomiyi yönetmesi veya kontrollü bir şekilde denetim altında tutması oldukça zorlaşmış görünüyor. Bu nedenle kendi bakanlarını ve bürokratlarını kendisine karşı gizli bir savaşa giriştiklerini söyleyebilecek bir konuma geldi. Psikolojik pozisyon sanıldığından daha kötü görünüyor.
Cumhurbaşkanının tüm uyarı ve hatta tehditlerine rağmen doların yükselişi durmuyor. Hükümetin yanında olan Ülker grubunun ülke içerisindeki sermayesini Londra’daki şirketlere aktardığı, cumhurbaşkanının yakın çevresindekilerinin şirketlerinin paralarını yurtdışına transfer ettiği bir ortamda diğer şirketlerin sermayelerini dışarı kaçırması sürpriz sayılmaz. Doğan Grubu’nun satışında hükümetin artan baskısını bir faktör olarak ele alabiliriz ama bunu esasen İstanbul merkezli küresel sermayenin ülke dışına kaçışının ilk işareti olarak yorumlamak daha doğru olur.
Üçüncüsü, AKP iktidarının bugün uyguladığı Kürt politikası doğrudan Bahçeli tarafından belirlendi. AKP-MHP ittifakının en somutlaşmış hali Kürtlerin çok yönlü tasfiyesi, devlete egemen olan kliğin belirlediği stratejinin belki de en önemli hamlelerinden biridir. Bu yönelim AKP’nin kuruluş kotlarının bütünüyle etkisiz hale getirilmesi ve MHP’nin değil, esasen AKP’nin tasfiyesinin sağlanmasıydı. İdeolojik-politik olarak MHP’lileşen bir cumhurbaşkanı gerçeğiyle karşı karşıyayız. İç politik ilişkilerde Kürtlere yönelik geliştirilen topyekûn kuşatma, Kürtler üzerinde ciddi bir baskılanma yaratmış da olsa, ne Kürtlerin bölgesel artan gücünü kırabildi, ne küresel güçlerin Suriye’de Kürtlerle kurduğu temel ittifakı engelleyebildi ne de içte Kürt toplumunun politik tercihini değiştirdi, tersine MHP’nin politik kararlarına bağlı olarak Kürtleri tasfiye politikası AKP’ye oy veren Kürt kökenli tabandan ciddi bir kopuş yaşanmaya başladı.
Dördüncüsü, artık doğrudan bir AKP iktidarından bahsedemeyiz, 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana geliştirilen ve artık resmileşmiş olan politik çerçevesinin Bahçeli tarafından belirlendiği MHP-AKP iktidarıyla karşı karşıyayız. Bu iktidarın süreklileştirilmesi de, bugün, devleti kontrol eden kliğin bir tercihi olarak uygulanıyor. MHP-AKP iktidarının süreklileştirilmesinin temel özelliklerinden biri, bütün demokratik norm ve değerlerin tasfiye edilmesidir. Bunun en somutlaşmış hali de Olağanüstü Hal Yasası’yla ülkenin yönetilmesi ve bunun süreklileştirilmesidir. Böylelikle toplumun alt dinamiklerinin bütünüyle kontrol edilmesi ve etkisizleştirilmesi amaçlandı. Bu politik karar son iki yıldır kesintisizce uygulandı. Olağanüstü hal uygulamalarla demokratik değerlerin bütünüyle tasfiye edilmesi hedeflendi. Toplum üzerinde ciddiye alınabilecek politik-psikolojik baskı oluşmasına rağmen, alt dinamiklerdeki hoşnutsuzluk AKP tabanı dahil olmak üzere artma eğiliminde olduğu anketlerde görülüyor.
MHP-AKP ittifakına dayanan iktidar, uluslararası, bölgesel ve iç politik dinamikler dikkate alındığında, Kasım 2019’a kadar bu süreci götüremeyeceğini gördü. İktidarın tek başına kontrol ettiği güç dağılmaya başladı.
Ekonomik ve politik baskılara paralel olarak medyatik gücü kullanarak toplumu sosyo-psikolojik olarak kontrol etme çabalarına rağmen beklenin etkiyi yaratamadığı anlaşılıyor. Yapılan anketlerde ittifak iktidarının oy oranının % 42’ler civarında olduğu görülüyor.
Mart 2019 tarihinde yapılacak yerel seçimlerde iktidar ittifakının %40 civarında kalma olasılığının oldukça yüksek olması, Kasım 2019 genel seçimlerinin fiilen kaybedilmesi anlamına gelecekti. Aynı şekilde dağınık görünen muhalefetin oy potansiyelinin özellikle metropol kentlerde hızla arttığı görülüyor. Özellikle İstanbul, İzmir ve Ankara’da AKP-MHP iktidarının oy oranının %40 civarında olması, iktidarın fiilen kaybedilmesidir.
Seçim tarihinin 24 Haziran 2018’e alınmasıyla, önümüzdeki bir yıl içerisinde AKP-MHP ittifakının, bugünkü iktidarı kaybedeceği görüldü. Bunu yaparken yeni hilelere başvurmaya yöneleceği çok açıktır. Örneğin İyi Parti’nin seçimlere katılmasını engellemek, Demirtaş’ın cumhurbaşkanı olmasını engelleyecek bir kısım hukuksal adımları atmak, seçimlere girilmesi engellenemeyen HDP’nin seçim sürecindeki etki gücünü kırmak gibi bir kısım adımlar atılacaktır.
Devletin bugünkü gücünü arkasına alan iktidar seçime hazır, oy potansiyeli yüzde 55’in üstüne olan muhalefet ise dağınık ve henüz bir planlaması yok. Bu nedenle AKP-MHP iktidarı, muhalefet arasındaki ilişkilerin belirsizliğini dikkate alarak erken seçim kararı aldı.
Önümüzdeki hafta iktidar-muhalefet denklemini yazmaya devam edeceğim. Ancak gelişmeler sanıldığı gibi iktidar ittifakının lehine değil. Erken seçim kararı iktidarın ciddi bir kriz içinde olduğunu gösteriyor. AKP-MHP ittifakı seçimleri hileyle kazanırlar algısının muhalefette oluşması objektif olarak yenilginin kabulü anlamına gelir. İktidarın yaratmak istediği bu olumsuz psikolojinin etkisizleştirilmesi seçimin ilk günlerinde oldukça önemlidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.