Erdoğan iktidar gücü değildir. İktidarın başında bulunan politik etki alanı önemli oranda zayıflayan bir lider konumundadır. Onun tek şansı Kürtlerle demokratik çözümü esas alan bir süreci başlatmasıdır. Bu olmadığı takdirde kaybeden olacaktır
Kürtlerle sorunun demokratik çözümünü esas almayan, Kürtlerin bölgesel düzeyde artan rolünü hesaplamayan güç kaybedecektir. Erdoğan iktidar gücü değildir. İktidarın başında bulunan politik etki alanı önemli oranda zayıflayan bir lider konumundadır. Onun tek şansı Kürtlerle demokratik çözümü esas alan bir süreci başlatmasıdır. Bu olmadığı takdirde kaybeden olacaktır
Türkiye’nin politik krizinin merkezinde Kürt sorunu bulunuyor. Taktiksel veya dönemsel olarak Gülen Cemaati’nin darbe girişimi politik ilişkilerin merkezinde duran güncel bir sorun haline gelmiş olsa da, Türkiye’nin çözüm bekleyen stratejik sorunu, Kürtlerin politik geleceğinin belirlenmesidir. Bu mesele, bir ülkenin iç sorunu olmaktan çıkıp doğrudan bölgesel ilişkileri belirleyen bir konuma gelmiş bulunuyor. Bu bakımdan küresel Ortadoğu savaşının merkezinde esasen Kürtlerin geleceğinin nasıl şekilleneceği sorusu duruyor. Bugün Irak’ta ve Suriye’de devam eden krizin çözümü bütünüyle Kürtlerin politik geleceğine bağlı olarak şekillenecektir. Aynı durum Türkiye için de geçerlidir.
Irak’ta anayasal bir çözüme kavuşan ve artık “bağımsızlık” tartışmasının yaşandığı Güney Kürdistan, fiilen bir devlet gibi bölgesel ve uluslararası ilişkilerde etkisini aşamalı olarak artırıyor. Küresel güçlerin Suriye’ye müdahale ederek başlattıkları süreç içerisinde Kürtler politik bir aktör olarak ortaya çıktı. Kürt bölgesi olarak bilinen ve uluslararası alanda çok önemli oranda kabul gören Rojava’nın askeri, politik ve toplumsal olarak “özerk” bir bölge haline gelmiş olması, güç dengelerini bütünüyle değiştirdi. Bu bakımdan Suriye’de küresel güçlerin Kürtlerle kurduğu ve kurmak istediği ittifak, stratejik hale gelmeye başladı. Bu durum doğal olarak Türkiye’nin bölgesel ilişkilerini ve konumunu bütünüyle etkilemektedir.
Gülen Cemaati’nin darbe girişimiyle tam bir kriz içerisine giren devletin dikkati doğal olarak içe dönmüş durumda. Bu taktiksel olarak bir bakıma zorunlu ve kaçınılmazdır. Darbe girişimi iç politikadaki ittifakları da değiştirdi. Özellikle sistem partileri olarak bilinen AKP-CHP-MHP arasındaki ilişkiler devletin belirlediği bir konsept olarak ön plana çıktı. Darbe girişiminin toplumsal uzlaşıya dönüştürülmesinin sadece “sistemin iç dinamiklerini” korumaya yönelik olduğu anlaşılıyor. Bu bir bakıma geçici bir çözüm olarak görünen bir ittifaktır ve dağılması kaçınılmazdır.
Darbe girişimine yönelik izlenen politikaların, Türkiye’nin yapısal sorunlarının çözüm aracı haline getirme gücü, iradesi ve kararlılığında olmadığı birkaç gün içinde ortaya çıktı. Gülen merkezli darbe girişimine karşı oluşturulmak istenen toplumsal uzlaşıda Kürtlere yer verilmediği/verilmeyeceği cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından birkaç kez dile getirildi. Tersine darbe girişimine karşı oluşturulan ve Gülen Cemaati’nin tasfiyesine dayanan konsepte Kürtler de dahil edildi. Böylelikle, Cemaat’e karşı oluşturulan uzlaşı aynı zamanda Kürtlerin politik ve toplumsal güçlerinin tasfiyesini kapsayacak bir şekilde genişletildi.
Darbeci Gülen Cemaati’ne karşı oluşturulan uzlaşının toplumsal, politik ve uluslararası bir karşılığı olmadığı çok açıktır. Medya gücü kullanılarak oluşturulan “toplumsal” uzlaşının sanılandan zayıf olduğu, bu sürecin tersine dönüşme olasılığı da yüksek bir ihtimaldir. Sistem partilerinin tek bir parti gibi hareket etmesini sağlayan psikolojik operasyon, toplumsal uzlaşı olarak tanımlanamaz. Burada toplumsal uzlaşıdan bahsedebilmek için iki temel dinamiğin mutlaka hesaba katılması gerekir. Bunlar Kürtler ve Alevilerdir. Türkiye’nin iç dinamikleri bakımından Aleviler toplumsal uzlaşının ana unsuru haline getirilmeden, Gülenci darbeye karşı başlatılan sürecin başarılı olma şansı zayıftır. Özellikle Kürtlerin oluşturulan toplumsal uzlaşının içine dahil edilmesi de, sadece iç dinamikler bakımından değil aynı zamanda bölgesel dengeler ve uluslararası ilişkiler bakımından gereklidir. Burada iki noktaya vurgu yapmakta yarar var: Birincisi, Kürtlerin Ortadoğu coğrafyasında dengeleri belirleyen bir güç olması, Türkiye’nin iç dinamiklerinde de mutlak ve zorunlu olarak hesaba katılması gereken bir toplumsal katman olduğunu gösteriyor. İkincisi, uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin iç dinamiklerindeki uzlaşının ciddiye alınıp değerlendirilmesinin önceliklerinden biri Kürtlerin sürecin içerisinde olması gerekliliğiydi. Kürtlerin, Cemaat darbesine karşı oluşturulan “toplumsal” uzlaşının dışında tutulmuş olması, uluslararası ilişkilerde beklenen güçlü desteğin sağlanmamasının en önemli faktörlerinden biridir.
Ancak “yeni” Ergenekoncu ekibin Erdoğan’ı zayıf halka olarak görüp dayattığı ve uygulattığı politikanın özü, Gülen Cemaati’ne yönelik başlatılan sürecin doğrudan Kürtlerin tasfiye edilmesinin bir aracı haline getirilmesidir.
Meclis’in üçüncü büyük partisi olan ve esasen ana muhalefet partisi rolünü üstlenen, 6 milyon oy almış, en az 18 milyonluk bir kitleyi temsil eden HDP’nin sürecin dışına itilmesi, izole edilmeye çalışılması, yok hükmünde sayılması, Gülen Cemaati’ne karşı yaratılmak istenen toplumsal uzlaşıyı baştan kaybetmektir. Kürt milletvekillerinin tutuklanma girişimi, belediye başkanlarının görevlerinden alınması, tutuklanması ve yerel iktidarlarının bütünüyle ele geçirilmesine yönelik çıkartılmak istenen yasalar, Özgür Gündem’in kapatılıp yazar ve çalışanlarının gözaltına alınması, tutuklanması tasfiye politikasının nereye doğru evrileceğini gösteren birkaç veriden biridir.
Darbeci Gülen Cemaati’ne karşı hukuk düzeni içerisinde mücadele edilmesi için gerekli özeni ve dikkatin gösterilmesine gerektiğine vurgu yapılırken, tersine sürecin Kürtlere yönelik topyekun bir savaşa dönüştürülmesi için bütün hukuksuz yöntemler kullanılmaktadır. Bu tarz politik yönelim ve saldırılar sistemin askeri-politik-ekonomik çöküşünü hızlandırmaktan bir başka işe yaramaz. Kürt coğrafyasında yıllardır fiilen uygulanan Olağanüstü Hal’in resmileştirilmesi devletin politikasızlığını ve çözülmesini çok daha fazla derinleştirmektedir. Hatta şunu söylemek abartı olmaz; Kürt coğrafyasında asker-polis gücüne dayanan doğrudan bir darbe süreci yaşanıyor. Bunun ötesinde yapılacak ve uygulanacak hiçbir şeyin kalmadığı da çok açıktır. Bu bakımdan devlet tam 40 yıldır, Kürt sorununu askeri yöntemlere çözemedi. Gülen Cemaati’ne yönelik operasyonları, Kürtlere karşı daha üst boyutta bir savaşa dönüştürerek, fırsattan yararlanmaya çalışan “devlet aklının” ve çapsız yöneticilerinin başarısız olmaları kaçınılmazdır.
Birkaç noktaya dikkat çekmekte yarar var:
Gülen Cemaati ile devlet arasında ideolojik-politik uzlaşı esastır. Aradaki fark, iktidarı kimin yöneteceğidir. Kürtlerin temsilcileriyle devlet arasında ideolojik-politik fark esastır.
Gülen Cemaati bir kadro hareketi olup, toplumsal dayanağı güçlü değildir. Devlet organlarına sızmadılar, tersine devletin küresel çaptaki çıkarları için bizzat devlet kurumlarına girmeleri bir politik strateji olarak benimsendi. Kürtleri temsil edenler ise hem bir kadro hareketidir hem de ciddi toplumsal bir güçtür. Bu güç, Ortadoğu coğrafyasına etki edecek düzeye gelmiş bulunuyor.
Gülen Cemaati’nin devlet içerisindeki kadroları tasfiye olunca büyük bir darbe alacaktır. Kürtleri temsil edenler ise gücünü toplumsal dinamiklerden alıyor. Gülen Cemaati’ni, uluslararası ilişki ağları ve gücü kesildiğinde tasfiye etmek kolaydır. Kürtlerin politik temsilcileri gücünü yaşadıkları topraklardaki halk gücünden alıyor. Kürtler uluslararası ilişkileri kendi politik çizgisine göre belirleyip geliştiriyor.
Devlet ile darbeci Gülen, Kürtlere karşı savaşta ittifak gücüdür. Gülen’in “Kürtlerin köküne kibrit çakın” talimatı, bugün devlet tarafından çok kapsamlı olarak uygulanıyor. Darbeci Gülen ekibi hapiste ama Kürtlere karşı izlemek istedikleri politikaları iktidardadır. Kürtler ise bütünüyle demokratik hakları için meşru bir mücadele yürütüyor. İktidardan çok demokratik-toplumsal çözümü esas alıyor. Bugün izlenen politikanın ortaya çıkarttığı tablo, bu yazılanların çok ötesinde yeni politik gelişmelere yol açacak gibi görünüyor.
Karşımıza ne gibi olasılıklar çıkartabilir:
Türkiye’nin Suriye politikasında çok belirgin olarak geri adım attığı ve Putin’den özür dileyen Erdoğan’ın esasen, Rusya’nın Suriye politikasına göre hareket edeceği anlaşılıyor. Bunun önceliklerinden biri de Erdoğan’ın Esad ile ilişkilerine yeni bir dizayn vermesi olacaktır. Erdoğan, Esad’dan özür dilemeyecek ama sanırım “pardon” diyerek hızla yeni bir süreç başlatacaktır. Türkiye’nin içte Kürtlere karşı bu düzeyde saldırmasının en önemli nedenlerinden biri de PYD’nin sınır bölgelerini önemli oranda kontrol etmeye başlamasıdır. Kürtlere karşı oluşturulacak geleneksel ittifakın ne kadar etkili olacağı ayrı bir tartışma konusudur. Ama terk edilen ittifakın yeniden oluşturulmasına doğru bir süreç işlemeye başlandı. Bu tür yönelimler tersten Kürtlerin bölgesel düzeyde tek bir güç halinde hareket etmesine nesnel bir zemin hazırlayacaktır. Bu nedenle savaşın sınırlarının özellikle Suriye-Irak-Türkiye üçgeninde yoğunlaşma olasılığı artıyor. Hatta merkez çatışma üssü Türkiye olarak ön plana çıkacaktır.
Devlet, Kürtleri başta Ankara merkezinde tasfiye ederek, yerel bölgelerdeki Kürt iktidarlarını da etkisizleştirerek saldırıları çok kapsamlı bir şekilde ilerletmek istiyor. Ancak hesaplamadığı temel nokta şu: Bölgesel güç dengelerinin değiştiği bir dönemde, Ankara’da milletvekili olmanın veya birkaç büyükşehir belediye başkanlığını almanın çok ciddi bir önemi olmadığını gören bir Kürt hareketi var. Daha stratejik düşünen ve daha etkili politikalarla sürece müdahale etmeye hazırlanan Kürt hareketi, bütün milletvekillerinin istifasını ister, hatta HDP’nin kapatılmasını ve Meclis’ten bütünüyle çekilmesine karar verirse devlet ne yapacak? Aynı şekilde bütün belediye başkanlarının istifasını ister, belediyelerin işlevinin bittiğini söyler, çalışanların işe gitmemelerini belirtir ve belediyeleri bütünüyle kapatırsa, devletin atayacağı kayyumların ne özelliği kalır? Ayrıca toplumsal dayanağı olmayan devlet kayyumlarının belediye yönetme şanslarının olmadığı da çok açıktır. Devletin saldırı hamlelerine karşı Kürt hareketinin alacağı böylesi bir karar, mevcut demokratik kanalların bütünüyle ortadan kalkması anlamına gelecektir. Böylesi ciddi bir kaos ortamının oluşmasının birinci derecede sorumlusunun devlet olacağı çok açıktır.
Kanalları kapanan bir sürecin nereye doğru evrileceğinden herkesin kafası nettir. Bir başka ifadeyle, devletin geliştirmek istediği savaş tersine en üst boyuta çıkartılır ve ülkenin her alanına yayılırsa, devlet bu sürecin kazanını mı kaybedeni mi olacak? Çok açıktır ki, içte ciddi bir krizle karşı karşıya olan devlet kaybeden olacaktır. Kürt hareketinin askeri ittifak güçlerinin de geçmiş yıllara oranla çok daha fazla ve güçlü olduğunu, Rojava’da ortaya çıkan politik ve askeri gelişmelerden anlamak hiç de zor değil. Savaşın artan eğilimi, bu yönelimi giderek güçlendirmektedir.
Devlet, Kürt sorunun çözümünde savaş politikalarını terk etmezse, bu savaşın hiçbir şekilde kazananı olmayacaktır. Ortadoğu’daki gelişmeleri doğru okumadan, ortaya çıkan sonuçları objektif analiz etmeden, sadece iktidarı korumak duygusuyla izlenen politikaların başarılı olma şansı bulunmuyor. 800 kilometre sınır hattı yeniden belirleniyor. Şam-Tahran-Ankara ittifakının, bu sürecin önüne geçme şansı pek bulunmuyor. Kürtlerin uluslararası ve bölgesel ittifak ilişkileri geçmiş dönemlerden çok fazla ve farklı düzeylerde gelişmiş bulunuyor. Bu bakımdan içte savaşı derinleştirmenin Türkiye’ye hiçbir yararı olmayacaktır.
Bütün gücüyle saldıran devlet zayıf halkadır. Kürtleri tasfiye savaşı, zayıf halkayı güçlendirmez tersine çöküş sürecini derinleştirir. Politika reel olgular üzerinde yapılır. Bugünkü iç, bölgesel ve hatta uluslararası ilişkilerde devletin Kürtlere çok acilen ihtiyacı var. Hem iç krizi hem de bölgesel krizi çözmek istiyorsa, Kürtlere yönelik tasfiye savaşının kesin bir şekilde durdurulması gerekir. Ankara’da ve Diyarbakır’da Kürtlerin politik temsilcileriyle doğrudan ilişki kurarak sorunun çözümünde demokratik siyaseti esas alan ve ciddiye alınabilir yeni bir sürecin başlatılması zorunludur. Bu adım zamanında atılmazsa, çözüm bu kez küresel merkezlerden yani Birleşmiş Milletler tarafından Ankara’nın masasına getirilecektir. O zaman bugünkü politik koşullara göre hareket edilmeyecektir ve Türkiye önüne konulanı kabul etmek zorunda kalacaktır.
Türkiye savaş politikasında ısrar ederse, önümüzdeki politik süreç çok daha zorlu geçecektir. Gülen Cemaati’nin darbe girişimi karşısında Erdoğan’a aktif destek verip, Kürtlerle savaşı bir üst boyuta tırmandırmasını sağlayanlar, yarın Gülen Cemaati gibi bir sürecin başlatıcıları olacaklardır. Bu bakımdan Erdoğan, çok yönlü sıkışmış olmasına rağmen, Türkiye’nin iç toplumsal barışını ve politik istikrarını sağlamak için Kürtlerin tasfiyesinin liderliğini bırakmalı, yeniden demokratik çözüm görüşmelerine dönmelidir.
Kürtlerle sorunun demokratik çözümünü esas almayan, Kürtlerin bölgesel düzeyde artan rolünü hesaplamayan güç kaybedecektir. Erdoğan iktidar gücü değildir. İktidarın başında bulunan politik etki alanı önemli oranda zayıflayan bir lider konumundadır. Onun tek şansı Kürtlerle demokratik çözümü esas alan bir süreci başlatmasıdır. Bu olmadığı takdirde kaybeden olacaktır.
Dikkat çekilen bir başka nokta Öcalan’ın fiziki durumu:
Gülen Cemaati’nin darbe girişiminden sonra bütün stratejik merkezleri kontrol altında tuttuğu anlaşıyor. Peki, Cemaat’in, Öcalan’ın tutulduğu İmralı’daki yapılanmasının düzeyi nedir? Orada gözaltına alınanların olduğu biliniyor. Darbe gecesi cumhurbaşkanını öldürmek isteyen bir güç İmralı’daki örgütlenmesiyle Öcalan’a yönelik bir yönelim içerisine girmiş midir? Bu sorunun yanıtı ortada duruyor. Öcalan’ın güvenliği konusunda ciddiye alınır bir şey söylenmemesi ayrıca dikkat çekicidir.
Kürt toplumunun düşünmeye başladığı sorunlardan biri şudur: Devletin Kürtlere yönelik bu düzeyde bir saldırı içerisinde olmasının nedenlerinde biri de, 15 Temmuz sürecinde Öcalan’a yönelik bir tasfiye girişiminin olmasıdır. Devlet, Öcalan’a yönelik saldırının ciddi olması nedeniyle, böylesi bir durumun ortaya çıkması durumunda Kürtlerin topyekun bir ayaklanmaya geçeceğini biliyor. Kürtlerle savaşı bu düzeyde artırmasının nedenlerden biri olası bir kalkışmayı orta düzeyde bir hasarla atlatmaktır. Ancak yaşanan tecrübeler zayıf da olsa böyle bir olumsuzluğun, kimsenin tahmin edemeyeceği çok ciddi ve tehlikeli sonuçlar doğuracağını gösteriyor. Bu bakımdan Öcalan’ın en azından ailesiyle görüştürülmesi politik tansiyonun düşürülmesinde ve yeni bir sürecin ilk adımı olmasında rol oynayabilir.
Demokrasi güçlerinin içerisinde yer almadığı bir toplumsal uzlaşının sağlanması mümkün değildir. Bu sürecin en önemli halkası Kürtlerdir. Kürtlerle barışmadan ne toplumsal uzlaşı sağlanır, ne Cemaat tehlikesi atlatılır ne de uluslararası ilişkilerde ciddiye alınılır. Bütün bu gerçekleri görerek devlet, demokratik çözüm sürecini başlatmalıdır. Toplumsal barışın sağlanması, ülkenin demokratikleşmesinden geçiyor. Bunun önceliklerinden biri de, savaş politikalarının bütünüyle terk edilerek Kürt sorunun demokratik çözümünde yeni bir sürecin başlatılmasıdır.
Erdoğan, savaş politikasını terk edip ciddi bir adım atarsa kazanır, aksi taktirde kaybetmekten başka bir şansı bulunmuyor. Gülen ekibinin Erdoğan’a bakışı ile yeni Ergenekon ekibinin bakışı aynıdır. İki ekibin Kürt politikası aynıdır. Bu politikada ısrar eden kaybeder.
Bu bakımdan bölgesel ve uluslararası ilişkileri iyi okumayanlar, Gülenci darbe girişimini bahane ederek Kürtlere karşı topyekun bir savaş başlatan kim olursa olsun kaybeder.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.