İşçinin canı günümüz koşullarında önce sermayedarları düşünen devlete de, önce kar düşünen patrona da emanet edilecek kadar değersiz değildir
İşçinin canı günümüz koşullarında önce sermayedarları düşünen devlete de, önce kar düşünen patrona da emanet edilecek kadar değersiz değildir. Tüm bu gereklerin yapılmasının ülkemizde ve dünyada yegane koşulu vardır. Bu da işçi sağlığını amentüsü yapmış ve her şeyin önünde tutan sendikal anlayıştır
İstanbul Topkapı’daki 2. Matbaacılar Sitesi’nde 1 Mart 2018 tarihinde yaşanan iş kazası sonucu 20 yaşındaki Talha Akman hayatını kaybetti. Talha’nın ailesine ve yakınlarına sabır diliyorum.
Bu iş kazası pedallı kesim makinesinde meydana geldi. Matbaacılık sektöründe pedallı kesim makinelerinde çok sık iş kazası meydana gelir. Bu kazaların bir kısmı maalesef ölümle sonuçlanır. Bir ay önce yine pedallı kesim makinesinde Seyrantepe’de bir işçi daha yaşamını yitirmişti. Bilmeyenler için pedallı kesim makinesi.
Kazanın ardından takip edebildiğim kadarıyla çeşitli sosyal medya gruplarında, forumlarda pedallı kesim makineleri ile ilgili “pedallı makinelerin tedavülden kaldırılması gerekir” tadında paylaşımlar sıkça yer aldı.
Oysa iş kazalarının önünü almak sadece teknolojiyle mümkün değil. Mevcut teknolojide pedallı makinelere hareket sensörü takmak pahalı değil. Makinelerin bakımını yapmak da öyle. Bunlar yapılmadığı zaman son teknoloji makineler de bir işe yaramaz. Teknolojik gelişim, işin küçük kısmı. Büyük kısmı ise ülkemizin işçi sağlığı politikalarıdır.
Matbaacılık alanında işçi sağlığı konusu ayrıntılı raporları hak eden bir konudur ancak burada sadece küçük matbaalardaki iş kazaları ile ilgili olan kısmına değineceğim.
Basın Yayın ve Gazetecilik işkolunda 2018 Mart itibariyle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre 12.404 işyeri bulunmaktadır. Bu işyerlerinin 10.752’si 10’dan az işçinin çalıştığı işyerleridir. Bu işyerlerinde toplam 30.544 işçi sigortalı gözükmektedir ve büyük kısmı matbaalardır. İşçi sağlığı ile ilgili 30 Haziran 2012’de 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu çıkarılmış ve aşama aşama uygulamaya geçilmişti. Yasanın kapsamı Temmuz 2017’de 10’dan az işçinin çalıştığı işyerlerini kapsayacaktı fakat AKP iktidarı bunu Temmuz 2020’ye kadar erteledi.
Bu kesim kapsama alınsa dahi iş kazalarının önlenmesi mevcut koşullarda mümkün gözükmemektedir. Çünkü matbaalarda yaşanan iş kazaları çalışma koşullarından kaynaklanmaktadır. Etkenlerin başında düşük ücret, hammadde fiyatlarının sürekli artışı, küçük matbaalarda geçimin giderek zorlaşması, iş yetiştirme kaygısı gelmektedir.
Matbaa işçileriyle ücreti konuştuğunuzda sıkça “nasip” sözünü duyarsınız. Yani belirli bir ücret sistemi yok demek. Çünkü ücretler geçmiş yıllara oranla düşmektedir. Bu durum matbaa emekçilerinin büyük kısmında “meslek bitiyor” şeklinde yorumlansa da aslında işçinin ekmeği küçülüyor şeklinde okumakta fayda var. Ücretin düşük tutulması en başta matbaa emekçilerinin geçimini zorlaştırırken neredeyse tamamını kredi borçlusu durumuna getirmiştir.
Düşük ücret nedeniyle kalifiye eleman da yetişmemektedir. Örneğin meslekte 10-15 yıl çalışıp ustalaşanlarla mesleğe yeni başlayanların aldığı ücret arasında 200-300 liralık farklar bulunuyor. Öğrenilen matbaacılık meslekleri niteliksiz hale getiriliyor. Böylece deneyimli ustaların birçoğu maaşlı çalışma düzeneklerinden ayrılmaya çalışıyor. Uzun yıllar çalışan ustalar borç harç yaparak kendine küçük bir dükkan açıyor, bunu yapamayan da yevmiye usulü çalışıyor.
Küçük matbaalar, usta ihtiyacı emekli ustalardan karşılıyor. Genelde yevmiye usulü çalışan usta bir gün var bir gün yok. Böyle olunca kullandığı makinenin bakımı sadece o ustanın duyarlılığıyla sınırlı kalıyor. Usta gelmediği zaman makinelere bakan olmuyor. Piyasada usta ile anlaşamayan küçük matbaa sahipleri bir süre sonra “bu makineyi ben de kullanabilirim” ya da “bizim Ahmet de bunu kullanır” diyerek konu hakkında hiç bilgisi olmayan kişileri makinelere geçirmeye kalkıyor. İş kazalarına açık kapı bırakılıyor.
Peki küçük matbaa sahibi neden böyle bir davranışa girişiyor? Hammadde fiyatları özellikle kağıt, boya, mürekkep vb. döviz kuruna göre artıyor. Çoğu küçük matbaa bu kalemleri vadeli almak zorunda kalıyor çünkü elinde nakit bulunmuyor. Büyük tedarikçilerle ve organize matbaacılık faaliyeti yapan kurumlarla yarışabilmek ve karlarını artırmak için şu yol ve yöntemlere başvuruyorlar:
Sigortasız işçi çalıştırmak. Göçmen emeği kullanımı (Suriyeli, Türkmen vs.). İşçileri daha uzun süre paralarını ödemeden çalıştırmak. İşçileri daha hızlı çalışmaya zorlamak. Makineleri yenilemeden faaliyetlerine devam etme. Makine bozulsa da tamir ettirmeyip fason iş alıp faaliyetine devam etmek.
Hali hazırda büyük kısmının vergi borcu olduğu düşünüldüğünde, sektördeki kazancın giderek düştüğü ve birkaç yıl ilerisini görmenin mümkün olmadığı bu ortamda (10 bin liralık bir işi bugün yapan bir küçük matbaa sahibi, işi yaptığı kişiden ödemeyi Ekim 2018 tarihli senet olarak alabiliyor) devletin KOBİ’lere sunduğu koşullardan yararlanmayı çoğu tercih etmiyor. Tercih edenler de piyasadan alamadığı ödemeler nedeniyle çektikleri kredileri ödemek için kullanıyor.
Devletin tutumunu anlamak için şu küçük matbaalardan müteşekkil sitelerin çokça yer aldığı İstanbul Topkapı’ya bakmakta fayda var. Buradaki sitelerdeki dükkanının önüne ürünlerini koyanlara belediye zabıtaları anında cezai işlem uyguluyor. Oysa iş kazalarına sebebiyet vermesi muhtemel durumlar görmezden geliniyor.
İtirazların önü de en tepeden kesilmiş durumda. İtiraz etmek ya da iş kazalarında ölmemek gibi temel hak ve talepleri içeren emek mücadelesi OHAL koşullarından dolayı adeta yasaklanmış durumda. Bu yasak cumhurbaşkanının 12 Temmuz 2017’de TOBB Kabul Salonu’nda sermaye temsilcilerine yaptığı konuşmada sarf ettiği kelimelerle tescillenmiştir: “Grev tehdidi olan yere OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz.”
Devletin sermayedarları cesaretlendirip işçileri cezalandıran birçok uygulamasından söz etmek mümkün. OHAL sürecinde kamuya öğretmen alımlarından taşeron işçilere yönelik kadro verilmesi süreçlerine kadar işletilen yol ve yöntemler de matbaacılık sektörünü etkiliyor. Kadro alımlarında liyakatin değil mülakatın öne geçmesi, keyfi güvenlik soruşturmaları, AKP ilçe teşkilatlarından referans yazıları gibi uygulamalar matbaacılık sektöründe de zaten var olan akrabalık-hemşehrilik ilişkilerinin mesleki niteliğin önüne geçmesine neden oluyor.
Özellikle küçük matbaalarda çoğu bu referanslarla işe girmiş olan işçiler “patron bizim akrabadır, benim köylümdür bir şey olmaz” der. Bu işçi çalışma süreci içinde ya “kandırılır” ya akrabalarla ters düşmek istemez başka alanda iş arar. Bu durumun iş kazasında ölümlere ve sonrasında derin sessizliklere yol açıyor.
İş kazalarını önlemek için ücret politikalarının değişmesi, işçi sağlığını merkeze alan bir anlayışın hakim kılınması, mesleki niteliğin gelişiminin sağlanması, denetim mekanizmasının da bağımsız kurum veya ücret bakımından işverene bağımlı olmayan meslek erbabı kişiler veya işçiler tarafından yapılması gerekmektedir. İşçinin canı günümüz koşullarında önce sermayedarları düşünen devlete de, önce kar düşünen patrona da emanet edilecek kadar değersiz değildir.
Tüm bu gereklerin yapılmasının ülkemizde ve dünyada yegane koşulu vardır. Bu da işçi sağlığını amentüsü yapmış ve her şeyin önünde tutan sendikal anlayıştır.
Şahsen görev yaptığım DİSK Basın-İş Sendikası’nda bu anlayışı hakim kılmak için elimden geleni yapacağımı söyleyerek ve bu duyarlılığı temel meselesi haline getiren sendikaların çoğalması dileğiyle sözlerime son veriyorum.
*DİSK Basın-İş Yönetim Kurulu Yedek Üyesi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.